23 Ağustos 2011 Salı
Psychedelic Müziğin Son Hali: Tame Impala / Innerspeaker
Psychedelic türünü konunun merkezine koyarak başlayalım yazıya: 50’lilerin caz, şiir ve uyuşturucu üçgeninden ‘yol’a koyulan Kerouac ve beatnik şairlerinin korkutucu rüzgârı, çok geçmeden, 10 sene sonra 60’ların kapısına uğrayacak. 1965 – 67 – iki seneden bahsediyoruz – yılları arasında ‘yükselişe’ geçen LSD ve psychedelic müziğin “cicim aylarını” yaşayan post-war çocuklarının dünyası ve yazılan sayısız parça… 70’ler, Glam Rock ve Led Zeppelin ile başlayan maskülen cock-rock ( heavy ) metal ve 80’lerin İngiltere’sinde cereyan eden Madchester sahnesi… Araya giren sessiz bir 20 senede psychedelic müzik adına nelerin yaşandığına dair belki de herkesin aşağı yukarı bir fikri vardır ama eğlenceli ve ilginç olmadığına dair duyumlarımız devam ediyor. Keh keh…
Avustralyalı grubun 2010 Mayıs ayında çıkardığı ilk albüm ‘Innerspeaker’, aradaki 20 senenin boşluğunu bize getirmiş gibidir. Başka deyişle, tıpkı enerjisi biten büyük yıldızlar gibi, psychedelic müzik ve Tame Impala, müzik evreninin içinde bir yerlerde patlayarak son senenin en büyük süpernova etkisini yarattı. Bir yandan geçmişte bıraktığımız çocuksu psychedelic dünyamızın kayboluşunu izledik, bir yandan da patlayıp yok olan türlerin bileşimleriyle yeni gezegenlerin farkındalığına vardık.
Tame Impala / Lucidity
Çok öncelerden bildiğimiz parçaların kayboluşu, kuşkusuz bizleri bilinmeyen ormanlara, havasına ve suyuna alışık olmadığımız bir festivale çekti. “Tuhaf” yerlerden izlediğimiz Tame Impala’nın müziği karşısında yapabileceğimiz şeyin en iyisi, belki de geçmişte aradığımız ve önceki kuşaklardan dinlediğimiz sosyal rekabete çok da ihtiyacımızın olmamasıdır. Müziğin lisanı hiç bu kadar lezzetli, karışık ve iddialı olmamıştı.
Tame Impala, sabit bir akış halinde ilerleyen yoğun psychedelic tınılarıyla, rüyadan çıkma hayal dünyasının ne kadar melankolik ve renkli olabileceğini kanıtlayan en iddialı rock grubu olarak hikâyesini başlattı. Parçalarında yaşadığım gel-gitler, son sürat ilerleyen ‘roller coaster’lar gibi yolculuğun keyfini yaşamaya davet ediyordu. Dik yokuşlarda adrenalimin son damlasına kadar attığım çığlıklar, bindiğim koltukların arada bir bilinmeyen mağaralara girmesiyle denge yakaladı. Açık kalan ağzımın hayreti ve tanık olduğum sürprizler gezegeni, elektronik müziğin psychedelic türünden ayrı kalmak istemediğini söyler gibiydi.
Vokal Kevin Parker’ın boğuk sesini detone ve yankılı bir şekilde kullanması, “rüyadan çıkma” parçalara rock müziğin şeytani tarafını ve korkusuz bir melankoliyi yan yana tutabilme başarısını gösteriyor. Ortaya çıkan sonuç, birbirine çok benzer ama bir yandan üslubuna kolayca girebileceğimiz bir müzik sunuyor. Parker’ın ikinci ve Tame Impala kadar iddialı durmayan grubu Pond, aşırı sert ve inandırıcı olmayan punk / garage müziği, neden Tame Impala’yı öne çıkardığını da gösterir.
Tame Impala / Desire Be Desire Go
Tame Impala’nın 2010 yılında albüm çıkarması “resmi” alanlarda rekabete dâhil olduğunu gösterse de, geride bırakılan üç senenin içinde kaydettikleri çeşitli single kayıtları, belki de ‘Innerspeaker’ albümünden grup hakkında daha fazla fikir verecektir. Zira herhangi bir prodüksiyon ve rekabet ortamında olunmadan üretilen müziğin bir tür “dürüst” ve “bozulmamış” tarafını yansıtan ilk zamanları albüm kadar iddialı.
Aynı sene içinde çıkardığı beş parçalık kaydın öne çıkan şarkısı ‘Half Full Glass Of Wine’, grubun ileriki seneleri için mihenk taşı olacaktı. ‘Desire Be Desire Go’ / ‘Slide Through My Fingers’ ve ‘Forty One Mosquitoes Flying In Formation’ parçaları, iki sene sonra çıkacak albüm ‘Innerspeaker’dan kat be kat daha “hippievari” ve yoğun 60’ tınılarıyla çevriliydi.
Tame Impala / Half Full Glass of Wine
Davul ve arka vokal Jay Watson’ın sert ve ani davul tercihleri, fark edilir şekilde The Who, Velvet Underground ve Yardbirds’tan yanak aldığını gösteriyor. Gitarda Dominic Simper’ın bazı yerlerinde uzattığı gitar riffleri, 1965’te Texas’ta ortaya çıkan 13th Floor Elevators’u andırmakla beraber, basit ve mutlu hizalarda ilerleyen tekrarlarla Beatles klişesini ortadan kaldırıyor ve ikisinin beraber olabileceğini gösteriyor.
Tame Impala / Slide Through My Fingers
Tame Impala, Sydney şehrinin kızgın güneşini müziğine entegre etti, evcil kanguruların da pekala olabileceğini kanıtladı.
19 Ağustos 2011 Cuma
Raphael Saadiq: Stone Rollin' / R&B & Funk
Brooklyn ve Harlem mahallelerin uzun binaları altında, kırmızı neon ışıklarıyla yıkanan afro yerlileri gecenin bir vaktinde su borularının hortumunu çekerek sokakları ve kendilerini ıslatacaktı. Sağ omzunun kenarına yerleştirdiği ikinci el bir radyodan yankılanan Marvin Gaye parçası, ev önündeki merdivenlerden atılan karşılıklı bakışlar, ucuz gelecek planları, sıkkınlık ve şehir gerçeği: “Doğduğumuz yer burası ve yapacak bir şey yok, müzik buranın gerçeği!” diyen Saadiq, hippie kuşağının hayalci tarafı ve günümüzün funk ve blues müziğin gidişatı üzerinde belki de en kilit müzisyenlerden biri.
Uzun topuklu tombul ve güzel kadın, yan adımlarla indiği merdivenlerden kulübün geniş ve yüksek tavanlı dans pistine ilerleyecek, bir dumanın bir diğerini takip eden sigaraların sarhoşluğuyla dans edecek ve belki şanslıysa, dinlediği parçanın çok önceleri annesinin en sevdiği parça olduğunu hatırlayacaktı.
Beş kardeşin ikinci çocuğu olan Saadiq, eroin, intihar ve trafik kazası yüzünden sekiz senede kaybettiği dört kardeşinin trajedisi karşısında 18 yaşına geldiğinde, San Francisco’dan Prince turnesi için arka vokal teklifi alır. On iki yaşında, 1978’te “The Gospel Humminbirds” grubuyla geçirdiği güzel maceranın sonunda ismini ve soyadını Raphael Saadiq’e çeviren müzisyen, belki de yeni bir başlangıcın ihtiyacını arıyordu. Karanlık bir geçmişin kapısı aralandığında, içinden rengârenk ve hareketli bir şehir çığlığı çıkacaktı.
“Tony! Toni! Tone!” dans triosuyla geçirdiği başarılı vokali, onu kısa sürede rhytm ve blues alanlarında eski tüfeklerin arasına sokacaktı. Çorap söküğü gibi hızlanan kariyeri, aralarında R&B ve jazz ritimlerini paslaşan yoğun funk müziğini tanıtıyordu. Kare gözlüğü ve elastik ( Mick Jagger’ı andıran ) vücuduyla esnek dansını kusursuz gitar riffleriyle eğlendiren Saadiq, 2002’de ilk albümü ‘Instant Vintage’ı piyasalara tanıtır. 2004’te ‘Ray Ray’ ve 2009’da Grammy Ödüllerinde “En İyi R&B albümü” dalında aday olan ‘The Way I See It’ ile kariyerinin kırılma noktasına gelir. 2011’in Mart ayında çıkardığı dördüncü albüm ‘Stone Rollin’ ise, kuşkusuz kendini diğerlerinden ayıran bir albümdür. Konserlerindeki çiğ ve gürültülü sesini ilk defa 60’lar potasında eriten Saadiq, ortaya lezzetine doyum olmaz bir funk ve R&B şenliği serdi.
Stone Rollin' / 2011
Raphael Saadiq 'Stone Rollin' from Matthias Koenigswieser on Vimeo.
Çıkış ve hit parçası ‘Stone Rollin’ ile Howlin’ Wolf / Sly & Family Stone / Dyke and The Blazers üçgeni etrafında takılarak eski kuşağın kapısını sonuna kadar araladı. Temponun çoğu Brooklyn gruplarına benzer azalmaması ve aynı seviyede kalmasıyla dinleyiciyi parçada “yüksekte” tutması, belki de çok öncelerden yapması gereken bir gidişat olarak bakılabilir.
R&B müziği “besletilmediği” sürece bir tür kokteyl müziğine dönüşebilir ve dinleyici sıkar. Standartlarına sıkı sıkı sarılan Saadiq, diğer albümlerine karşın ilk defa funk ve jazz ritimlerini büyük ölçüde – fark edilir şekilde – arttırarak dinleyiciyi “yaramaz” tarafına çekmeyi başardı: Çıkış yolu, bacak bacağa atmak yerine ayakkabıları çıkarmak ve delicesine dans etmek oldu. Raphael Saadiq bunu iyi yapıyor ve karşılığını, belki de ilerleyen albümlerinde daha etkili şekilde alarak beslendiği kuşağın gölgeleriyle tanınacaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)