19 Ağustos 2010 Perşembe

Record Collector III: The Shaynes, The Rogues, The Other Half

On dört yaşında bir çocuk, babasının kangren tutmuş plaklarını dinlemek yerine, evin bir an önce boş olmasını bekleyerek odasına gidecek, panjurları kısıp sınıfın en sivilceli çocuğundan ödünç aldığı dergiyi açıp otuz bir çekecekti. Evet, gördüğü resimler kafasını karıştıracaktı ama hayır, içerideki plaklar hayatını mahvedecekti. The Who, öznesine alçakgönüllü ama sahtekâr denilebilir miydi? Kim Fowley’nin aşırı metalik tat veren psychedelic müziğini eleştirenler, belki de “kısa ama yoğun süren” teşhisini koyan tarihçilerin ekmeğine yağ sürerek altmışların hippie’lerle başlayıp bittiğini söyletmiş, ardından “Biz yaşlandık,” deyip marketin en ucuz prezervatiflerini alıp birbirleriyle sevişmiştir. Tarih anlayışı hiçbir zaman bu kadar erotik, müzik hiçbir zaman bu kadar çapkın olmayacaktı.

Belki de bu yüzden, filmin kötü karakterinin kulaklarında çalan parça Bee Gees – Stayin Alive şarkısı olmalıydı. Büyük bir şehirde yaşıyordu ama 12. mahallenin dışına adımını atmıyordu. Mahallede yaşayan Bulgar ve Afro-Amerikalılarla edindiği sırlar, şahit olduğu ticaret ve muhabbet, ona bu metropol dedikleri dünyanın başka bir suratını gösteriyordu. Zira sıcak bir Ağustos gününde, apartmanın yangın merdivenlerinde şehrin trafiğine ve gürültüsüne karşı içtiği paf puf, ona cızırtılı bir radyodan Chuck Berry’i tanıtacaktı; artık odasının sol tarafı “Get your kicks,” sağ tarafı “Route 66” dese bile, annesinin buzlu limonatasını reddedemeyecek ama hayır, kuşağı gıdıklamaya başlayan “bir şeyler” aramaya başlayacaktı. Bu, onun gençliğinde neden her şeyi yaşadığını ve belki de, kırkına geldiğinde 12. mahalleden neden dışarı çıkmadığını anlatabilirdi.



İğneyle kuyu kazar gibi, edindiği sabrın karşılığını hiç ummadığı yer ve vakitte bulan şapşal bir hikâyenin kırılma noktası nerede patlak vermeliydi? Arthur Brown seyretmeye muhtaç İngilizlerin, başlarındaki yangını söndürmek için Kuzey Londra tarafında kalan en leş pubların biralarını kafalarına fırlatarak karşımıza geçmesi, Procol Harum kadar “deneysel” kalan başka bir kesme haksızlık olmasın diye, suratımın yarısını kaplayan kocaman kulaklıklardan çınlayan The Other Half’in 1968’de çıkardığı ilk stüdyo albümünü dinlemek kadar bencil bir davranış olamazdı. Ama üniversitedeyseniz ve sadece birkaç sene sonra aynı rahatlığı bulamayacak kadar şanslı bir dönemindeyseniz, hayata karşı bencillik yapıp peşinden koştuğunuz müziğin yanağından koca bir yanak alarak zevkinizi doyurabilirsiniz.



Los Angeles dışında The Doors’un müziğini “garabet” olarak adlandıran bir medyanın kirli elleri, The Other Half gibi California kökenli gruplara da sıçramış olacaktı ki, San Francisco’ya göç edip müziklerine burada devam etmişlerdir. Haight-Ashbury tayfasına yakından ilişmiş olmaları, müziklerini sektöre sokmak için yeterli bir davranış olarak gözükse de, psychedelic, garage ve belki de ilerleyen senelerde bir muhalif olarak karşılarına çıkan punk türünü de araya sıkıştırmaları, bir cemaate ait olmadan müzik yapmak anlamında alkışlanacak bir hareketti. İlk albümlerinden Flight of The Dragon Lady parçası, hızlı temposuyla başlayıp kızgın bir sesle sürdürten, psychedelic müziği punk tarzı bir vokalle bastırmasıyla da ilgileri kısa zamanda kendilerine çekmiştir. Gitarist Randy Holden’in Yardbirds yerine The Other Half tayfasına katılması da nasıl yorumlanır, bilemiyorum.

Bunun yanında The Shaynes’in çok da parlak bir kariyere ulaştıkları söylenemez. Seneler sonra, 1983’te The Return of The Young Pennsylvanians adı altında pazara sürdürülen toplama kasetin içinde yer alan From My Window parçası, akıllara gene ( ve ısrarla ) Beatles ve Kinks gruplarının dominantlığını yansıtsa da, hayır, “kelebek gibi yoğun ve kısa” yaşandığını söyleten kuşağı melankolik, funk ve garage öğeleriyle kafa karıştırıcı bir güzellikte sunmuştur.



Son olarak nereden, hangi sene ve kimlerle çaldıkları hakkında en ufak bir bilgiye ulaşamadığım The Rogues grubunun, sadece psychedelic ve garage türlerini en yoğun şekilde iki dakikaya sıkıştırmasıyla ve toplu vokalleri nakaratlarda patlatmasıyla, aslında altmışların müziğinden neden çok, ama aynı zamanda çok da fazla bir beklenti içinde kalmamamızın sebeplerinden biri gibidir. How Many Times parçası, bize bu anlamda gene “kısa, ikna edici ve akılda kalıcı” bir şarkıyla ispatlamıştır; parçanın solo kısmı sadece bir ayrıntı olarak değil, döneme tekabül eden müzik anlayışının sunduğu “güzelliği basitte ara” sloganının kapağıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder