22 Mayıs 2010 Cumartesi

The Freewheelin' Bob Dylan



Cebinde taşıdığı ıslak tütünlerini son sarma sigarasına sararak şehre alaycı bir ifadeyle bakan genç çocuk, seneler sonra gene aynı tepeye çıktığında, belki uzun tırnaklarının arasından kayıp giden dumanlarını seyrederek Amerika’ya karşı olan inancını kaybedecek ve ardından karşısına çıkan ilk kahvede bir omlet yiyecek ve bir şiir daha yazacaktı. Açık kalan bir televizyonda karıncalanan görüntüyle uyanacak, yerlerde duran kâğıtların sırrını anlamaya çalışacak, kalkacak ve belki de günü kurtarmaya yönelik bir haberin gölgelerini defterinin arkasına sakladığı orospuların şuh kahkahasında bulmaya çalışacaktı. Dışarıdan gelen isyanların sesleri, üst komşuda gürültülü bir şekilde sevişen âşık iki çiftin nefesi ve henüz uykusundan uyanmış yaramaz bir kuşağın ilk kahramanı: Seks hiçbir zaman bu kadar anlamlı olmayacaktı, şarkılar, bir kalemin beyazlığından delirecek ve hepimiz gene bir adamı dinlemek için bu küçük mekânda toplanacaktık. Bu hikâye nereye gitmeliydi?

Şafak kırmızısını avucunun en utanmaz yerine saklayıp bindiği trenin özgürlüğüyle şehre göç eden milyonlarca gömenin ne denli korkutucu hikâyelere sahip olduğunu öğrenmeye başlayan bir kuşağın merakı ve heyecanı yaşanmaktadır. Bir müzisyen olarak değil, “anlatacağı bir şeyler olan” biri olarak kendini New York’ta bulan genç çocuğa sadece birkaç sene sonra sırtını dönecek bir kesimi anlamak için “güzel zamanları” yazamadan ilerleyemeyiz. Öznesinin önüne geçen sözleri belki de başarının ilk adımlarıydı, ama mesele başarı mıydı, yoksa Amerika’yla verilen bir hesaplaşma mı? Genç kuşak nasıl oldu da hiç ummadıkları insanların yanında kendini Bob Dylan dinlerken buldu?

Bir kuşağın sözcüsü olmanın altında yatan en basit açıklama Dylan’ın Amerika için oldu olası “gündelik, rastgele ve olağan” şeyler hakkında yazmasıydı. Sözlerindeki iğneleyici tavırlara ilk albümlerinde rastlamayız, vakit henüz sakindir, dinleyici nerede olursa olsun, bu genç çocuğun ne demeye çalıştığını anlama peşindedir. Bu merakla başlayan ilgi, seneler geçtikçe artan bir kartopu gibi kendini başka yerlere bırakacaktır.

Bob Dylan’ı tabii ki 60’ kuşağın kaçınılmaz modeline indirgemek yanlış olmaz. Ama daha ötesinde, kendisini herhangi bir “arketip” kalıbına sokmadan ve daha önemlisi onu “tanrısallaştırmadan” anlatmak daha yararlı olur. Zira Dylan bir müzisyen kimliği altında, adı henüz yeni yeni duyulmaya başladığında yapılması gereken bütün prosedürleri izlemiştir: Küçük kulüplerde çalmış, ilk albümünün adına kendi ismini koymuş, canlı performanslarından sonra yapılan bütün basın açıklamalarına itinayla katılmış ve sahneye çıkmadan önce ismini telaffuz ederek herkese iyi vakit geçirtebilmek için elinden geleni yapacağını belirtmiştir.

Aslında ellilerin 60’ başlarına yansıyan “müzisyen prosedürleri” ve geleneğe has “tanıtma biçimi” açısından Bob Dylan kimseden bir farkı olmayan, bir çiftçi ailesinden gelme normal bir Amerikan vatandaşıdır. Orta gelirli ailelerin daha da altında bulunan bir seviyenin hizasında ilerlemiştir kent hayatına; pek hırslı, becerikli ve yakışıklı bir genç müzisyenin geçmesi gereken yolları kısa sürede aşıp asıl gösterisine başlama derdindedir.

Bob Dylan bir halk sanatçısıdır. Country, folk ve gospel türlerini tıpkı diğer müzisyenler gibi aynı teknikle yorumlamıştır. Akla gelen soru, Dylan’ı diğerlerinde ayıran özelliğinin ne olduğudur: Belki de bizi bu günlerde heyecanlandıran olay müziği değil, sözleri olmasıdır. İlginçtir ki Bob Dylan Amerika’nın karşısına “fırtına öncesi sessizlik” dönemine tekabül eden bir zamanda çıkmıştır. Evet, insan hakları ve nükleer savaşı meselesine karşı durduğu muhalefet konumu ismiyle paralel bir düzende ilerlemiştir, ama ikinci albümü The Freewheelin’ Bob Dylan bizi hikâyenin başka bir tarafına götürmektedir: Bob Dylan henüz yirmi iki yaşındadır ve çok âşıktır.

1960’da New York’ta tanıştığı Suze Rotolo ile 62’de aynı eve taşınırlar. Yoğun bir ilişki yaşarlar, Rotolo, ailesinden gördüğü solcu tarafını Dylan’a açmakta sakınca görmez ve kısa sürede hayatının önemli bir parçası haline gelir. Yapmakta olduğu soyut tablolar ve güzelliği Dylan’ın müziğini etkiler, zira aynı sene İtalya’ya güzel sanatlar okumaya giden Rotolo’nun yokluğu Dylan’a ilham verir ve ikinci albüm “The Freewheelin’ Bob Dylan” bir eksikliğin ve özlemin cereyanında şekillenir.

Ama onun ötesinde, belki de bütün politikacıların başaramadığını başaran Bob Dylan, asıl öznelliğini halk ile kurduğu samimi köprüde bulmuştur. Country müzik gibi herkese hitap eden bir müzik türüne oturttuğu “çağdaş” sözleri kısa zamanda Amerika’da yankı bularak dikkatleri çekmeyi başarmıştır. Bir nevi bir taşla iki kuş vuran Dylan, hem tarım hayatıyla uğraşan ve düşük gelirli seviyenin hizasında yaşayan işçi kesimini folk ve country müzikle uyandırmış, hem de yazdığı sözlerle yaş, cinsiyet, ırk, dil ve din fark etmeksizin, “Amerika’da yaşayan herkesin başına gelen,” diye hitap ettiği “kimlik ayrışmasına” damardan bir orta parmak çıkartarak sahneye çıkmıştır. Bunun yanında, unutmayalım ki 60’ başlarında şekillenen müziğin geneli, country ve folk türüne paralel bir şekilde ilerlemiştir. Eğer amacınız halka bir şeyler anlatmaksa, bunu salt müzikle değil, müziği bir “araç” konumuna oturtmaktır. Çıkış yolum, Bob Dylan’ın sınır tanımaz bir kelime haznesiyle çimdiklediği Amerikan halkına hem farkındalık yaratmak, hem de adı üstünde, country müzikle ortak bir paydada birleştirmekti. Bütün bunları ele alarak, The Freewheelin’ Bob Dylan albümüne “geleneksel bir beste haznesine oturtulmuş çağdaş sözler dizimi” olarak bakabiliriz.

Albümün ilk kısmı, birinci parçası “Blowin’ in the Wind”, belki de uçamayan bir müzisyenin ilk defa yuvasından atlayarak piyasalara havadan girmenin ilk çırpınışlarıdır. Tırnakları uzun, ojesi kırmızı bir kadının inatla içine çektiği dumanı başka bir yöne kaydırmanın hikâyesi olabilir miydi? Ucu çizik bir plakın atlandığı kısım mıydı? Ya da ilk defa bir kızla birlikte olan genç askerin komutanına söylediği yalan hakkında mıydı? Bir kuşağın salya akıtarak sorduğu soruların cevabını vermeden ve parçanın içine girmeden, cevabın zaten havada uçuştuğunu yazmak belki de yeterli olur.

İkinci parça “Girl from the North Country”, klasik acoustic öğelerine sadık bir çiftçinin, arka bahçede çaldığı parçayla aynı renklere sahip bir melodidedir. Çoğu country parçası gibi, hemen hemen aynı hızda ilerler ve sakinliğini korur. Araya sıkıştırılan mızıka melodisi sanki söylenen sözleri dinler ve parça tuhaf bir biçimde yalnız değildir. Bir aşk şarkısıdır ve ötesine gitmez, güzelliğini basitliğinde bulur.

Albümün genelini Dylan’ın Suze Rotolo’ya karşı duyduğu özlemine indirgemek, bir gencin içinde hissettiği heyecanına haksızlık olur. Üniversitedesiniz, gençsiniz, New York’tasınız ve kendinize korkutucu derecede güvenmektesinizdir. Elinizde bir gitar, karşınızda politikacılar: ihanetin kokusu belki de konuşmamaktır. Üçüncü parça “Masters of War”, mensubu olduğu kuşağına farkındalık üfleyen güçlü bir şarkıdır.

Dördüncü parça “Down the Highway”, yoğun blues yorumlarıyla doludur, iki dize halinde ilerleyen vokalin hemen sonrasında hızını arttıran gitarla beraber yürürüz. Parçanın kendisi Suze Rotolo’ya karşı duyulan özlemdir.

Altıncı parça “A Hard Rain’s a-Gonna Fall”, güzelliğini karmaşada bulan, tıpkı şarkının kendisi gibi, belirli bir kimlik altında söylenmesi cesaret isteyen bir parçadır. Sözler baskındır, söylenmesi gereken şeyler vardır.

Yedinci parça “Don’t Think Twice, It’s All Right” Suze Rotolo’ya duyulan özlemi hatırlatsa bile, insanın kendisine söylediği en basit dürtü değil midir? Bob Dylan’ın içinde yatan karmaşıklık gene basitliğinde açıklanabilir. Sanırım her şeyi daha zor ve güzel yapan da budur.

Onuncu parça “Talking World War III Blues” karşımıza bir anlatıcıyla çıkar, mızıka, gitar ve bir ton anlatılacak olaylar dizisi. Arkanıza yaslanın ve şarkıyı dinleyin.

Dünyanın her tarafını dairesine sığdıran Dylan-Rotolo çiftinin sevişme sesleri, sadece bir sene sonra kendini Bob Dylan’ın gitarına bıraktı. “Yırtık ve boyalı gömlekle, gecenin bir vaktinde Bob’la dolaşmanın keyfi başkaydı,” diyecekti Rotolo seneler sonra, elinde tuttuğu buruşuk bir kâğıda bakarak. “Onu çok özlüyorum.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder