19 Mayıs 2010 Çarşamba

Living the Blues



Sabaha karşı çıktığınız bardan evinize yürüyerek dönmeye çalışırken saatler sonra kendinizi bir köprü altında bulduğunuzda ve gününüzü kurtaracak tek tesellinin yanınızda duran dilencinin köpeğine çaldığı mızıkanın melodisiyse ve Vogue dergisinin arka kapağındaki modelin uzun bacaklarına bakıp otuz bir çekemeyecek kadar yılışık bir palyaçonun esprisine sahip değilseniz, şehre beslediğiniz nefretin acıklı çığlıkları kenar mahallelerde satılan mutlulukta gizlidir.

Bir yanıp bir sönen neon lambaları, palmiye ağaçları altında satılan haplar, barın arka kapısında güvenlikçiyle sevişen on altı yaşında bir kız, uzun ve sıcak 42. caddenin yan tarafında yaşayan emekli askerin son bir kez daha piposundan çektiği nefes, uzaklardan duyulan bir Bob Dylan parçası ve ona eşlik eden bir 65’ model Buick Skylark Convertible, Elvis’in çöküşü, Vietnam’ın şakası, şehrin en güzel yeri, siluet, sahil, California; Living the Blues albümü ve koca bir dönemi karavanın içine alan 1968 senesi…

Kendi halinde yaşayan birkaç adamın California’da blues yapıp sadece bir sene sonra Woodstock Festival’inde çalmaları ve belki de bir ütopik şarkının anonim bireyleri haline gelmeleri Alan Wilson ve Bob Hite için pek de sorun değildi. Aynı günün gecesinde aynı bara gidip aynı içkiden yudumlayacaklarını, kendilerini birkaç gün sonra televizyonda sarhoş bir şekilde izlediklerinde birbirlerine bakıp kahkahalara boğulacaklarını ve boogie müziğinin aslında en beklenmedik zamanlarda bizleri bulacağını çok iyi biliyorlardı. Piyasaların düşen değeriyle ot içebilen “kafa” bir grubun yaptığı müzik bizleri de seneler sonra o “kafa”ya sokacaktı demek ki.

Canned Heat, Woodstock 1969.
Canned Heat’in sahnede öpülesi leb-i derya tutumunu, blues’un sakinleşip boogie türünün dans etmeye başlamasını ve gittikçe artan bir oturmuşluğun en lezzetli meyvelerini yemektedir 68’ senesi; California’nın en meşhur gece kulüplerinden biri Kaleidoscope’ta Jefferson Airplane, The Grateful Dead ve Buffalo Springfield ile çalan Canned Heat kısa sürede “back-to-nature” felsefesi altında kariyerlerine devam etmiştir. Çoğu grubun bu felsefeye “gereğinden fazla” kapılıp müziklerinin değiştiğine tanık olmuşuzdur, ama Canned Heat tayfasında değişen tek şey belki de çıktıkları konserin aynı gecesinde birbirlerine bakıp gülmek yerine, tek başlarına evlerine dönüp kendilerini yatağa atmak olmuştur. Eh, blues müziğinin karanlık tarafı gerilerde kalmıştır, vakit artık boogie dansını olabildiğince benimsettirmektir, belki rüyalarda bile…

Monterey Pop ve Woodstock’ta sahne almış nadir gruplardan biri olarak sahne performansının enerjik olması, grup elemanlarının birbirinden kopuk olmadan çalması ve nasıl olursa olsun, “derdini sahnede anlatabildiğin sürece” Canned Heat tayfasında bir sorun olması beklenemezdi.

Living the Blues piyasalara sakin ve “cool” bir giriş yapar, çok ses çıkarmaz, çok da ilgi beklemez ama üzerine düşen görevi belki de tek parça “Going Up The Country” parçasıyla yerine fazlasıyla getirir, “back-to-nature” felsefesinin yapı taşları burada atılır.

Albümün ilk parçası “Pony Blues” kendisi gibi sakin başlar. Bir Canned Heat şakasına daha maruz kalırız ve parçanın aniden başlayıp geriye kalanın sadece etkin bir bass, arada bir tınlayan bir elektrogitar, kendilerine sadık kalan davul ve derdini anlatan adamın sözlerini dinleriz.

İkinci parça “My Mistake”, kendini nakaratlarda fazlasıyla tekrarlayan rifflerle doludur, vokalin acele etmeden, sesini çok yükseltmeden “bir şeyler” anlatması bütün parçayı daha da samimi bir ortama götürür.

Üçüncü parça “Sandy’s Blues” belki de hiçbir özelliği olmayan ve belki de bundan dolayı diğerlerinden daha “güzel” görünen bir blues parçasıdır. Anlatılan olayın kelimelerine paralel bir gidişle atılan riffler ve tınlayan o elektrogitarın karşısında yazılacak pek de bir şey yoktur.

Ve dördüncü parça “Going Up The Country”, parçanın popülerliği Canned Heat kimliğinin önüne geçecek kadar tutulur ve 60’ sonlarına doğru artan “ütopik şarkılar” listesinin başına geçer. Karavanın içinde yaşanan sevişme seanslarının vazgeçilmez parçası ve Woodstock Festival’inin “anonim marşı” haline gelir ve Canned Heat’in kariyeri birdenbire bambaşka bir yere zıplar. Altyapısını blues müzikten alan bir topluluğun ayağındaki ayakkabıyı çıkarıp kendini ormana atan ve iki hafta kayıplarda dolaşan bir geçişin asıl şakası nerede yatmaktadır?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder