24 Haziran 2010 Perşembe
Strange Days
Bugüne kadar The Doors’un müzik kalitesi için şüphe duyanlara çok rastladım. Birinci eleştiri, genellikle Jim Morrison’ın sahnede sergilediği “aşırıcılık” ifadesinin aslında itici olmasıdır. Oyunsal ve dramatik şölenini kendi kurallarıyla çizmesi, kâh yerden kalkamazken, kâh seyircilerin göremeyeceği bir mıntıkada kendinden geçerken zaman geçirmesi, bütün bu önyargının küçük nedenleri olarak görülebilir. İkinci eleştiri ise, sahnede sergilediği dramatik oyunun bir Rock grubuyla özdeşlememesi durumudur: En kısa ve harbi ifadeyle, Jim Morrison, aslında ne bok olduğunu herkesten daha iyi bilmektedir ve müzik kariyerini herhangi bir gelişim yerine, belirli bir harita çizmeden, “görüntü” ve “koreograf” niteliklerini ön plana koyarak sürdürmesidir. Seçtiği elbiseler, şarkı aralarında nazikçe düzelttiği saçları ama bir yandan da içinde gizlice yatan hayvani ve yabancı tarafının en beklenmedik zamanlarda kabarması, seyirci açısından bizi bir ikileme götürmüştür: Morrison gerçekten böyle bir adam mıydı, yoksa her şey şölenin bir parçası mıydı?
Buna inanmak veya inanmamak dinleyiciye kalmış bir şey. Bunun yanında, The Doors’u izlemektense, dinlemeyi tercih edenler de var. Ortaya attıkları “tuhaf” müziğin görüntü kalitesi seyirciye -değindiğim gibi- itici gelebilir. Ama işte, sanki anlatmaya çalıştığım şey biraz da buralarda gizli: İticiliğin, hayvani güdülerin ve bir sanatçının kendini olabildiğince ifade edebilme yetkisi, bazen müziğin dinleyiciye “tuhaf” ve “itici” gelmesiyle başlamak zorundadır. Klasik prosedürle ilerlenmiş müzikal değerleri vardır, Ray Manzarek, organ piyanosunu olabildiğince serbest tutar, Robby Krieger, elektro gitarla pek de haşır neşir bir adam hiç olmamıştır ama gereken soloları ve girişleri zamanında yapar, John Densmore ise, Doors tarafının kızgın altyapısını hazırlar: Birkaç adım ötede ne söyleyeceğini tam olarak bilmeyen bir vokalle çıktığınız yolculuğun özetini anlamak çok da zor bir şey olmamalı: The Doors, bir yerde, Jim Morrison ile üç grup elemanı arasında incecik çizgiyle ayrılmış bir mıntıkada ikamet eder.
Ama zaten bütün hikâyenin anlamı, her şeyin bir şekilde tuhaf olması değil miydi? Dönem tuhaftı, insanları bu tuhaflığın içine sokmak sadece bir an meselesiydi. Bugün yaşayan bizler ise, sadece geçmişte yaşanan bu tuhaflığın gölgelerini arıyor, The Doors’un nasıl bir şey olduğunu hala anlamaya çalışıyoruz.
Nitekim ikinci albümlerini anlayan da çıkmamıştı. Zira albümün piyasalara sürülmesinden birkaç hafta önce, müzik kriterleri The Doors’un ikinci albümünün The Beatles’ın 63’te kırdığı rekoru geçeceğine dair fikir üretiyor, hop başka bir köşede The Doors’un kaliteli müzik yapmadığını inatla söyleyenler de kafalarını çıkarıyordu.
The Doors zor müzik yapıyordu. Arkalarında yatan tuhaflığın cezp edici yanı, üstü örtülü ve karanlık müziğine yoldaşlık yapan ve bu kadar yoğun bir biçimde girdikleri dumanın altında, ifade özgürlüğünü sonuna kadar kullanan bir müzisyenin yan yana gelebilme kanıtıydı. Bu, pizza yerken süt içmek, bir ergenin mastürbasyon yapmaması veya mahallenin delisi olarak seçilen adamın aynı günün gecesinde bir kadına evlilik teklifi yapması gibi bir şeydi.
Hem zaten kaç kişi, The Doors’un çıktığı yolculuğa “kötü” değil de, “özgün” diyebilme cesareti gösterip mensubu olduğu kuşağı biraz olsun sırtlayıp, bazı şeylerin hep aynı kalması gerekmediğini anlatmaya çalışmıştır ki? Hazır malzemeleri bulunan bir dönemde konum, statü veya kimliğin herhangi bir referansa bağlı kalmadan, sadece çıplak ayaklarla bakkala kadar gidip bira alan bir genç, kendisini günün sonunda iyi hissedecek miydi? Dinleyici hiçbir zaman bu kadar bencil olmamıştı. Çünkü karşılarında bencil bir adam görüyorlardı.
Sadece iki sene sonra Miami’de “Light My Fire”ı dinlemek için gelen dinleyici kitlesi, belki de Morrison’dan en zor yükü kendi omuzlarına almış gibi hissedebilirdi ama ortada bir karmaşa vardı. Bir noktadan sonra birine parmak göstermek işe yaramayacağı gibi, konserde yaşanan felaketin sorumluluğunu sahnede aramak da gereksiz olur. Bu şölen böyle gelişmişti, böyle olmalıydı. Doğru veya yanlış.
Albümün açılış parçası “Strange Days”, belki de bu kadar konuştuğumuz hippie counterculture sorununa değinen ve henüz ilk anda içine dâhil oldukları uyuşturucu girdabın müziklerine nasıl bir harita çizdiğini gösteren parçadır. Manzarek’in kurtarıcı org piyanosu parçayı sürükler, Morrison’ın sesi tuhaftır.
“Love Me Two Times”, Krieger’ın enfes bluesy açılışıyla başlar, Morrison’ın sesi genellikle herkesin istediği net ve gür seçimiyle devam eder.
“Moonlight Drive”, gene Doors tayfasının “trippy” olarak ifade ettiği kategoriye girer, eski bir parçadır ve bire değil, ikinci albüme koymaları ilginçtir.
“People Are Strange”, kanımca piyasalara hit olarak sürülmesinden dolayı, sonradan içi doldurulmuş ve aslında “o kadar da iyi bir şarkı değil be abi!” dedirtebilen parçadır. Yani evet, bugün çıktığınız mekânlarda duyduğunuz parçadır ama The Doors’u biraz karıştıran, arkalarda daha iyisini bulacağını bilir. Bir arkadaşımın “sirk müziği” dediğini hatırlıyorum. Bunu iltifat olarak söylemişti.
Ama albümün son parçası, genelin dışında tutulması gereken şarkıdır: “When The Music’s Over”, her şeyden önce, Ray Manzarek’in en iyi dönemlerine tekabül eden ve piyano orgunu The Yardbirds gibi kesik kesik çalmamasıyla dinleyiciye uzun vadede dinlettiren bir yolculuk sunar. Parçanın geneli JA gibi belirli bir harita izlemeyen gidişatıyla hem psychedelic, hem de garage müziğinden bir yanak alarak blues öğesini merkeze koyması, ağızların açık, gözlerin kımıldamadan durmasına yeter de artar.
Müziğine şüphe duyanlar bunu yaşamıştır.
23 Haziran 2010 Çarşamba
Breakestra – Larry Graham & Graham Central Station – Chick Corea Freedom Band
Bu sene 17.si düzenlenecek olan Uluslararası İstanbul Caz Festivali’nin katılımcı listesi, uzun zamandır denildiği gibi bir hayli kabarık. İşi gücü olan / olmayan, yazın bir yerlere kaçıp tatiline renk vereceğini düşünenler / düşünmeyenler, ya da Dünya Kupası’nın bitmesiyle yoğun bir depresyona girecekler / girmeyecekler, zamanınızın bir bölümünü ayırın ve olabildiğince ayağımıza kadar gelen bu adamları kaçırmayın.
60’ ortalarında kurulan ve kanımca 70’lerin “disco” kültürünü KC and The Sunshine Band’den sonra en etkin bir şekilde dünyaya tanıtan meşhur funk / psychedelic soul grubu Sly and The Family Stone’un bass gitarcısı Larry Graham’ı görmek heyecan verici. 70’ ortalarında kolları iyice sıvayıp San Francisco’ya taşınan ve kısa sürede kurduğu Graham Central Station grubuyla başlayan hikâyesi halen devam ediyor. Santana’yla beraber çalışan Neal Schon ve Jefferson Starship tayfasının vazgeçilmez elemanı Pete Sears ile İstanbul’a gelecek olmaları, her şeyi sadece daha heyecanlı yapıyor. YES!
1996’da kurulup funk müziğiyle piyasaya çıkan ve aslında cesaretli bir işe kalkışan Breakestra grubunun hayatımıza aniden girmesi, her şeyi daha zor ve güzel yapmıştır. Hatta söylenenlere göre, New York / Bronx mahallesinin nostaljik ve özlenen tehlikesi bu günlerde geri dönmüşe benziyor: Şayet Bronx’da ikamet eden en leş ve en güzel caz kulüplerinin güvenlik görevlileriyle muhabbetiniz yoksa, üç yüz altmış derece stayl bir dönüşle şehrin kaderiyle baş başa kalıp dinleyemediğiniz adamların videolarını ancak netten bakıp kendinizi avutabilirsiniz. Bronx, eski havasına döner mi bilinmez ama Breakestra’nın İKSV’nin Şişhane’deki yeni binasında çıkması belki de her şeyin o kadar da uzakta olmadığını gösteriyor. 2005’te çıkardıkları “Hit The Floor” ve geçen sene piyasalara süren “Dusk Till Dawn” albümüyle İstanbul’u ziyaret edecek bu adamları kaçırmayın derim. Grubun Los Angeles çıkışlı olması ve utanmadan / çekinmeden / sıkılmadan ve inatla soul ve funk müziğinin vazgeçilmez “groovy” öğelerini salt eski tüfeklerin öğretileriyle çalmaları, şapkalarımızı çıkarıp saçlarımızı savurmamız için bir neden daha gösteriyor. YES!
Seksen beş yaşına gelen ve fusion / avant-garde cazın vazgeçilmez davulcusu Roy Haynes ile Duke Ellington ile uzun seneler çalışmış olan Kenny Garret’la gelen Chick Corea Freedom Band de ilginç konserlerden bir tanesi.
Son olarak, 2009 Şubat’ta kurulan, Saper Şahbaz, Esat Ekincioğlu, Uğur Küpeli ve Fikret Erenyol’dan oluşan akustik/ hip-hop /caz triosu Plongeur Quartet’i izlemenizi tavsiye ederim.
Araştırın, bakının, sevişin, mutlu olun!
60’ ortalarında kurulan ve kanımca 70’lerin “disco” kültürünü KC and The Sunshine Band’den sonra en etkin bir şekilde dünyaya tanıtan meşhur funk / psychedelic soul grubu Sly and The Family Stone’un bass gitarcısı Larry Graham’ı görmek heyecan verici. 70’ ortalarında kolları iyice sıvayıp San Francisco’ya taşınan ve kısa sürede kurduğu Graham Central Station grubuyla başlayan hikâyesi halen devam ediyor. Santana’yla beraber çalışan Neal Schon ve Jefferson Starship tayfasının vazgeçilmez elemanı Pete Sears ile İstanbul’a gelecek olmaları, her şeyi sadece daha heyecanlı yapıyor. YES!
1996’da kurulup funk müziğiyle piyasaya çıkan ve aslında cesaretli bir işe kalkışan Breakestra grubunun hayatımıza aniden girmesi, her şeyi daha zor ve güzel yapmıştır. Hatta söylenenlere göre, New York / Bronx mahallesinin nostaljik ve özlenen tehlikesi bu günlerde geri dönmüşe benziyor: Şayet Bronx’da ikamet eden en leş ve en güzel caz kulüplerinin güvenlik görevlileriyle muhabbetiniz yoksa, üç yüz altmış derece stayl bir dönüşle şehrin kaderiyle baş başa kalıp dinleyemediğiniz adamların videolarını ancak netten bakıp kendinizi avutabilirsiniz. Bronx, eski havasına döner mi bilinmez ama Breakestra’nın İKSV’nin Şişhane’deki yeni binasında çıkması belki de her şeyin o kadar da uzakta olmadığını gösteriyor. 2005’te çıkardıkları “Hit The Floor” ve geçen sene piyasalara süren “Dusk Till Dawn” albümüyle İstanbul’u ziyaret edecek bu adamları kaçırmayın derim. Grubun Los Angeles çıkışlı olması ve utanmadan / çekinmeden / sıkılmadan ve inatla soul ve funk müziğinin vazgeçilmez “groovy” öğelerini salt eski tüfeklerin öğretileriyle çalmaları, şapkalarımızı çıkarıp saçlarımızı savurmamız için bir neden daha gösteriyor. YES!
Seksen beş yaşına gelen ve fusion / avant-garde cazın vazgeçilmez davulcusu Roy Haynes ile Duke Ellington ile uzun seneler çalışmış olan Kenny Garret’la gelen Chick Corea Freedom Band de ilginç konserlerden bir tanesi.
Son olarak, 2009 Şubat’ta kurulan, Saper Şahbaz, Esat Ekincioğlu, Uğur Küpeli ve Fikret Erenyol’dan oluşan akustik/ hip-hop /caz triosu Plongeur Quartet’i izlemenizi tavsiye ederim.
Araştırın, bakının, sevişin, mutlu olun!
18 Haziran 2010 Cuma
Record Collector II: Ian and The Zodiacs / The Soulbenders / The Rugbys
Kahve bardağının kül tablası niyetine kullanılması anlaşılır bir şeydi. Yaz mevsiminin odalarımıza sinsice yaklaşıp girmesiyle birlikte, belki de hemen hemen herkesin kafası karıştı. Yasemin kokuları, kımıldamayan yapraklar, uzaklardan belli belirsiz gelen bir takım sesler, yukarı komşunun devamlı sevişmesi ve okulların paydos demesi, başka bir dilde, bir takım duyguları iki ayağı bir pabuca sokarak, belki de bütün bir sene boyunca beklediğimiz mevsimin bizi daha farklı yollara sokabildiğini gördük.
Kapısız bir oda yapan gençlerin hiçbir zaman pişman olmadığına şahit oldum. Kokuların, kelimelerin ve seslerin arasında kaybolan bir insan, günümüzde “sıçtın mavisi” olarak tabir edilen manzarayı gördüğünde, belki de hayatının en iyi vaktini geçirmiş olduğunu düşünecek ve arkasında yatan üretkenliğin trajikomik sahneleriyle hesaplaşması gerekecek. Bunu başaranlara şapkamı çıkartmak istiyorum.
Neyse ki küçük törenlerimiz devam ediyor. Günü kurtarmaya değil, bir listeye zilyon tane şarkı sığdırabilen plak koleksiyoncuların fark etmeden, kendilerine karşı bir alan açtığını ve bu alan içinde olabildiğince kaybolduklarını bir daha ve bir daha görmek, belki de mevsimlerin o kadar da acımasız olması gerekmediğini söyler gibiydi. Bu yüzden, kahve bardağından bir fırt alırken, döktüğüm külün kahveyle beraber gelmesi, ağzımda çok da acı bir tat bırakmadı. Sabah uyandığımda, eski törenciklerin halen, bir şekilde devam ettiğini anlıyor gibiydim.
Ian & The Zodiacs, belki de müzik tarihinde en uzun ve en kısa kariyere sahip beat grubudur. Grup elemanlarının devamlı değişmesi ve 60’ başlarında İngiltere’nin kilit mekânlarında çalmaları bir tür cevap gibiydi: Sevgili overrated grup The Beatles gibi, Liverpool’un vazgeçilmez mekânı olan The Tavern’de bir hayli zaman geçirmiş birileri olarak, asıl popülerliği çoğu grup gibi Almanya’da yakalamışlar. 66’ senesinde kaydettikleri “Why Can’t It Be Me” parçası, çoğu yerde değinmeyi sevdiğim bir gerçeği tekrar kanıtlıyordu: The Beatles kapıyı aralamak için son güç çalar ve genç kızlar son desibele varıp çığlıklarını Paul Mc Cartney’e atfederken, arka kapıda aynı format, aynı enstrüman ve aynı ritmik jazz / garage malzemelerini kullanarak çok ama çok daha anlaşılabilir bir müzik sunmuştur. Liverpool, sen nelere kadirsin!
The Soulbenders’in kendi halinde şekillenen kariyerine baktığımda, aslında söylenecek çok da bir şey olmadığını fark etmek, insanı bu gençlere daha da yakınlaştırıyor. 67’de piyasalara sürdürdükleri “I Can’t Believe In Love” parçası, birkaç genç arkadaşın kendi aralarında “bir şeyler çalmak için” düşüncesiyle çıktıkları yolculuğun en güzel zamanı olarak akıllarda kalmış. Parçanın klibi grup elemanlarının kendi kameralarından çekilerek televizyonlara düştüğünde, belki de dinleyicinin The Soulbenders’a karşı duyduğu naif düşünceler kabarmıştır. Evet, Billboard’un listesine giremese de, az tanınan ve tanındığı takdirde bir insan hakkında –tıpkı ayakkabısına bakar gibi – pek çok fikir verdiğini düşünürüm.
Tıpkı yazdığım diğer iki grup gibi, The Rugbys – bir başka adıyla The Warlock – çoğunlukla cover şarkılarla dinleyicinin dikkatini çekip, ardından kendi parçalarıyla kitleyi ucundan tavlamıştır. Bob Seger ve Grand Funk Railroad gibi gruplarla çalan Rugbys tayfası, 1969 sonlarında ilk ve tek albümü olan Hot Cargo’yu çıkarır ve hit single olarak “Wendegahl” parçasını seçerler. Canned Heat grubuna benzer boogie müziğine yakın olması, vokalin rahatsız edici bir maskülen tarafını müziğin merkezine koyup, garage öğelerine de değinmesi, kaçınılmaz olarak listeye alınması gereken parçalardan biri haline getirmiştir.
Kapısız bir oda yapan gençlerin hiçbir zaman pişman olmadığına şahit oldum. Kokuların, kelimelerin ve seslerin arasında kaybolan bir insan, günümüzde “sıçtın mavisi” olarak tabir edilen manzarayı gördüğünde, belki de hayatının en iyi vaktini geçirmiş olduğunu düşünecek ve arkasında yatan üretkenliğin trajikomik sahneleriyle hesaplaşması gerekecek. Bunu başaranlara şapkamı çıkartmak istiyorum.
Neyse ki küçük törenlerimiz devam ediyor. Günü kurtarmaya değil, bir listeye zilyon tane şarkı sığdırabilen plak koleksiyoncuların fark etmeden, kendilerine karşı bir alan açtığını ve bu alan içinde olabildiğince kaybolduklarını bir daha ve bir daha görmek, belki de mevsimlerin o kadar da acımasız olması gerekmediğini söyler gibiydi. Bu yüzden, kahve bardağından bir fırt alırken, döktüğüm külün kahveyle beraber gelmesi, ağzımda çok da acı bir tat bırakmadı. Sabah uyandığımda, eski törenciklerin halen, bir şekilde devam ettiğini anlıyor gibiydim.
Ian & The Zodiacs, belki de müzik tarihinde en uzun ve en kısa kariyere sahip beat grubudur. Grup elemanlarının devamlı değişmesi ve 60’ başlarında İngiltere’nin kilit mekânlarında çalmaları bir tür cevap gibiydi: Sevgili overrated grup The Beatles gibi, Liverpool’un vazgeçilmez mekânı olan The Tavern’de bir hayli zaman geçirmiş birileri olarak, asıl popülerliği çoğu grup gibi Almanya’da yakalamışlar. 66’ senesinde kaydettikleri “Why Can’t It Be Me” parçası, çoğu yerde değinmeyi sevdiğim bir gerçeği tekrar kanıtlıyordu: The Beatles kapıyı aralamak için son güç çalar ve genç kızlar son desibele varıp çığlıklarını Paul Mc Cartney’e atfederken, arka kapıda aynı format, aynı enstrüman ve aynı ritmik jazz / garage malzemelerini kullanarak çok ama çok daha anlaşılabilir bir müzik sunmuştur. Liverpool, sen nelere kadirsin!
The Soulbenders’in kendi halinde şekillenen kariyerine baktığımda, aslında söylenecek çok da bir şey olmadığını fark etmek, insanı bu gençlere daha da yakınlaştırıyor. 67’de piyasalara sürdürdükleri “I Can’t Believe In Love” parçası, birkaç genç arkadaşın kendi aralarında “bir şeyler çalmak için” düşüncesiyle çıktıkları yolculuğun en güzel zamanı olarak akıllarda kalmış. Parçanın klibi grup elemanlarının kendi kameralarından çekilerek televizyonlara düştüğünde, belki de dinleyicinin The Soulbenders’a karşı duyduğu naif düşünceler kabarmıştır. Evet, Billboard’un listesine giremese de, az tanınan ve tanındığı takdirde bir insan hakkında –tıpkı ayakkabısına bakar gibi – pek çok fikir verdiğini düşünürüm.
Tıpkı yazdığım diğer iki grup gibi, The Rugbys – bir başka adıyla The Warlock – çoğunlukla cover şarkılarla dinleyicinin dikkatini çekip, ardından kendi parçalarıyla kitleyi ucundan tavlamıştır. Bob Seger ve Grand Funk Railroad gibi gruplarla çalan Rugbys tayfası, 1969 sonlarında ilk ve tek albümü olan Hot Cargo’yu çıkarır ve hit single olarak “Wendegahl” parçasını seçerler. Canned Heat grubuna benzer boogie müziğine yakın olması, vokalin rahatsız edici bir maskülen tarafını müziğin merkezine koyup, garage öğelerine de değinmesi, kaçınılmaz olarak listeye alınması gereken parçalardan biri haline getirmiştir.
16 Haziran 2010 Çarşamba
The Doors / 1966
Şehrin öteki tarafında yatan binlerce üçkâğıtçının anlattığı ucuz hikâyelerle yetişmiş çocuklar, ertesi sabah gidecek yeri olmadığı için, anlatılan hikâyelere göre hareket ederdi.
Otobanın ortasında kaza yapan arabanın içinden çıkan deri pantolonlu palyaçoya yaklaşabilmek için, bir ton söz dökmek yerine, şakasına gülmek yeterliydi.
Bu tuhaf ve rengârenk sirkten çıkabilmek için ayık olunmalı, önüne atlayan cücelere aldırış etmeden, girilen çadıra bir başkası olarak çıkılmalıydı.
Ancak her şey bilinen gibi gelişmedi. Sözler döküldü, kalemler yazdı, fotoğraflar çekildi, şampanyalar patladı, kahkahalar atıldı, turnelere çıkıldı, uçaklara binildi ve fırtına devam etti.
Seneler sonra anlaşıldı; bir kuşak, milyonlarca insan ve kafası karışık bir palyaço: Bilinen ve bilinmeyen şeyler vardı. Arasındaki kapıları gören yoktu.
Bir köşede İsa olduğunu söyleyen yaşlı bir adam, yanında köpeğiyle yatmış bir dilenci, yırtık defterinden yazmış olduğu şiirleri okuyor. Bir başka köşede pembe renkli dondurmalarını iştahla yalayan genç kızlar, arkalarına oturmuş birkaç çocuk, Playboy dergisini okur gibi yapıp, göz ucuyla kızları kesiyor. Havada uçan başıboş gazete ekleri, aralarından sıyrılan birkaç martı ve bütün bulvarı ortadan ikiye kesen Sunset Strip.
Tuhaf bir gölge şehre inmişti bile. Ailesinin yatmasını bekleyen genç kızlar, erkek arkadaşlarından bir öpücük almak için gecenin bir vaktinde bahçeye inedursun, elli metrekarelik dairesini televizyondan gördüğü reklamlarla döşeyen cici hanımlar ve kapıda karşılanan jilet kocaları: Birinci gün biricik kızlarının ne kadar büyüdüğünü fark edeceklerdi. Üçüncü gün, kızlarında daha önce fark etmedikleri alışkanlıkları göreceklerdi. Beşinci gün, kızlarının saçlarını daha farklı taradığına şahit olacak, kapı aralarında “Bu kıza ne oluyor böyle?” denilecek ve bir aile toplantısı için salona gidilecekti. Soru yağmurları başlayacaktı: Sen regl oluyor musun, erkek arkadaşın mı var, derslerin neden bu kadar kötü, yakanı düzelt, şu hareketi yapmayı kes, seni tanıyamıyoruz artık, biz seni böyle yetiştirmedik! Kızları tabii ki çığlık atıp odasına kapanacak ve altıncı gün ailesine bir not yazacak:
“Bir süreliğine evde olmayacağım. Beni affedin.”
Los Angeles, 1965. Kibrit çıkarılmıştı bir kere, yanıp sönmesi ne kadar uzun sürebilirdi ki? Hikâyeyi zor yapan fırtınanın kısalığından mı kaynaklanıyordu, yoksa onu dinleyenler eski ayıklığını bulamıyordu da, son çare daha mı çok sarhoş olmaktı?
Jim Morrison, UCLA Film Okulu’nda Ray Manzarek ile tanışır. Beraber asit atarlar, sahile çıkarlar, şiir, politika, film ve müzik hakkında muhabbet ederler. Morrison, kabaran film merakına engel olamaz ve okul için bir kısa film yapar. Film beğenilmez; aykırı, tuhaf ve anlaşılması zordur. Okulu bırakıp New York’a gider ve bir süre burada yaşar. Ama geri dönüşü uzun sürmez. Bir akşamüstünde Ray Manzarek ile tekrardan karşılaşır. Sahile inerler, uzun zamandır şiir yazdığını, kâğıda bir şeyler çizdiğini söyler. Manzarek birazını duymak ister. Morrison çekinir. Manzarek ısrar eder. Morrison mırıldanır. Kibritin ilk kıvılcımları çıkar, “Moonlight Drive” parçasını söyler. Ray Manzarek, uzun konuşmaların ayrıntısına takılmadan, beraber bir grup kurmaları gerektiğini düşünür. Morrison, grubun adını çoktan koymuştur: If the doors of perception were cleansed, everything would appear to man as it is: Infinite.
The Doors, 65’ yazından itibaren bir sene boyunca Los Angeles’ta stüdyoya kapanır. Ray Manzarek, henüz grubun ilk oluşma sürecinde tanıdığı davulcu John Densmore ile irtibata geçer, gruba katılmasını önerir. Kabul ettiği gibi, yanına arkadaşı Robby Krieger’ı da getirir. Densmore, daha önceleri lisede aşinalık kazandığı bluesy ritmine yakındır, Krieger ise flamengo tarzı riffleriyle içli dışlıdır. Her ne kadar başta Morrison’ın kulağına basit gelse de, flamengo rifflerinin elektrogitarda apayrı bir hava verdiğini fark eder ve grubun “tuhaflığı” daha ilk başta, müzikal kombinasyonun aslında birbirinden tamamen zıt olmasıyla başlayan ve ilerledikçe daha da tuhaf olmaya meyilli bir kariyerinin açılan kapısıyla kibrit yanar.
Ancak grubun şarkıya ihtiyacı vardır. Robby Krieger, uzun zamandır üzerinde durduğu bir parçayı acoustic gitarla söyler. Parça grup elemanları tarafından hemen beğenilir. Ancak parça, yeterli dikkati ve gücü henüz kazanamamıştır. Ray Manzarek, organ piyanosuyla uğraşır, biraz kaybolur, sonra tekrar geri gelir. Jim Morrison, Krieger’ın yazdığı sözleri farklı bir formatta söyler, Densmore, araya sıkıştırdığı davul ataklarıyla destek verir. Ama bu da yetmez. En sonunda, Ray Manzarek, “Nereden ve nasıl geldiğini bilmeden!” diyerek açıkladığı asıl melodiyi parçanın açılış kısmına yapıştırıverir: “Light My Fire”
Sunset Strip mekânına 66’da başlarında çıkarlar ve Light My Fire parçası çok tutulur. Morrison’ın içindeki küçük ve utangaç çocuğun sahneye bakamayışı devam eder, bir anlığın ışığı, şaşkın gözlerle kalakalmış genç çocuklar ve kızlar, barmenin kalkan kafası ve başlayan tuhaf bir sirk gösterisi; sadece birkaç blok ötede duran Whisky A Go Go kulübünün seneler sonra düzenli olarak “The Doors Night” düzenlemesi bir kenara, 66’ Mayısında verecekleri konsere gelmeyen Jim Morrison’ı bir motelde asitliyken bulan Ray Manzarek, çok sonraları şunları söyleyecektir: “Hayatımızın en iyi konseri olacağını o an anlamıştım.”
Gerçekten oldu mu? Yoksa başka bir şey mi vardı? Jim sahneye LSD almış şekilde çıkar. “The End” parçasını ister ve grup elemanları şarkının asıl formatını bir süreliğine çalar. Fakat parça fark edilmeden uzamaya başlar ve Morrison sözleri değiştirir. Grupta kimse nereye gittiğini bilmez ama parçaya sadık kalarak çalmaya devam ederler. “The killer awoke before dawn / He put his boots on / He took a face from the ancient gallery and he walked down the hall / And he came to a door / And he looked inside… Ve belki de günün anlam ve özetini arkalardan atılan şuh bir orospu kahkahasıyla açıklayan Whisky A Go Go mekânı, tıpkı Morrison’ın bu tuhaf dünyada şahit ettiği gibi, herkes, bir anlamda, bir şekilde, bu çocuğun ağzından çıkanlara hayret ederek, belki de güçsüzleşen tabunun tam ve tam kırılmasına ortak olmuştur. Mekânın sahibi grubu kovar, go go kızları şaşkındır, seyircilerse, sadece susmaktadır.
The Doors’un kariyerini kronolojik olayların sırasına dizip makaleye devam etmek, bu noktadan sonra ne kadar kolay bir şey olur bilinmez ama hikâyenin biraz öteki tarafına bakmak, hem bana, hem okuyucuya daha zevkli gelecektir. Çünkü bir noktadan sonra, The Doors ve Jim Morrison, anlaşılması zor ve komik bir dönemin içine girecektir.
The Doors / I Looked at You (1966)
Jim Morrison’ı özel yapan şey neydi ki? Seksi miydi? Tahrik edici miydi? Sözleri ve duruşu, saçları ve giyimi, sesi ve hareketleri, gülüşü ve kırgınlığı; tehlikeli ve kaçınılması gereken bir fanatikliğin buyurduğu tapınmanın kökleri nerede yatıyordu? Çok uzun sürmedi, seyirci, bu “iyi görünen ve daha önemlisi, seyirciyle oyun oynamayı çok seven” müzisyenin arkasında saklanan maskülen ve hayvani kişiliği anında fark etti. Madem başlatılmıştı böyle bir tören, kusursuz ve olabildiğince aykırı olmalıydı.
Jim Morrison müziğe karşı erotik bir tavır sergiliyordu, sahne performansı açısından dramatik ve oyunsal bir şölen sunup, en önemlisi, dönemin çoğu müzisyenine zıt, aslında söyleyecek önemli bir şeyi hiç mi hiç yoktu. Los Angeles çıkışlı bir grupsanız, söyleyecek çok önemli şeyleriniz olmalıydı, ya da Jim Morrison gibi bir müzisyene güvenip, grubun imajını anında “tek” bir özneye indirgeyip kuşağı eğlendirecektiniz. Eğlence ve literatür hiçbir zaman bu kadar yan yana durmamıştı.
İlk albüm beş gün içinde çıkar ve açılış parçası “Break On Through” seçilir. John Densmore’un aşırı ritmik jazz ve blues açılışı, Krieger’ın rifflere direk yüklenmesi, Morrison’ın aşırı maskülen sesi ve Ray Manzarek’in piyano orgu; iki buçuk dakikada, uzatmadan, iddialı ve zararlı, üstüne sinen kızgınlığın öbür ucunda yatan eğlencenin tehlikeli tarafına götüren, tahrik edici, teslim olmaya zorlayan ve ne olursa olsun, sirkin görünmeyen tarafıyla sevişmeye aç, genç ve henüz hazır olmayan bir âlemin zorlayıcı parçası. Sonucu ne kadar ağır olacaktı? The Doors, acaba araladığı kapının ötesinde “hazır ol” durumunda yatan kuşağın ne kadar fanatik olabileceğini bilebilir miydi?
The Doors / Break On Through (1966)
“Soul Kitchen”, Ray Manzarek’in kısa sürede benimsettiği piyano orgun baskın tarafıyla yaşamaya muhtaç bir genç müzisyen. “Light My Fire”, biraz dans etmeye devam edin, henüz yeni yeni yanan kibritin ateşiyle yaktığınız sigaranın çıkardığı mahrem harita ve geldiğiniz son nokta. Biraz daha yerinizden oynayın, “Back Door Man”, çekilin kenardan, bu kızgınlık, bu saçma tören, bu teslimiyet, bu gürültü: Pat pat pat, atılan maytaplar, sıcaklığına kavuşan Sunset rüyası, Jim Morrison’ın posterleri…
The Doors / Soul Kitchen (1966)
İkinci kısım, dördüncü parça “Take It As It Comes”, gene Manzarek’in Morrison’la çok iyi yaptığını düşündüğüm piyano org kombinasyonu, enerjik ve teslimiyetçi bir tavırla dinleyiciyi de yanına alan, albümün gizli kahramanı.
The Doors / Take It As It Comes (1966)
Kim bilebilirdi ki, cereyanına âşık kapıların açılacağını.
“Beautiful friend,”
“The End.”
9 Haziran 2010 Çarşamba
Top 20 Road Trip
Dostoyevski’nin cinleri gibi olmasa da, gecenin bir yarısında bavulunu toplayıp haritasız bir “hiççilikle” koyulduğu sıcak yolda, kulağına tekrar ve tekrar fısıldayan cinlerin ne dediğini dinlemek, çok da ürkütücü bir şey olmamalı. Önceki akşam omzunun iki yanında gördüğü iki elemanın konuşması çok uzun sürecekti; ara sıra tuvalete gidilecek, bir paket daha açılacak, biraz geçmiş, biraz gelecek ve attığı adımların kenarlarında beliren alçak renklere göz atacaktı.
Çevrilen kontağın sesi, uzaklardan havlayan birkaç köpek, çöpçünün tehditkâr bakışı, vitesin cevabı, açılan radyo ve yolculuğun öteki tarafı.
Böyle bir listenin yapım aşaması her ne kadar zevkli ve eğlenceli gibi gözükse de, “eleme kısmı” gibi acıklı bir tarafı olduğu için, bu yirmi parçanın dışına taşmış başka parçalar uzaktan bize bakarak sigaralarını “hadi leyn stayl” içeceklerdir. İçmeyenler birer armut yesin.
Hepimizin kulak sporu birbirinden farklı bir program izlemiştir, bu yüzden seçilen parçaları sadece “yolda” referansını önde tutarak değil, satır aralarında görülen ve kariyerlerini bir şekilde Jack Kerouacçı bir tavırla çizen grupları düşünerek de sıraladım.
Sanırım kulağıma fısıldayan cinleri diğerlerinden ayıran en önemli özellik, zamanında onlara da fısıldamış olmalarıdır. Fısır fısır konuşmak yerine, bırakın hepsini yazayım.
20) Carol Fran – I’m Gonna Try
Ellilerin sonlarına doğru New Orleans’ta yaşayan başarısız şairlerin sözleriyle yazdığı parçalar, çok sonraları dönüp dolaşarak arabaların arka koltuğunda sevişen gençlerin şarkısı olarak geri dönecekti. Carol Fran’ın çok tanınmaması, belki de sağlam bir altyapı ve çevreden gelmemesiydi, kendine has dinleyicisinin ilgisiyle şahane bir hayat yaşayarak yoluna devam etmiştir.
19) Jackson Browne – Running On Empty
Politikayı salya akıtarak gündeme taşımak yerine, kariyer çizgisini oldu olası “cool” bir duruşla tutup üretkenliğiyle geri dönen Jackson Browne, “Running On Empty” parçasıyla koca bir jenerasyonun bir tür boşluğa doğru ilerlediğini anlatır. Her boşluk kötü olmak zorunda değildir, iyisi, arabanın içinde, ilerlemektir.
18) Van Morrison – Gloria
Belki de hepimizin, zamanında avazı çıkana kadar bağırarak söylediğimiz parçadır. “Zamanında” dememe bakmayın, seneler önce bir arkadaşımla ilk defa dinlerken, içine düştüğümüz hallerin anısı hala canlıdır. Viyana’ya arabayla nasıl gidilir bilemem ama bir gün yolunuz otobana düşerse, parçanın sesini açın.
17) War – Low Rider
Gecenin bir yarısında acıkan karınlar ve açık bir büfe bulmak için neredeyse bütün şehri arabasıyla gezmek zorunda kalanlar: Dikkatli sürünüz, elbet açık bir yer bulacaksınız.
16) Steve Miller Band – Take The Money and Run
Billy Joe ve Bobbie Sue’nun yolda geçen aşk serüveni. İki âşık, evde oturup ot içmekten daha önemli bir işi olmayan ve maddi sıkıntıya düştükleri zaman arabaya atlayıp herhangi bir yeri soyarak hayatlarını anlatan parçadır. Listede olması gereken parçadır.
15) Elton John – Tiny Dancer
“Tiny Dancer” 72’de piyasaya sürülse de, bu listeye koymasaydım içim rahat etmezdi. Yolda geçen zamanı unutturan, ne olursa olsun, 60’ kuşağına göndermesini en etkin şekilde yapan parçalardan bir tanesidir.
14) Canned Heat – Going Up The Country
Parçanın Woodstock Festival’iyle özdeşleşmesi ve aradan geçen senelere rağmen halen arabalarda eksikliğini hissettirmemesi, listeye girmesinin ana sebebidir. Eksikliğini bir tür milli marşında arayan kuşağa orta parmağını çıkarır ve “Road Song” dedikleri bir alt kültürün oluşmasına katkıda sağlar. Her ne kadar Canned Heat tayfasının “On The Road Again” ve “The Road Song” gibi başka parçaları olsa da, “Going Up The Country”nin yeri bir başkadır.
13) The Tornadoes – Bustin’ Surfboards
Dondurmalarını sahil kenarında yalayan tehlikeli kızlar, üstü açık arabadan kızlara cirit atan küçük Elvis’ler, vitesin birde ilerlediği sıcak asfalt, California, surf ve 60’ başları. Listenin “olmazsa olmazı”!
12) The Blues Project – I Can’t Keep From Crying
Al Kooper’ın her zamanki gibi gruba “çaktırmadan” yaptığı katkının meyveleri, seneler sonra The Blues Project’in parçayı tekrar çalmasıyla lezzetine lezzet verir. Projections albümündeki versiyonu blues türüne kaçınılmaz bir psychedelic havası katar. Hangisi daha başarılıdır size kalmış ama yola koyulacaksınız, ikisinden birini mutlaka seçin!
11) The Doors – L.A. Woman
Kemerinizi takın, pencereyi açın ve arkanıza yaslanın.
10) The Rolling Stones – Jumpin’ Jack Flash
Gözümün önüne Mick Jagger’ın elastik vücudu gelse de, kendisi gibi, parça hep bir “asshole” olarak kalacaktır. Listede olmadığı takdirde yolunuza bir harita çizmeye karar verirsiniz ki, bu olmaması gereken bir şey! Dinlemeye devam edin, o sizi bulacaktır.
9) Iggy Pop – The Passenger
Sadece bir yolcu olmanın dayanılmaz güzelliği! Şehrin içinden, dışından, kenarından, neresinden giderseniz gidin, hayata bir yolcu olarak geldiniz, yolcu olarak ayrılacaksınız. Sesi sonuna kadar açın. Hayat ne kadar kötü olabilir ki?
8) Grand Funk Railroad – Country Road
Tıpkı parçanın kendisi gibi yavaş ve ağır ilerleyen bir arabanın içindesiniz. Bunaltıcı sıcak, cadı kazanından çıkmış bir yol ve nereye gideceğini bilmeyen ama şehrin gürültüsünden ayrıldığını çok iyi bilen adamların grubu, parçası!
7) Tommy James and The Shondells – Hanky Panky
Bir kere dinlemekle yetmeyen, dinledikçe daha da dinlenesi bir hal alan parçanın bir başka “listede olmazsa olmazıdır”! Surf türüne belki de ilk defa söz sıkıştırarak piyasaya çıkan Tommy James ve tayfası, listede olmayı belki de Kerouac’in yolda tanıştığı insanlara açıkça belirttiği “only interested in mad ones!” görüşünü “fazlasıyla” kariyerlerine yansıtmalarından hak etmiştir. Ayrımcılığa takılmayın, parça sizi herhangi bir yere üfleyecektir.
6) Creedence Clearwater Revival – Run Through The Jungle
CCR’in hayata karşı sergilediği ve kendine has “serbest bırakma” düşüncesinin son durağı genellikle “yolda olmaktan” geçer. “Run Through The Jungle”, son hız içinden geçilen o “ormanın” belki de öteki tarafıdır. Parça, sıcak asfaltın bunaltmayan yerine tekabül eden hiççiliğe işaret etmez mi?
5) Steppenwolf – Born To Be Wild
Onlarla ilk kez “Easy Rider” filminin açılışında tanıştık. Filmin kendisi gibi, bütün bir Amerika’yı dolaşan ve karşılaştıkları insanların ön yargısına maruz kalarak inatla ve şehvetle yolculuğuna devam edenlerin hikâyesi!
4) Booker T. & The Mg’s – Green Onions
Açık kalan pencerenin arasından sıyrılarak suratınıza vuran rüzgârın melodisi, yolların efendisine tanıklık eden ve ne olursa olsun yolda kalmaya muhtaç bir kuşağın açılış parçası. En iyisi “repeat” tuşuna basın ve yollar sizin olsun!
3) The Marketts – Out Of Limits
63’te piyasalara girmesiyle yetinmeyen, sanki çıktığı yolculuktan bir intikam almak ister gibi ilerleyen arabası, onun atı, onun en iyi dostu, tek şahidi ve sırdaşı olmuştur. The Twilight Zone’dan bildiğimiz Rod Serling’in gruba açtığı davayı kenara atarsak, The Marketts’ın kariyeri boyunca surf ve garage türünün etrafında enstrümantal takılmaları, bir anlamda, başarılarının mimarisi olmuştur.
2) Ray Charles – Hit The Road Jack
Jack Kerouac’in “On The Road” kitabına hitaben Percy Mayfield tarafından yazılan ve Ray Charles’ın altın parmaklarıyla hayat bulan, 50’lilerin caz, uyuşturucu ve şiir üçlemesi etrafında şekillenen ve 60’ başlarında asıl rüzgârını yollara estiren parçadır.
1)Bob Dylan – Like A Rolling Stone
Tutunamayan, kimliksiz gezen, uğradığı kasabadan gizlice ayrılan ve yoluna devam eden. “Like A Rolling Stone”, kimin için ne ifade ederse etsin, yenilginin ve hayal kırıklığın dayanılmaz rahatlatıcısı olarak bizi yollara davet etmeye devam edecektir.
7 Haziran 2010 Pazartesi
Sock! Pow! Zok! Bam! Blap! Whap! Bıff! Zbam!
Eski tüfeklerin ağır kurşunuyla uçmadan önce son bir şekerleme sunmak istedim. DC Comics dergisinin sahibi ve Batman karakterini başka bir vizyonla çizen Bob Kane ile Bill Finger’ın dünyada çok tutulan dizisinden bahsetmek istiyorum. 61’de yayıma giren serinin, beş sene sonra televizyonlarda dizi olarak çekilmesine karar verildikten sonraki “uç” dönemden çıkmak pek kolay bir şey değil. Belki hatırlayan vardır, çocukken ara sıra televizyonlara düşerdi.
Bugün kendi aramızda “Batman müziği!” dediğimiz melodinin kökleri, 60’ başlarında Manhattan’ın en iğrenç mahallelerinde caz çalan Neal Hefti’ye ait. Bir sürü başka müzisyende görebileceğimiz gibi, piyasaya tek bir “hit” single ile çıkıp ömür boyu ekmeğini yediren parçalardandır. Parçanın henüz 60’ başlarında ortaya çıkması, kaçınılmaz olarak işin içine surf ve garage öğelerini de katmış. İnce ve hızlı elektrik müziği, araya giren motifler ve dizide seyrine doyum olmayan, her seferinde farklı bir “dayak efektiyle” bizleri diziye daha da çok kilitlendiren özellikti. Bunun yanında, Batman ve Robin’in bütün araç ve gereçlerin spesifik bir adı olması da çok iyiydi. Mesela Batman bir helikopterin içindeyse ve denize atlayacaksa, onun kesin bir Bat Ladder / Yarasa Merdiveni olurdu. Bu tür şeyler akılda kalıyor işte.
Sanırım dizide “akılda kalıcı” başka unsurların bolluğundan dolayı, bu yazı beni buralara getirdi: Batmobil / Yarasa Arabasının aslında 63’bir Buick olması ve çalışanlar tarafından bir şekilde modifiye edilerek verilmesi, Batman’ın olağan bir yerde ortaya çıkmasıyla ona hayran kalan kızların elbisesi ve sevgilerini gereğinden “fazla” göstermesi, Joker’in tamamen psychedelic öğeleriyle dolu olması (uzun ve ince gülüşü, mabedinde bulunan ve nedense hiçbir işi olmadan kenarda sigara(?) içen kızların varlığı, karakterin sürreal benzetmeleri ve intikam şekli) ve aslında 60’ ortalarında hayal edebileceğiniz bir San Francisco şehrinin küçültülmüş maketi gibi duran Gotham City’de kaybolmak gibi örnekler geldi aklıma.
1965’te kurulan Fransız garage grubu Les Hou Lops, melodiyi deyim yerindeyse “şekillendirir” ve onu piyasalara bir “parça” olarak sürer. Parçanın ismini “Batman” verirler ve çok tutar. Fransızca olması da işin bir başka tarafı: Nakarat kısmında Batmaaaan / Batmaaaaan diye haykırdıktan sonra nazik burnunu havaya kaldırarak parçaya devam eden şantörümüzün bu iyiliğini hiçbir zaman unutmayacağım.
Son olarak, dizide Batman karakterini oynayan Adam West ise, Family Guy dizisinde ara sıra çıkan beyaz saçlı, takım elbiseli ve genellikle Bill Clinton’a benzetilen karakterden başkası değildir. Zira kendileri şu an dizinin yapımcısı olarak görev başındadır.
6 Haziran 2010 Pazar
Record Collector: The Shag / The Trashmen / The Amboy Dukes
Son eve kapanma dönemi. Bir haftadır kesilmeyen sakallar. Aynı şort, aynı gömlek, aynı kahve, aynı sigara. Ara sıra balkona çıkmaca. Yağmuru izlemece. Riders on the storm. Haziran, iki bin on. Televizyonda dünya kupası hazırlık maçları, Başbakan’ın taktığı üç boyutlu gözlük, İsrail, aynı gemideyiz, ayrı kafalardayız. Gazete başlıkları. Biraz Sezyum, biraz Atkaya, Pelin Batu’nun Bob Dylan yazısı ve mutfağa gidip bu işlerden vazgeçme isteğiyle mücadele etmece. Ve her şeyin sebep olmasına yol açan o korkunç Record Collector dergisinin internet sitesi.
Sitede bugüne kadar çıkmış bütün sayıların arşivine ulaşmak mümkün. Acı bir kahve pişirip sitenin içine balıklama atlamaca, arşivlerin içinde biraz kaybolmaca ve çıktıktan sonra derin bir nefesle surata en soğuğundan su serpmece.
60’ ortalarında çalan garage grupların sabit bass ve sabit elektrogitarla oldu olası dinleyiciyi bir şekilde hipnotize ettiği aşikâr bir durumdur. Şarkı nasıl başlarsa, genellikle aynı “hip” çizgide kalmaya çalışarak dinleyicinin kulağına bir tür derin orgazm yöneltir. Bu tür şarkılar patates cipsi gibidir: “Sadece bir tane alayım,” demekle başlayıp, kendinizi yarım saat sonra bütün paketi yerken bulmak gibidir.
Şarkıyı dinledikçe, dinmeyen açlığı onu daha fazla dinlemekle atılan okun geri dönülemez durumundan bahsediyorum.
The Shag(s) bir underrated grubu olarak bilinen ve psychedelic ile garage rock müziğinin en tehlikeli sularında yüzmeyi seven Wisconsin’li delilerdir. Göz bebekleriniz fıldır fıldır üç yüz altmış derece dönerken dinlediğiniz “Stop and Listen” parçası akıllara ziyan bir hipnotizm etkisi yaratır. Tıpkı 13th Floor Elevators gibi, kendi psychedelic haritasını kendi “buluşlarıyla” şekil verirler parçalarına. 66’da Rolling Stone dergisine verdikleri röportajda, parçayı bir gün bir konserde üst üste 5 defa (uzun versiyonuyla) çaldıklarını söylemişler. Bu da bana bir anlamda cevap niteliğindeydi.
Bir başka parça The Trashmen’in Surfin’ Bird parçası. Surf ve garage rock’un açılış sayfası, vokal Dal Wilson’ın tuhaf bir şekilde “acı ve metalik” bir tat bırakan sesiyle Bird’s the word / Bird’s the word / papa-ooma mow mow, papa-ooma mow mow demesini kesintisiz iki saat dinlemek on bardak kahve etkisi yaratıyor.
Aralarından en naifiymiş gibi gözüken The Amboy Dukes’un “Baby Please Don’t Go” parçası da sayko style bir bass girişiyle dinleyiciyi parçaya hazırlatır ve ok yaydan çıkar: Parça boyunca sabit bassın ağırlığını kulaklarınızda bangır bangır hissedersiniz ve parça bittiğinde onu bir daha, bir daha ve bir daha istersiniz.
Bu yükü üzerimden atmış biri olarak, onları bir daha ne zaman dinlerim bilmiyorum.
Ama bu gece dinlemeyeceğimi biliyorum.
Akıllı olun, 60’lara takılmayın.
Sitede bugüne kadar çıkmış bütün sayıların arşivine ulaşmak mümkün. Acı bir kahve pişirip sitenin içine balıklama atlamaca, arşivlerin içinde biraz kaybolmaca ve çıktıktan sonra derin bir nefesle surata en soğuğundan su serpmece.
60’ ortalarında çalan garage grupların sabit bass ve sabit elektrogitarla oldu olası dinleyiciyi bir şekilde hipnotize ettiği aşikâr bir durumdur. Şarkı nasıl başlarsa, genellikle aynı “hip” çizgide kalmaya çalışarak dinleyicinin kulağına bir tür derin orgazm yöneltir. Bu tür şarkılar patates cipsi gibidir: “Sadece bir tane alayım,” demekle başlayıp, kendinizi yarım saat sonra bütün paketi yerken bulmak gibidir.
Şarkıyı dinledikçe, dinmeyen açlığı onu daha fazla dinlemekle atılan okun geri dönülemez durumundan bahsediyorum.
The Shag(s) bir underrated grubu olarak bilinen ve psychedelic ile garage rock müziğinin en tehlikeli sularında yüzmeyi seven Wisconsin’li delilerdir. Göz bebekleriniz fıldır fıldır üç yüz altmış derece dönerken dinlediğiniz “Stop and Listen” parçası akıllara ziyan bir hipnotizm etkisi yaratır. Tıpkı 13th Floor Elevators gibi, kendi psychedelic haritasını kendi “buluşlarıyla” şekil verirler parçalarına. 66’da Rolling Stone dergisine verdikleri röportajda, parçayı bir gün bir konserde üst üste 5 defa (uzun versiyonuyla) çaldıklarını söylemişler. Bu da bana bir anlamda cevap niteliğindeydi.
Bir başka parça The Trashmen’in Surfin’ Bird parçası. Surf ve garage rock’un açılış sayfası, vokal Dal Wilson’ın tuhaf bir şekilde “acı ve metalik” bir tat bırakan sesiyle Bird’s the word / Bird’s the word / papa-ooma mow mow, papa-ooma mow mow demesini kesintisiz iki saat dinlemek on bardak kahve etkisi yaratıyor.
Aralarından en naifiymiş gibi gözüken The Amboy Dukes’un “Baby Please Don’t Go” parçası da sayko style bir bass girişiyle dinleyiciyi parçaya hazırlatır ve ok yaydan çıkar: Parça boyunca sabit bassın ağırlığını kulaklarınızda bangır bangır hissedersiniz ve parça bittiğinde onu bir daha, bir daha ve bir daha istersiniz.
Bu yükü üzerimden atmış biri olarak, onları bir daha ne zaman dinlerim bilmiyorum.
Ama bu gece dinlemeyeceğimi biliyorum.
Akıllı olun, 60’lara takılmayın.
We Got More Soul – The Ultimate Broadway Funk
Onları ilk kez, birkaç ay önce Çukurcuma’da ziyaret ettiğim plakçıda duymuştum. Albüm o kadar güzeldi ki, dükkânda kalabilmek için çaktırmadan reyonlara bakmaya devam ediyor, sonrasında kendimi 90’lar reyonunda bularak keskin bir U çizgisiyle tekrar 50’lilere dönüyordum. Bitmez tükenmez bir Michael Jackson muhabbetini bölmek için her türlü öksürüğü, aksırığı ve saçmalığı yapmaya kararlıydım. Plak dönüyor, dönüyor ve hafif bir cızırtıdan sonra tekrar aynı sözleri söylüyordu: “Listen, Alabama / Jump back / They’re doing it / Lookie here / In Detroit, get back”
Dükkânda herkesin, hafiften bükülen dudakların arasından aynı şarkıyı söylediğini, hatta ezberlediğini anlamak zor değildi. Ama nedense, herkes bir şekilde 60’lar reyonunun önünde toplanarak bir asker duruşu edasıyla kasadakilere bakıyordu. Durum belliydi: Kasadaki muhabbet biter bitmez, beş kişi (ben dâhil) “Bu albüm ne kadara?” deyip albümü kucaklama peşindeydi. İlk soran şanslı olacaktı. Ya da parası yeten birine. Zira dört kişinin bir saliselik dalgınlığından sıyrılarak ilk soran ben oldum ve “ortada bulunan ama konuşulmayan gerginliğin” kötü adamı haline geldim. “Seksen beş” dedi kasa ve o an, bu beş kişilik yarışmadan elendiğimi anladım. O kadar param yoktu. Benimle beraber iki kişi de sanki benim hizama geçerek, onların da bu yarışmadan elendiklerini söylüyorlardı. Kalan son iki yarışmacının birinin de, diğerine göre daha hızı hareket etmesiyle acıklı bir kasa fişi sesi geldi ve plak, bir adamın koltukaltında ilerleyerek kapıdan çıktı.
Çok sonraları, grubun Dyke and The Blazers olduğunu öğrendim. Onları ilk defa duymuştum. Eve gelir gelmez albümü leptopuma “indirerek” hikâyenin James Brown’dan sonra Soul müziğin kirli ve yağmurlu bir şehre ulaşmasıyla ilgili olduğunu anladım. Dışarıda çalınan kornaların intikamı ve kenar mahallelerde birbirlerine laf atan siyahîlerin 60’ ortalarına doğru dünyaya gösterdiği bir “baş kaldırış” gibiydi. Bir çırpıda başlayan enerjik ve ritmik parça “Funky Broadway”, albüm hakkında çok fikir veriyordu.
60’ başlarında The O’Jays ile çalan Arlester “Dyke” Christian, maruz kaldığı edilgen ve pasif konumuyla grupta çok tutunamayacağını gösterir gibiydi. Zira grubun maddi sıkıntısı nedeniyle deyim yerindeyse kıçından vurulup kapı önüne konulan “Dyke”, kendini birkaç saatlik tren yolculuğundan sonra Phoenix’te bulur ve işler çok çabuk gelişir: Aynı günün gecesinde gittiği barda “Blazers” isimli grubu dinler, çok beğenir ve konser sonrasında beraber çalmaları gerektiğini önerir. Onay gelir ve o gece Dyke and The Blazers, biraz yağmurlu, biraz pis, biraz sarhoş, biraz da şehrin kirinden sıkılmış siyahîlerin bir “arka ghetto”da başlattığı heyecanla şekillenir. Kollar sıvanır, stüdyolara gidilir ve toplam on dört dakikalık iki parçayla “Funky Broadway” parçası piyasalara tam hız girerek insanlara funk müziğini tanıştırır.
Dyke and The Blazers’ın başarısız bir James Brown kopyası olduğunu söyleyenler de var. Zira onları soul müziğin efendisine benzetmek yanlış bir şey olmaz; ama daha ötesinde, grubun funk öğesini soul müziğine nazaran hem daha ön planda tutmaları ve aynı zamanda bir tür kombinasyon başarmaları, dönemsel olarak düşündüğümüzde, onları bir “başlangıcın” değil, büyük metropollerin kenar mahallelerinde yaşayan siyahilerin “bu piyasada biz de varız, hem de en iyisinden” dedirten bir hatırlatma olarak görmeliyiz.
Zira albümün “hit” parçası We Got More Soul, bahsettiğim bu hatırlatmanın en etkin, ritmik ve enerjik parçasıdır. Parça bir hışımda başlar ve sizi funk müziğin fark edilmeyen dünyasında dolaştırır: We got Ray Charles / Doin’ his thing / We got James Brown / Doin’ his thing too / We got more soul / We got more soul…
Runaway People parçası, 60' ortalarında piyasayı funk müzikle etki eden nadir parçalardan bir tanesiydi.
Durumu biraz da ilginç yapan şey, Dyke and The Blazers’ın çaktırmadan kendi cemaatini bir araya toplamasıydı. Marthin Luther “I have a dream!” demeye devam etsin, hemen birkaç arka sokağın kuytu barında “We got more soul” diyen bir başka törenin daha etkin ve inandırıcı dansı vardı. Siyahî kesimi bir liderlik vasfına sokmadan, sadece hatırlatmalarla başlayıp, deli bir dansın sonuna kadar götüren grubun hikâyesidir. Billy Stewart’ın DATB için dediği şey belki de her şeyi özetliyordu: “They preached to the people who went and listened to this kind of a record on a juke box in a sweaty juke joint in the wrong part of the town.”
DATB’in genelde The Watts 103rd Street Band elemanları ile çalması, hikâyeyi sadece daha güzel yapan bir ayrıntıdır.
Kafası son derece güzel ve yükseklerdeyken, 1971’de Broadway’in bir türlü uyuyamadığı ve tek şahidi bir yanıp bir sönen neon lambalarının olduğu yağmurlu bir gece yarısında, kafasından vurularak öldürülen Dyke Christian ile hikâye sona erer.
Fötr şapkalı gölge adamlar yağmurun arasından kayboladursun, geriye kalan bir ton şarkının gücü James Brown’dan sonra Soul dünyasına Funk müzikle giriş yapmış belki de tek ve en etkin grubun mirasını bırakmıştır bize.
Dinleyin, dinlettirin.
2 Haziran 2010 Çarşamba
Blonde on Blonde
1966 senesinde garage grupların yavaş yavaş psychedelic türüne yönelmesi, Bob Dylan hayranlarının aralarında gruplaşmasına neden olarak ortaya ilginç bir tablo çıkaracaktır: Dylan’ın 65’te elektrik müziğe yaptığı geçiş, bir anlamda, dönemin “yan gruplarının” sağladığı bir imkân ve cesaret miydi, yoksa tam tersi miydi? Yıllardır tartışılsa da, Dylan’ın acoustic gitarını arka sahnede bırakıp sahneye elektrogitarıyla çıkması, karşılıklı bir ilhamın ürünüdür. Bir akımın içinde olmanın güzelliği de burada başlıyor; Bob Dylan folk kesiminin vazgeçilmez mensubu olarak görülebilirdi, ama üretkenliğin ve merakın sonu olmadığı gibi, folk türünü farklı türlerle birleştirmesi, onun belki de müzisyenliğinde yatan dehasını kanıtlamıştır.
Kolay değil, 60’ başlarında hakkında en ufak bir bilgiye sahip olmadığınız bir müzisyenin kasabanıza gelip söylemek istediğiniz şeyleri en etkin şekilde ifade etmesi ve ardından tıpkı bir hayalet gibi, gecenin bir vaktinde ayrılarak kendisine karşı yoğun bir merak duymanız, bu acıklı ve karmaşık yolculuğun sadece başlangıcını oluşturacaktı. Ardından albümler çıkacaktı ve duyduğunuz merak, yerini büyük bir hayal gücü ve aşka bırakacaktı. Joan Baez ile Amerika’yı dolaştığına şahit olacak ve “belki” de bu zamana kadar içinizde kalan bir umudun ilk defa pratik hayata geçtiğini görerek kendinizi hiç ummadığınız yerlerde bulacaktınız. Kafalar karışacaktı, evlerden ayrılanacaktı, karavanlarda sevişilecekti ve sabah uyandığınızda akşam Bob Dylan’ı dinlemeye gideceğinizi bilerek Amerika hakkında daha önce söylemediğiniz şeyleri söyleyerek bir günahın vazgeçilmez kahramanı olacaktınız. Ailenize ve hükümete karşı duyduğunuz garezin sevimli tomurcukları Dylan’ın sözlerinde hayat bulacak, hayatınızın birdenbire bir Jefferson Airplane şarkısına dönüştüğünü görecektiniz: Today you’ll make me say that I somehow have changed…
Ama mesele değişimse, bu değişimin acıklı ve zor senaryosunun başrolünde dinleyici vardı. Sözler gene aynıydı, Bob yine aynı Bob’du, ama dinleyicinin bunu görmek istememesi en doğal şeydi. Yapılan eleştirilerin acımasız ve inandırıcı olmaması, “Like A Rolling Stone” parçasına duyulan çift taraflı eleştirilerde belli oluyordu. 66’ senesi boyunca, konserlerde Dylan’ı yuhalayıp “Like A Rolling Stone” parçasını ne hikmetse gık çıkarmadan dinlemek, kafası iyice karışmış ve hiçbir suçu olmayan bir kuşağın “haklı” protestosudur.
Londra, 1966. Bob Dylan sahneye çıkıyor. Seyircinin "Traitor!" "Judas!" demesine pek de aldırış etmiyor. "Play it fucking loud!" dedikten sonra konsere Like A Rolling Stone parçasıyla başlıyor.
Değişim güzel bir şeydir ama sonuçları bazen zor olabilir. Mesele onu neden eleştirdiğimizdir.
Bu açıdan, Bob Dylan’ın yedinci albümü Blonde on Blonde, bir “piyasa albümü” olarak görülse de, sanırım doğru eleştiriyi seneler sonra yapmak daha kolay. Garage veya psychedelic türleriyle piyasaya giren müzisyenlerin böyle bir lakabı almamaları, dinleyicinin karşısına en baştan aynı türle çıkıp aynı türle devam etmeleridir. Bob Dylan’ın sergilediği cesaret, sadece değiştirdiği tür değil, Amerika’ya karşı “kimliksiz” biri olarak çıkmanın özgürlüğünde yatmaktaydı. Bu özgürlük ona serbest bir alan sağladı ve bir anlamda müzisyenlerin aslında aynı kalabileceğini, değişenin müzik değil, daha ötesinde, müziğin sadece bir “araç” olduğunu anlatmaya çalışarak her şeyi denemenin kimseye bir zarar vermediğini gösterdi.
Londra 1966'da verilen konserden bir kare. Dylan sonradan "This is not British music, it's American music!" diyecektir.
Bu yüzden Blonde on Blonde, herkesin başucunda bulundurması gereken albümlerden biridir. Zira albümün birinci kısmı, açılış parçası “Rainy Day Women”, bahsetmiş olduğum değişimin en etkin ve kanıtlayıcı şarkısıdır. Ne folk, ne Rock & Roll, bir sirkin alışılmadık orkestrasına benzetilen havası, “everybody must get stoned” sözleriyle dinleyiciyi sanki Dylan’ın “serbest ve tuhaf dünyasına” götürür. Parçanın radyolarda yasaklanması ise, senaryonun sadece küçük bir ayrıntısı olarak kalacaktır.
Üçüncü parça “Visions Of Johanna”, belki de Bob Dylan hakkında yazmanın en zevkli kısmını oluşturan parçadır. Çoğu müzik eleştirmenlerinin vazgeçilmez merakı “ne hakkında” konusunu bir kenara atıp, parçanın ilk albümlerini hatırlatması bakımından ilginçtir. Parça salt acoustic gitarla çalınsaydı aynı havayı verir miydi bilinmez ama Dylan’ın The Band ile olan uyumu yavaş yavaş şekillenerek uzun bir yolculuğun kapısını aralatmıştır.
İkinci kısım, ikinci parça “Stuck Inside of Mobile with the Memphis Blues Again”, bir önceki yazımda bahsettiğim “söz-müzik” korelasyonu bakımından Dylan’ın epey bir sıkıntı yaşadığı ama bir şekilde doğru yerlere oturtarak albümün vazgeçilmez parçaları arasına girmesine olanak sağlamıştır. Hızlı giden tempoya sözlerini oturtabilmesi, Dylan’ın kısa zamanda bir grup ile çalmakla öğrenebileceği bir yetenek olarak görülebilir.
İkinci kısım, dördüncü parça “Just Like a Woman”, Dylan’ın söyleyiş tarzında hissedilen “alaycı” tonla başlar ve halen çeşitli yazarların bir tür “kadın düşmanlığından” bahsettiğini yazar. Sözler gene baskındır ve dikkatlerin buna yönelmesi doğal bir şeydir. Sanıldığı kadar “romantik” bir havada söylenmesi kanımca gülünç bir şeydir.
Albümdeki favori parçam, üçüncü kısım, birinci parça “Most Likely You Go Your Way (And I’ll Go Mine)” esnek ve bluesy havasıyla Dylan’ın parçalarında çok da rastlamadığımız tuhaf bir “groovy” havası estirir. Söyleyiş tarzı gene aynıdır ama The Band ile çalışmanın lezzetli meyveleri dinleyiciye ulaşır ve albümün vazgeçilmezleri arasına ismini yazdırtır. Birbirine âşık olan iki insan vardır, ama durumları deyim yerindeyse “müsait değildir” ve gene, aslında acıklı görünen bir durum farklı bir havaya sokulmuştur.
Üçüncü kısım, üçüncü parça “Absolutely Sweet Marie”, gene alışık olmadığımız bir piyano orgun sağladığı “groovy” havasına bırakır. Temposu hızlıdır, sabit bir ilerlemeyle akıllara Beat tarzını getirir.
Blonde on Blonde, belki de Dylan’ın kariyerindeki en “özgür bölgenin” en uç noktasıdır. Sadece bir sene önce değiştirdiği tarzını eleştirenlere kocaman bir orta parmak çıkarıp albümünü çeşitli korelasyonlarla donatması ve dinleyiciye bir tür “tehditkar davet” yollaması akıllara şu soruyu sordurtuyor: Seneler sonra Bob Dylan’ın kariyerini yazacak olursak, hangisi daha baskın çıkar? Blonde on Blonde albümü mü, yoksa geçirdiği motosiklet kazası mı?
Bob Dylan bu albümden sonra sekiz sene boyunca konser vermemiştir.
Anlayan anlamıştır.
1 Haziran 2010 Salı
Highway 61 Revisited
Bob Dylan hakkında yazmanın en kolay tarafı, belirli bir tanım çerçevesi dışında vakit geçirebilmenizdir. Müziğini, sözlerini ve basına karşı duruşunu ele alırken, onu kalıp betimlemeler ve tanımlarla anlatamayacağımız aşikâr bir durumdur. Belki de bu kolay görünen şeyi aslında daha zor yapabilir, bir müzisyenin çetrefilli ve karışık hayatının içinde boğuşurken, net cevaplara ve nedenlere başvurmak isteyebilirsiniz. Ama gene, durumu güzel yapan da bir nedenin olmaması, en basitçe, ne olduysa, onun öyle olmasını istemesidir.
65’ senesinin Bob Dylan için bir kırılma noktası olduğunu belirtmiştik. Newport Folk Festival’ine 62’den beri katılıp acoustic gitarıyla deyim yerindeyse “folk müzik kesimi” için çaldığını ve ardından yükselen koca bir fanatiklikten tırstığını ve bunu “istemediğini” biliyoruz. 63’te Marthin Luther King’in konuşmasına Joan Baez ile katılan ve ardından turnelere çıkmaları, bir tür “dünyayı daha iyi bir yere getirme” anlayışı içerisinde kafalara kazınması yanlış bir şeydi. 65’e kadar Dylan’ı bir şekilde Joan Baez ile yan yana hayal eden folk kesimin aniden gerçekleşen bir “dönüşümü” kaldırmaları zor oldu. Çünkü folk müzik dinleyenler, henüz belirli bir olgunluğa oturmamış Rock & Roll müziğini bir tür “piyasa müziği” olarak algılamaktaydı. Ve Bob Dylan gibi kısa zamanda bir sembol konumuna sokulmuş müzisyenin bu kategoriye girdiğini düşünmeleri, ondan nefret etmeleri için yeterli bir sebepti.
Zira bu nefret 66’da çıktığı turnede kendisini hep takip etti. Londra’da verdiği konserde seyircilerin “Judas!” diye hitap etmesi, şarkı aralarında yuhalamaları ve “Gerçek Bob’u istiyoruz” diye ritim tutmaları bir süre sonra üzerinde durulmayan bir şey olarak kaldı. Gerçek Bob kimdi ki gerçekten? Dylan’ın rahatsız olduğu durum, genç yaşta yazdığı sözlerle kendisinin “bir kuşağın sözcüsü” durumuna sokulmasıydı. Öyle bir amacı yoktu, hiçbir zaman da olmadı; evet, yazdığı parçalar protest şarkılarıydı, ama bunun politik bir amacı yoktu. Dylan’ın protest şarkıları politik olarak algılanmamalıydı, daha ötesinde, hayata karşı atılan bir çığlık, kimliksiz bir “birey” olarak her şeyin farkında olan ve bunu olabildiğince ifade edebilmekti. Onun ötesine gidilemeyeceği gibi, parçalarındaki vurdumduymazlığı ve evrenselliği politikayla kısırlaştırmak, belki de dönemin içinde bulunan muğlâk havayla açıklanabilirdi.
Bob Dylan’a karşı duyulan fanatiklik ve beklentiler kendisinin daha da vurdumduymaz olmasına sebep oluyordu. Serçe parmağına dokunmak isteyen bir hayran, gözlüğünün kenarını ağzına sokmasını isteyen bir gazeteci, gayet naif ve bir nedeni olmayan albüm kapaklarının kenarından bile bir anlam çıkarıp “Neden, neden, neden?” diye soru yağmuruna tutulup ağzından ishal bir basınla uğraşmak, en sonunda, Dylan’ın Joan Baez ile turnesine son verip kendi yoluna gitmesine neden olmuştur.
Durumu başka bir dile tercüme edecek olursak, Bob Dylan bir cemaatin, topluluğun veya grubun bireyi olmak istemedi. Amerika’da olup bitenlere herkesten çok farkındalığı vardı ve hikâyenin ne boyuta gireceğini de görüyordu. Önce JFK’nin öldürülmesi, akabinde Oswald’ın suikasta uğraması, insan hakları çerçevesinde siyahlara karşı yapılan ayrımcılığın bedelinin ağır olması ve Vietnam Savaşı’nda olan bitenlerin basına düşerek yakılan köylerin yayına sokulması… Bütün bu olaylar zincirini önceden görmesi onu bir “ilah” kimliğine oturtulması için yeterliydi. Ama değindiğim gibi, o ne bir ilah, ne bir sembol. Herkes gibi, çevresinde olup bitenleri “görüyordu”, ama bir şeyleri değiştirmek için bir gayreti olmayan, yetenekli, genç ve çalışkan bir müzisyendi.
Folk kesiminin Bob Dylan’ı bir hain olarak görmesi, onun salt acoustic gitardan elektrogitara geçmesiyle açıklanamazdı. Yazdığı sözlerin “vurucu” ve “damardan” olması, bu kesimin aşk-nefret ilişkisini sorgulamasıyla baş edememesi olarak devam etti. Bu kabullenemeyiş, dönemin (her zamanki gibi) yeni bir şeye alışık olmamasından veya Dylan’ı Rock & Roll’un “kirli ellerinde” görmek istememelerinden doğan bir ihanet söz konusuydu.
Folk müzik anlayıştı, barıştı, sakinlikti. Şeytan olan, Rock müzikti. Dylan yoluna devam etti. Şeytanı istedi.
Ve 1965 yazında çıkardığı altıncı stüdyo albümü Highway 61 Revisited, Bob Dylan’ın ilk defa bir grupla “tam kadro elektrik müzik” çalarak seyirciyi iyice sinir etmesiyle devam eder. Paul Butterfield Blues Band gitaristi Michael Bloomfield ile kolları sıvayıp yanlarına Al Kooper’ı da almaları, her şeyi daha güzel yapıyordu. Piyano org ile alakası olmayan Al Kooper’ın deneme amaçlı çalmaya başlaması, Dylan’ın önceki hafta resmen kâğıda “yirmi sayfa kelime kusmasıyla” kabaran bir patlayışın meyvesi çok tatlı olur: Albümün ilk parçası “Like A Rolling Stone”, uzun lafın kısası, “How Does It Feel?” demesiyle, sanki hem folk kesimini daha da sinirlendiren, ama işin komiği, parçayı dinlemeden de edemeyen bir ikilemin parçası haline gelir. Hem Kerouac’ın evden uzakta, bilinmeyen bir yere ilerleyen ve bir Amerika ütopyası arayan, hem de “elektrik müziğin” tahrik edici yoluna sokan ve her şeyden öte, sözlerindeki “vurucu” ifadelerin yüksek sesle söylenmesi, Bob Dylan’ın Joan Baez ile geçirdiği “cici” dönemin çoktan bittiğine işaret eder.
Dylan’ın sürreal betimlemeleri artar. 71’de yayımlanan “Tarantula” kitabında görüldüğü gibi, nesneleri ve kavramları birbirine sokar, “the sun’s not yellow, it’s chicken” ifadesi, albümün ikinci parçası “Tombstone Blues”ta fark edilir. Blues ve folk öğeleri hep vardır, olmaya da devam edecektir, ama elektrogitarın tahrik edici havasıyla.
Albümün dördüncü parçası “From a Buick 6”, gene blues ağırlıklı, Dylan’ın ilk albümlerinde görülen ve halk arasında “diyecek çok şeyi olan” bir parçadır. Tabii ki sözlerin parçanın hızına göre belirli bir formata sokulması, Dylan’ın hızlı akan temposunun ara sıra kesilmesine sebep olmuştur.
Mr. Jones’un kim olduğunu merak edenler varsa bir gün bana da söylesinler; tek bildiğim şey pantolon askısını her gün takmayı ihmal etmez, gömleğindeki düğmelerini teker teker ilikler ve 60’ kuşağının müzisyenlerini soğuk bir Bailey’s içerek eleştirmeye devam eder. Ama bildiğiniz gibi, bir düğmeyi yanlış iliklerseniz diğerleri de yanlış iliklenmiş olur. Dylan odaya girer ve düğmelerini teker teker açarak Mr. Jones’un biraz çıplak takılmasını önerir. “Ballad Of A Thin Man”, lezzeti doyum olmaz bir kelime haznesidir.
Albümdeki favori parçam, ikinci kısım, ikinci parça “Higway 61 Revisited”, toplam beş kıtadan oluşan ve her kıtada bir insanın yolda geçirdiği bir sorununa değinen parça olarak bilinir. Parçanın samimi olması tabii ki sözlerinde yatar, ama daha ötesinde, hayalimde hep beş adamın aynı arabada giderek aralarında sarhoş muhabbeti ettiklerini düşünürüm. Parça boyunca davulun sabit bir şekilde aynı ritimde kalması ve bass gitarın Harvey Brooks ile sevişmesi, sonuç olarak dinleyiciye bir kulak sporu sunmasına neden olur.
66’ yazında Bob Dylan’a “JUDAS” diyen ve seneler sonra “JESUS BOB” gömleği giyen ve bugün ise sesindeki formatın değiştiğini eleştirenler: Bob Dylan’ın hızına yetişmek maalesef zordur. O yüzden tek önerim, bir neden aramamak. Çünkü günün sonunda gene, bir şekilde, herkes, kendini Bob Dylan dinlerken bulacak. Ve bu çok güzel bir şey.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)