Kahve bardağının kül tablası niyetine kullanılması anlaşılır bir şeydi. Yaz mevsiminin odalarımıza sinsice yaklaşıp girmesiyle birlikte, belki de hemen hemen herkesin kafası karıştı. Yasemin kokuları, kımıldamayan yapraklar, uzaklardan belli belirsiz gelen bir takım sesler, yukarı komşunun devamlı sevişmesi ve okulların paydos demesi, başka bir dilde, bir takım duyguları iki ayağı bir pabuca sokarak, belki de bütün bir sene boyunca beklediğimiz mevsimin bizi daha farklı yollara sokabildiğini gördük.
Kapısız bir oda yapan gençlerin hiçbir zaman pişman olmadığına şahit oldum. Kokuların, kelimelerin ve seslerin arasında kaybolan bir insan, günümüzde “sıçtın mavisi” olarak tabir edilen manzarayı gördüğünde, belki de hayatının en iyi vaktini geçirmiş olduğunu düşünecek ve arkasında yatan üretkenliğin trajikomik sahneleriyle hesaplaşması gerekecek. Bunu başaranlara şapkamı çıkartmak istiyorum.
Neyse ki küçük törenlerimiz devam ediyor. Günü kurtarmaya değil, bir listeye zilyon tane şarkı sığdırabilen plak koleksiyoncuların fark etmeden, kendilerine karşı bir alan açtığını ve bu alan içinde olabildiğince kaybolduklarını bir daha ve bir daha görmek, belki de mevsimlerin o kadar da acımasız olması gerekmediğini söyler gibiydi. Bu yüzden, kahve bardağından bir fırt alırken, döktüğüm külün kahveyle beraber gelmesi, ağzımda çok da acı bir tat bırakmadı. Sabah uyandığımda, eski törenciklerin halen, bir şekilde devam ettiğini anlıyor gibiydim.
Ian & The Zodiacs, belki de müzik tarihinde en uzun ve en kısa kariyere sahip beat grubudur. Grup elemanlarının devamlı değişmesi ve 60’ başlarında İngiltere’nin kilit mekânlarında çalmaları bir tür cevap gibiydi: Sevgili overrated grup The Beatles gibi, Liverpool’un vazgeçilmez mekânı olan The Tavern’de bir hayli zaman geçirmiş birileri olarak, asıl popülerliği çoğu grup gibi Almanya’da yakalamışlar. 66’ senesinde kaydettikleri “Why Can’t It Be Me” parçası, çoğu yerde değinmeyi sevdiğim bir gerçeği tekrar kanıtlıyordu: The Beatles kapıyı aralamak için son güç çalar ve genç kızlar son desibele varıp çığlıklarını Paul Mc Cartney’e atfederken, arka kapıda aynı format, aynı enstrüman ve aynı ritmik jazz / garage malzemelerini kullanarak çok ama çok daha anlaşılabilir bir müzik sunmuştur. Liverpool, sen nelere kadirsin!
The Soulbenders’in kendi halinde şekillenen kariyerine baktığımda, aslında söylenecek çok da bir şey olmadığını fark etmek, insanı bu gençlere daha da yakınlaştırıyor. 67’de piyasalara sürdürdükleri “I Can’t Believe In Love” parçası, birkaç genç arkadaşın kendi aralarında “bir şeyler çalmak için” düşüncesiyle çıktıkları yolculuğun en güzel zamanı olarak akıllarda kalmış. Parçanın klibi grup elemanlarının kendi kameralarından çekilerek televizyonlara düştüğünde, belki de dinleyicinin The Soulbenders’a karşı duyduğu naif düşünceler kabarmıştır. Evet, Billboard’un listesine giremese de, az tanınan ve tanındığı takdirde bir insan hakkında –tıpkı ayakkabısına bakar gibi – pek çok fikir verdiğini düşünürüm.
Tıpkı yazdığım diğer iki grup gibi, The Rugbys – bir başka adıyla The Warlock – çoğunlukla cover şarkılarla dinleyicinin dikkatini çekip, ardından kendi parçalarıyla kitleyi ucundan tavlamıştır. Bob Seger ve Grand Funk Railroad gibi gruplarla çalan Rugbys tayfası, 1969 sonlarında ilk ve tek albümü olan Hot Cargo’yu çıkarır ve hit single olarak “Wendegahl” parçasını seçerler. Canned Heat grubuna benzer boogie müziğine yakın olması, vokalin rahatsız edici bir maskülen tarafını müziğin merkezine koyup, garage öğelerine de değinmesi, kaçınılmaz olarak listeye alınması gereken parçalardan biri haline getirmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder