Başka bir köşede on üç yaşında bir kız regl oluyor ve bunu annesine söylüyor. İcap gereği bir güzel tokat yiyor ve onu izleyen dört saatte bale dersine gidip, ayak bileklerinin üzerinde kusursuz duruşu sergileyebilmek için bin ton laf yiyor. Burada neden bulunduğunu ve küçüklüğünden beri aldığı bale derslerinin onu nereye götüreceğinden bihaber, ses seda çıkarmadan, aristokrat bir İngiliz ailesinin önceden dayatılmış hayatına uzaktan bakma cesaretinde bile bulunamıyor.
Diz boyu etek, koltukaltına sıkıştırılan kitaplar, özenle taranmış saçlar: Elvis Presley’i gizlice dinlemek hikâyenin sadece bir ayrıntısı olarak kalabilir miydi? Viktoryan dönemini çok da aratmayan etik ve ahlaki kuralların yoğun bir şekilde aile hiyerarşisinde etkin olması, anne-kız ilişkilerinin belirli törencikler ve prosedürler doğrultusunda şekillenmesi ve üstelik bir “kız çocuğu” olmanın neden olduğu kısır bir gelecek masalında yaşanan döngüde, herkes Alice gibi şanslı olamamıştır. Takip edilecek bir tavşan veya düşülecek bir çukur henüz bu hikâyenin bir kahramanı değildi. Yapılması gereken, masalların aksine, sert, ikna edici ve gerçek olmalıydı.
Çocukluğu ve ilk ergenliği boyunca ailesinden dayatılan ve genellikle dış dünyaya kapalı bir akademik hayatın öğrettiği ahlaki değerler kısırlığından, kaybedilen bireysellik ve güven duygusunu harekete geçiren tek ve yegâne dürtü, tıpkı birer gölge gibi gelişen bir alt kültürün şeytani çağrısıydı. Bu genç kızlar gece yarısından biraz sonra evlerinden kaçıp New York’a, San Francisco’ya gelip bir şekilde para kazanmaya çalışarak hayatlarına belirli bir destek olmadan başlamışlardır.
Aslında bu bilinen bir senaryonun sadece değişik bir versiyonudur. Hikâyenin tuhaf yeri, sittin sene katı ahlak kurallarıyla büyümüş kız çocuklarına, evden kaçıp bilinmeyen, büyük bir şehre kaçma cesaretini veren dürtünün ne olduğudur.
Makalenin çıkış yolu, çocuklukta karşı karşıya gelinen yoğun “akademik ve ulusal kimlik” bir disiplin çerçevesi altında öğretilen dans (bale) kültürünün ve katı tabularla şekillenmiş ailevi-arkadaşlık ilişkilerinin ve tabii ki bütün herkesin biyografisini etkileyen (kötü?) deneyimlerin, 60’ başlarındaki alt kültürle çatışması durumuydu: “Anne, bir süreliğine yokum” diye bırakılan bir notun karşılığında, anne bas bas bağırarak kızlarının Bettie Page gibi pornografik bir pin-up kızı olacağından yakınacaktır.

Eh, ertesi sabah annesi gazetesini açtığı zaman, kızını Jimi Hendrix’in yanında bulunan kafesin içinde görecek ve kocasına saldıracaktı: “Hepsi o senin iğrenç kuralların yüzünden!” “Gördün mü?! Gitarını yakan bir adamın yanında çırpınıyor!”

60’ların en unutulmaz GO-GO dansçısı olan ve bugün Amerika’da obezite sorununa karşı geniş çapta mücadele eden Lada Edmund Jr., bu alt kültürün yarattığı dansın simgesidir. The Sonics’in “Psycho a Go-Go” parçasının klibinde bir kafesin içinde dans eder ve bir adam önce engellemeye çalışsa da, Lada dans etmeye devam eder ve bir süre sonra adam da ona katılır. Klip çok tutulur, tıpkı 50’lerde Elvis Presley’i izlemek gibi, “çocuklara göre değil” eleştirisini alır ve klip istediğine ulaşmış olur.
Çukur bir kere görüldüğü zaman, tavşanı hemencecik unutan bir kuşağı, çok sonraları, bambaşka yerlerde, bambaşka bir şekilde görmek, makaleyi bitirmem için yeter de artar bir nedendir.