18 Temmuz 2010 Pazar

Adab-ı Muaşeret / LSD / Türkiye

Türkiye’nin modernleşme adına uyguladığı “gelişme sürecini” oldu olası bir winrar dosyasına sıkıştırılmış bir sürü Batı öğelerin, aynı anda ve teker teker bilgisayara aktarılmasına benzetmişimdir. Geç gelen bir Cumhuriyet’in karakterleri ikna edici, dikkat çekici ve renkli olmalıydı. Her şeyden önce, kaybedilecek zaman yoktu ve bilinmeyen bir kapının ardında yatan bir dünyayla hesaplaşma söz konusuydu. Keyif, bu hikâyenin bir kahramanı değildi ve Türkiye, bir daha geri dönemeyeceği bir çukurun içinde tam hız düşerek, olup bitenleri anlamakla meşgul olacaktı. Eğer bilinmeyen bir dünyada dolaşacaksanız, pusulanız Batı’yı gösterecek, dudaklarını köhne bir İstanbul evinin altında feracesini kaldırarak gösteren kadını reddedecek ve güneşten utanmayan bir kadının elini tutarak kendinizi bambaşka bir yerde bulacaktınız.

Bekâretini “Today” parçasını acoustic gitarla söyleyen yufka yürekli ve aptal bir çocuğa veren kızın hikâyesinde ne kadar LSD vardı? Mide bulantısı, baş dönmesi, düzensiz solunum, lambaya püf de, yüksek orgazm, nabız yükselmesi, milyonda 250 “nispetinde” gram kesri kadar şaşkınlık, 1966 ve İstanbul.

Elime nasıl geçtiğini hatırlamıyorum, Hayat dergisinin 1966 senesinde çıkardığı yirmi dördüncü sayısında bir “dosya konusu” olarak seçilen LSD meselesine yer verilmiş. Makalenin içeriği, tabii ki LSD hakkında bilgi veren ve Amerika’dan Avrupa’ya sıçrayan maddenin ne tür etkilere sahip olmasıyla ilgili. Ama sanırım bir komedi filmini gerçekten takdir ettiğim bir sorumlulukla durumu trajikomediye çeviren yazının başlık kısmı, gerçekten ağır bir teoriyle başlar ve şöyle der: LSD’nin tesiri altına girenler, her yöne sevk edilebilirler. Bu yüzden şimdi Kızıl Çin’in, Rusya’nın ve Amerika Birleşik Devletleri’nin gittikçe artan LSD stokları yaparak muhtemel bir kimya savaşı için hazırlandıkları hakkında dedikodular almış yürümüştür. Okuyucuyu en derinden BENİ OKUMAYA DEVAM ET uyarısından sonra şöyle devam eder: Bu ilaç öylesine kuvvetlidir ki, yarım litresi bir şehrin su şebekesi vasıtasıyla musluklarından akan sulara karıştırılsa, sekiz milyonluk bir şehir nüfusu on iki saat müddetle tamamıyla kendinden geçer ve her türlü kontrolden çıkar! Ve belki de Hayat dergisi yazarlarının böyle fantezilere girişmesi, Cüneyt Arkın’ın Dünya’yı Kurtaran Adam filminin neden başarısız ama aynı zamanda kült olduğunu açıklar. Mükemmel.

Ama mesele gerçekten LSD mi, yoksa bu girdabın bizleri nereye götürmesiyle mi? “Yahu, düz sokakta yürürken içine düştüğüm çukurun sonu nerededir?” deme cesaretini gösteren ve onun ötesinde Hayat dergisinde bir türlü karar verilemeyen, incecik bir çizgiyle ayrılan üst-orta-alt sınıfını ortak bir paydada buluşturma yalanından sıkılanların, fark etmeden ellerinde dergiyi tutmaları neyin cevabı olabilirdi ki?
Fantezinin devam etmesi gerekiyordu; Gülhane’den bir gölge gibi gelen ve bir suça ortaklık yapmadan yerinde duramayan eski muhtarın, Tophane Çeşmesi’nin altında 150 gram nesrinde LSD verdiğini hesaba katan Hayat dergisi yazarları, bu sirki şöyle açıklayacaktı: Çevrelerinde dünya tamamen şekil değişmiştir. İnsanlar, modern bazı ressamların tablolarındaki tiplere benzemeye başlamıştır. Mor suratlılar, patlıcan burunlular, kocaman ayaklılar, gergedan dişliler ve daha neler, neler! Ve belki de ilerleyen sekiz saat boyunca, muhtarın Tomtom Kaptan sokağından Yeni Çarşı caddesine çıktığını ve hiç tahmin etmediği İstiklal Cadde’sinde gördüğü bu mor suratlı yaratıkların neden İstanbul’da bulunduğunu ve belki de bu yüzden işini bıraktığını düşünmüştür. Hemen başka bir köşede, “Allah’ın kulunu” hangi cesaretle çizdiğinin hesabını veremeyen ve son çare, gece yarısı bir treniyle İstanbul’a kaçan genç ressamlar, sabah aldıkları Hayat dergisinin satırlarında şunları okuyacaktı: Birçok ressama artık “LSD ressamı” demek kabildir. Çünkü meczupların gördükleri kâbuslar, soyut resimlerdir: Çizgiler, levhalar, çemberler, noktalar, cenine benzer şekiller, mor, pembe, koyu mavi ve açık yeşil renklerle birbirlerine girmişlerdir.


66’da Hürriyet Gazetesi’nin Altın Mikrofon yarışmasında umduğunu bulamayan Erkin Koray’ın sorusu ne olmalıydı acaba? “Hayat diyorduk,” denilecekti kuşkulu bir şekilde, “Sanırım yanlış yerde aradık onu,” sonuyla kapatılan ve aslında kafalarımızı birazcık olsun tozlu raflara soktuğumuzda ve unutulmuş, değerli ve sonsuz bir hazineyle karşılaşma oranımız bir hayli yüksek olduğumuzu anladığımız zaman, belki de bir gün uzun cümleler kurmak yerine, derdimizi kelimelerle anlatabileceğiz.

Sabah okula giderken eteğini düzelten Robert Kolejli kızının, aynı günün akşamında Nişantaşı’nda düzenlenen “ev partisinde” Donovan dinleyerek ailesinin hiyerarşisinden sıkıldığını itiraf edebilecek miydi? Henüz yeni yeni karma bir lise haline gelen bu kafa karışıklığının patlama noktası ne zaman, nerede, hangi koşullar altında ve en önemlisi, hangi parçada başlayacaktı? Ama bir gerçek vardı ki, o gece annesi evinde kart açarak beklediği kızıyla sabah karşılaşacaktı ve onu artık tanıyamadığını, zaten babasının artık eve gelmediğini ve hayatın bu kadar kolay olamayacağını bas bas bağırarak bir güzel tokat atacaktı.

Çıldırtan ilaç.
Çıldıran anne.
Çıldıran Türkiye.

Kim ne derse desin, LSD’nin mor rüyalar ülkesi, delilikle adeta sarmaş dolaştır ve asıl tehlike de budur zaten!

Tamam o zaman. Seni seviyorum Hayat.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder