Beady Eye üzerine çeşitli eleştiriler devam ediyor: Müzik kalitesinden şüphe duyanlar, ikna edici olmayan duruşları, parçaların fazlasıyla aynı çizgide devam ediyor olması ve bir noktadan sonra dinlenilmeyecek kadar kendini tekrarlayan nakarat ve gitarların kafa şişirmesi. 28 Şubat'ta çıkacak olan 'Different Gear, Still Speeding' albümünün açılış parçası olarak seçtikleri ve geçen hafta grubun resmi internet sitesine koydukları 'Four Letter Word' klibi, grubun tanıtımı açısından önemli bir fikir vermektedir.
Beady Eye / Four Letter Word (2010)
Grubun aşağı yukarı önümüzdeki aylarda bizlere ne türde bir imaj sunacağını anlamaya çalışıyoruz. Liam Gallagher'ın agresif ve umursamaz vokali, arka ve ön planlarda yoğun bir şekilde görülen 60'lar fantezisiyle uyum içinde, İngiltere'nin 'Mod Subculture' çatısı altında uyarlanan ve kanımca kendi alanlarında 'istediklerini yapabilmiş' bir müzik ve konsept içinde devam ediyorlar.
Önceki yazımda da belirttiğim gibi, Beady Eye, kesinlikle Oasis grubunun bir uzantısı olarak karşılaştırılmamalı; Liam Gallagher'ın obsesif bir şekilde sürdüreceği John Lennon ve 60'lar takıntısı, önümüzdeki aylarda karşımıza farklı yerlerden çıkacak.
28 Aralık 2010 Salı
25 Aralık 2010 Cumartesi
Record Collector VII: Johnnie Jackson and The Blazers / The Psychotics / Elmer & Brenda Parker and The Nite Lighters
Yaklaşık iki sene önce okuduğum bir anonim öyküde, belki de çok yabancılığını çekmediğim ve tuhaf bir şekilde zevk aldığım bir adamın yaşantısı yazıyordu. İkinci el plak ve eski müzik dergilerine karşı duyduğu obsesif takıntısı, iğneyle kuyu kazar gibi teker teker dinlediği parçalardan çıkacak olan yazıları ve sabahladığı günleri takip eden başka uzun gecelerin küçük törencikleri arasında bir yerlerde kurmuş olduğu bu hayatın neresi çekiciydi?
Eski gazeteleri ve plakları üst üste dizmekten, odasında adım atacak yer bulamıyordu. Bir tür labirente benzeyen duman altı odasında yoğun bir küf ve toz kokusu hâkimdi. Üzerindeki bornozunun cebinde sakladığı ıslak tütünleri ara sıra masanın üzerine koyuyor, bir sarma sigara sarıyor, kocaman kulaklıklarını takıyor ve tekrar – maksimum üç dakikalık garage / pop – parçalarını dinleyerek yirmi senedir uğraştığı o ‘kusursuz liste’ hayaline bir adım daha yaklaşıyordu.
Kimseler girmesin diye kapısının kilidi yoktu, ancak kendisinin de bu odadan çıkamayacağını da hesaba katmış mıydı? Ucuz b-side plakları ve uykusunu getiren yoğun küf kokusu belki de ona yardım edebilecek son dostlarıydı. Hikâyenin acıklı tarafı yalnız olması değil, belki de ‘kusursuz liste’ hayalinin gerçekleşemeyeceğini adım be adım anlamaya başlayıp panikle daha çok parça dinlemeye başlamasıydı. ‘The Dark Side of Vinyl Collection’ adında bir kitap yazmayı bile düşünüyordu, ama bir şekilde, hiçbir şeye zaman yoktu ve hayata dair her şey oldukça yoğun ve kalabalıktı.
Soul müziğin eski tüfeklerinden Johnnie Jackson and The Blazers tayfasının ‘What You Gonna Do’ parçası, ardı ardına açılan parçalar ve çeşitli funk / soul grubunun tuhaf hikâyeleri arasında kendini göstererek gecemi tavlamıştır. Senesini kestiremedim, ancak gitarist Andy Dyson’ın aynı parçayı 64’te canlı bir performansta çalması, aşağı yukarı 61-63’ seneleri arasında piyasalara ‘single’ olarak çıktığını gösteriyor. Sersem ve aylak temposu parça boyunca sürüyor, vokal Merle Spears’in ‘ikna edici-paylaşımcı-hikâyeci’ tarafı soul müziğiyle tencere-kapak uyumu sağlıyor, kesinlikle dinlenilmesi gereken parçalardan bir tanesi.
Johnnie Jackson and The Blazers / What You Gonna Do
The Psychotics grubunun 66’ senesinde piyasalara sürdükleri ‘If You Don’t Believe Me, Don’t’ parçası, gene dinlenilmesi gereken bir başka şarkı: Parçanın merkezinde hissedilebilen kızgınlık ve teslimiyet arzusu, genellikle garage parçalarında görülmeyen tuhaf bir bluesy havası katmış, belki de nadir örneklerinden bir tanesi. Vokalin yavaşça ve acele etmeden söylemesi, ister istemez garage türlerindeki kızgınlığın başka bir şekilde sunulabildiğini gösteriyor.
The Psychotics / If You Don't Believe Me, Don't (1966)
Gene senesini kestiremediğim, ancak ‘disco era’ dönemine yakın olduğuna inandığım, tahminimce 60’ sonlarına tekabül eden eğlenceli bir funk / soul parçası ‘Go To Get Back To Louisiana’. Brenda Parker’ın büyük bir sabırla söylediğini düşündüğüm arka vokali, parça boyunca süren kaypak ve bluesy havasıyla dinleyiciyi içinde tutuyor, araya sıkıştırılan saksafonlar ve davulun standart vuruşları, özlemini duyduğum R&B müziğinin bir başka tarafını gösteriyor gibidir.
Elmer & Brenda Parker and The Nite Lighters / Go To Get Back To Louisiana
Dinleyin, dinlettirin.
Eski gazeteleri ve plakları üst üste dizmekten, odasında adım atacak yer bulamıyordu. Bir tür labirente benzeyen duman altı odasında yoğun bir küf ve toz kokusu hâkimdi. Üzerindeki bornozunun cebinde sakladığı ıslak tütünleri ara sıra masanın üzerine koyuyor, bir sarma sigara sarıyor, kocaman kulaklıklarını takıyor ve tekrar – maksimum üç dakikalık garage / pop – parçalarını dinleyerek yirmi senedir uğraştığı o ‘kusursuz liste’ hayaline bir adım daha yaklaşıyordu.
Kimseler girmesin diye kapısının kilidi yoktu, ancak kendisinin de bu odadan çıkamayacağını da hesaba katmış mıydı? Ucuz b-side plakları ve uykusunu getiren yoğun küf kokusu belki de ona yardım edebilecek son dostlarıydı. Hikâyenin acıklı tarafı yalnız olması değil, belki de ‘kusursuz liste’ hayalinin gerçekleşemeyeceğini adım be adım anlamaya başlayıp panikle daha çok parça dinlemeye başlamasıydı. ‘The Dark Side of Vinyl Collection’ adında bir kitap yazmayı bile düşünüyordu, ama bir şekilde, hiçbir şeye zaman yoktu ve hayata dair her şey oldukça yoğun ve kalabalıktı.
Soul müziğin eski tüfeklerinden Johnnie Jackson and The Blazers tayfasının ‘What You Gonna Do’ parçası, ardı ardına açılan parçalar ve çeşitli funk / soul grubunun tuhaf hikâyeleri arasında kendini göstererek gecemi tavlamıştır. Senesini kestiremedim, ancak gitarist Andy Dyson’ın aynı parçayı 64’te canlı bir performansta çalması, aşağı yukarı 61-63’ seneleri arasında piyasalara ‘single’ olarak çıktığını gösteriyor. Sersem ve aylak temposu parça boyunca sürüyor, vokal Merle Spears’in ‘ikna edici-paylaşımcı-hikâyeci’ tarafı soul müziğiyle tencere-kapak uyumu sağlıyor, kesinlikle dinlenilmesi gereken parçalardan bir tanesi.
Johnnie Jackson and The Blazers / What You Gonna Do
The Psychotics grubunun 66’ senesinde piyasalara sürdükleri ‘If You Don’t Believe Me, Don’t’ parçası, gene dinlenilmesi gereken bir başka şarkı: Parçanın merkezinde hissedilebilen kızgınlık ve teslimiyet arzusu, genellikle garage parçalarında görülmeyen tuhaf bir bluesy havası katmış, belki de nadir örneklerinden bir tanesi. Vokalin yavaşça ve acele etmeden söylemesi, ister istemez garage türlerindeki kızgınlığın başka bir şekilde sunulabildiğini gösteriyor.
The Psychotics / If You Don't Believe Me, Don't (1966)
Gene senesini kestiremediğim, ancak ‘disco era’ dönemine yakın olduğuna inandığım, tahminimce 60’ sonlarına tekabül eden eğlenceli bir funk / soul parçası ‘Go To Get Back To Louisiana’. Brenda Parker’ın büyük bir sabırla söylediğini düşündüğüm arka vokali, parça boyunca süren kaypak ve bluesy havasıyla dinleyiciyi içinde tutuyor, araya sıkıştırılan saksafonlar ve davulun standart vuruşları, özlemini duyduğum R&B müziğinin bir başka tarafını gösteriyor gibidir.
Elmer & Brenda Parker and The Nite Lighters / Go To Get Back To Louisiana
Dinleyin, dinlettirin.
23 Aralık 2010 Perşembe
The Asteroids Galaxy Tour / Fruit (2009)
Psychedelic Pop müziğin 2010 senesinde devam ettiğini iddia etsek bile, bunun olabildiğince 'naif' olduğunu söylersek yanlış mı olur? Kimine göre naif, kimine göre 'oldukça fazla' bile kaçabilecek bir müzik sunan The Asteroids Galaxy Tour tayfası, henüz 2009'da çıkardıkları 'Fruit' albümüyle piyasalarla tanışmıştır. Tabii ki grubu göklere çıkarma peşinde değilim (zira grubun peşindeyim evet) ancak icra ettikleri müzik ve vokalist Mette Lindberg'un yazmakta olduğu sözler karşısında alınlarının tam ortasına bir 60'lar damgası vururken buldum kendimi.
Danimarka / Kopenhag'dan gelen TAGT, yapmakta oldukları basit ama çalgısal olarak kompleks müziğiyle aklımıza ister istemez 60'ların pop çatısı altında üretilen funk/psychedelic müziğini hatırlatıyor. 'Satellite' parçası, zamanında oldukça yoğun Hint merakı üzerinden üretilen müziğin bugünkü pop/psychedelic müziğine nasıl geçiş yaptığını gösteriyor gibidir. Saksafonunu utanmadan müziğin merkezine koyuyor olmasıysa, belki de grubu takip etmek için başlı başına bir neden olmakla beraber, 'acid jazz' çatısı altında günümüzün yer altı gruplarına da bir tür meydan okuduklarına da işaret etmektedir.
Albümün favori parçası 'The Golden Age', gene baskın saksafon ve elekro gitar ikilemesiyle ilerliyor ve Mette Lindberg'un sade ve akılda kalıcı 'funkish' sözleri karşısında çok da bir tercihimiz kalmıyor ve adeta "Bizi takip edin" dedirtiyor. Açılış sözleri, belki de Dyke and The Blazers'ın kırk sene önce başını çektiği Broadway Scene zamanlarını hatırlatıyor:
I wish I lived in the Golden Age/
giving it up on the Broadway stage /
Hang with the rats and smoke cigars /
have a break wit Frank and count the stars /
Dressed to the night / we've had to much /
Shiny jewels / casino cash /
Tapping feet / wanna take the lead /
A trip back in time is all I need /
The Asteroids Galaxy Tour / The Golden Age (2009)
Klipte karşılaştığımız psychedelic tercihlerse, "kitsch" olarak görülenin ironikçe kabul edildiği bir dönemin çok sonralarına, günümüzün müzik endüstrisinde ne kadar rahatça hareket edilebilip bir 'başka dünya' içinde eğlenmenin özlemini gösteriyor gibidir. 'Amsterdam Acoustics' çatısı altında söyledikleri Satellite ve The Golden Age parçalarının akustik versiyonları da bir o kadar iyi.
Çıkış parçası olan 'The Sun Ain't Shining No More', gene Lindberg'un naif ve bir şekilde aksi sesiyle favorilerin başında.
The Asteroids Galaxy Tour / The Sun Ain't Shining No More (2009)
Dinleyin, dinlettirin.
12 Aralık 2010 Pazar
Bob Dylan'ın Sözlerini Satın Almak
60'ları satın almak, en kişisel olanından en bilindik olanına kadar giden bir süreç: Amerika'nın en zengin koleksiyonerlerinden biri olan Adam Sender, çok yakında 64' senesinde piyasalara sürülen The Times They Are A-Changin' parçasının orjinal el yazısı nüshasına sahip olacaktır.
Kenarları yırtık sayfanın sözleri bile birazcık olsa da dağılmış.
Ama sanırım bu kağıt parçasının satın alınacak olması başka bir şey anlatıyor gibi.
Parçanın milyonlarca insana hitap etmesine zıt, mahrem bir çatı altında yazıldığını ve tahminimce parçanın adını sonradan koyduğunu düşündüğüm bu nüsha, belki de bir takım şeylere sahip olmanın ne kadar bencilce olduğunu hatırlatıyordu.
Müzayedeyi düzenleyen ve içine komisyon odasının hesaplarını da dahil eden bir takım kişilikler, bu günlerde bu kağıt parçasından gelecek olan parayla ne yapacaklarını düşünmektedir.
Zira koleksiyon parçası olarak kabul görülen bu kağıt parçası, dönem ve müzikle yakından uzaktan ilişkisi bulunmayan statüsü coşmuş adamların eline geçmektedir. Bunun haberini yapmak, başlıklara kişiliklerin öznesini ön planda tutarak biraz daha fazla para kazanan diğer haberciler de, belki kırk sene önce bu adamdan neden nefret edildiğini de yazar.
Ama bu açıdan bakmak kimsenin işine gelmez: Kağıt parçası 422,500 dolara satın alınacak.
Bu sözler hepimizin, farklı yer ve zamanlarda, bir şekilde, hepimiz bu parçayı dinledik. The Times They Are-A Changin', haklısın sen de.
10 Aralık 2010 Cuma
Record Collector VI: Iron Butterfly / Jimmy C & The Chelsea Five / Jr Walker & The All Stars
Çiğ et, kokuşmuş balık ve geride kalan başka kötü kokuların yarattığı politika sevdası: Komik günler yaşanmaktadır, İstanbul ve Ankara arasında gidip gelen bir polis-devlet rüyası, takım elbiselerinin içinde büründükleri bir otuz bir hikâyesi ve onları seyrederek zevk alan başka kişilikler. Müziğe daha önce hiç duymadığımız kadar ihtiyacımız var, farkında olmadan yapmaya devam ettiğim çeşitli Top 20 listelerinin sabırsız çırpınışı ve uzaklardan duyulan başka bir polis sireninin tehditkâr bakışları arasında bir yerlerinde, belki de dik bir tepenin yamacına ulaşmaya çabasıdır bütün bu hikâyenin anlamı. Abartmak gerekiyor belki de, daha önce hiç abartılmadığı kadar, dinlemek, sabır göstermek, bir daha, bir daha ve bir daha yazmak gerekiyor, tabii ki, daha önce hiç yazılmadığı kadar.
Halkını bir tür ‘fuck body’ olarak görmekten hoşlandığını itiraf edemeyen insanların içinde yaşamaktayız, nereye varacağını bilemediğim ve bütün bu 60’lar cereyanını bir tür macera olarak görmekten alıkoyamadığım bir tarafım, belki de sizlerin bugün bu insanların yanından geçtiğini söylüyor ve umarım evinize rahatça vardığınızı diliyor.
Iron Butterfly / In A Gadda Da Vida - Part 1 (1968)
Iron Butterfly / In A Gadda Da Vida - Part 2 (1968)
Zaman kaybetmeden, listeye ‘vurucu darbeyle’ girmek gerekiyor bu yüzden: Iron Butterfly / In-A-Gadda-Da-Vida parçası, 1968 senesinin en güzel dönemine tekabül etmektedir: Atlantic Records plak şirketinin belki de The Doors’dan sonra piyasalara tanıttığı en başarılı ve ‘kısa dönemli’ psychedelic rock grubudur. Ahmet Ertegün’ün Iron Butterfly tayfası yüzünden birden fazla plak şirketiyle arasının açılmasına şaşırmamalı: Albüm kaydı toplam on yedi dakika süren bu tuhaf yolculukta, sıkılıp yorulmadan ve en önemlisi utanmadan on parmağıyla org klavyesine sonuna kadar yüklenen Doug Ingle ve davullarına tıpkı bir aşk-nefret ilişkisi gibi teker teker vuran Ron Bushy’nin halen aramızda olmasına sevinmeliyiz. Ve tabii ki can alıcı soruyu belki de şöyle sormalıyız: Yumurta-tavuk sorusuna paralel, Iron Butterfly miydi bu akımdan çıkan, yoksa akımdan çıkan Iron Butterfly miydi?
Garage müziğinin ‘evi’ Dallas / Texas bölgesinin can sıkıntısından şans eseri ortaya çıkardığı Jimmy C & The Chelsea Five tayfasının 64’ senesi kaydı olan Leave Me Alone parçası, belki de Beatlemania çılgınlığının tuhaf bir şekilde tuhaf yerlere sıçradığını söyler gibidir. Nakaratları topluca, parçanın gerisini tek başına söyleyen Scotty Celsur’un kurmuş olduğu bu grubun ne yazık ki devam edememiş olması üzücüdür, ama okumuş olduğum son röportaja göre keyiflerinin gayet yerinde olduğu da kayıtlar geçilmelidir.
1964: Pespaye çalışı, acele etmeyişi, köhne bir caz barda konser verdiğini biliyor olması ve bundan daha büyük bir hazın olmadığını fark ediyor olması, belki de ‘Junior’ Autry DeWalt Mixon Walker isimli müzisyenin senelerce ‘underrated’ bir grup olarak kabul edilen Jr Walker & The All Stars tayfasıyla neden vakit geçirdiğini anlatır gibidir. Cleo’ Mood / Shotgun / Tune Up / Road Runner gibi lezzetine doyum olmaz akıl kaçırtıcı Soul / R&B parçalarıyla uzun yıllar boyunca Motown plak şirketiyle çalışan ekibini şiddetle dinlemeyi öneririm.
Jimmy C and The Chelsea Five / Leave Me Alone (1964)
Halkını bir tür ‘fuck body’ olarak görmekten hoşlandığını itiraf edemeyen insanların içinde yaşamaktayız, nereye varacağını bilemediğim ve bütün bu 60’lar cereyanını bir tür macera olarak görmekten alıkoyamadığım bir tarafım, belki de sizlerin bugün bu insanların yanından geçtiğini söylüyor ve umarım evinize rahatça vardığınızı diliyor.
Iron Butterfly / In A Gadda Da Vida - Part 1 (1968)
Iron Butterfly / In A Gadda Da Vida - Part 2 (1968)
Zaman kaybetmeden, listeye ‘vurucu darbeyle’ girmek gerekiyor bu yüzden: Iron Butterfly / In-A-Gadda-Da-Vida parçası, 1968 senesinin en güzel dönemine tekabül etmektedir: Atlantic Records plak şirketinin belki de The Doors’dan sonra piyasalara tanıttığı en başarılı ve ‘kısa dönemli’ psychedelic rock grubudur. Ahmet Ertegün’ün Iron Butterfly tayfası yüzünden birden fazla plak şirketiyle arasının açılmasına şaşırmamalı: Albüm kaydı toplam on yedi dakika süren bu tuhaf yolculukta, sıkılıp yorulmadan ve en önemlisi utanmadan on parmağıyla org klavyesine sonuna kadar yüklenen Doug Ingle ve davullarına tıpkı bir aşk-nefret ilişkisi gibi teker teker vuran Ron Bushy’nin halen aramızda olmasına sevinmeliyiz. Ve tabii ki can alıcı soruyu belki de şöyle sormalıyız: Yumurta-tavuk sorusuna paralel, Iron Butterfly miydi bu akımdan çıkan, yoksa akımdan çıkan Iron Butterfly miydi?
Garage müziğinin ‘evi’ Dallas / Texas bölgesinin can sıkıntısından şans eseri ortaya çıkardığı Jimmy C & The Chelsea Five tayfasının 64’ senesi kaydı olan Leave Me Alone parçası, belki de Beatlemania çılgınlığının tuhaf bir şekilde tuhaf yerlere sıçradığını söyler gibidir. Nakaratları topluca, parçanın gerisini tek başına söyleyen Scotty Celsur’un kurmuş olduğu bu grubun ne yazık ki devam edememiş olması üzücüdür, ama okumuş olduğum son röportaja göre keyiflerinin gayet yerinde olduğu da kayıtlar geçilmelidir.
1964: Pespaye çalışı, acele etmeyişi, köhne bir caz barda konser verdiğini biliyor olması ve bundan daha büyük bir hazın olmadığını fark ediyor olması, belki de ‘Junior’ Autry DeWalt Mixon Walker isimli müzisyenin senelerce ‘underrated’ bir grup olarak kabul edilen Jr Walker & The All Stars tayfasıyla neden vakit geçirdiğini anlatır gibidir. Cleo’ Mood / Shotgun / Tune Up / Road Runner gibi lezzetine doyum olmaz akıl kaçırtıcı Soul / R&B parçalarıyla uzun yıllar boyunca Motown plak şirketiyle çalışan ekibini şiddetle dinlemeyi öneririm.
Jimmy C and The Chelsea Five / Leave Me Alone (1964)
9 Aralık 2010 Perşembe
Help! The Captain Threw Up
Henüz 2009’da bir araya gelen Ozan Çanak, Uygar Çetiner ve Mert Hocaoğlu üçlüsüyle müzik, 60’lar, sektör ve gelecek hakkında lafladık, eğlendik. Calm Cow, Silver Dust ve Hostages and Refugees gibi parçalarıyla çalgısal / deneysel türleri arasında gidip gelen ve 60’ları es geçmeden, kendi deyimleriyle “klasik rock tınılarından” söz eden Help! The Captain Threw Up grubu, yakından takip edilmesi gereken, İstanbul’da ikamet edip yeterince tanınamamış gruplardan sadece bir tanesi. Peyote’de gerçekleştirdiğimiz röportajın belki de ana sonucu, müziksiz bir dünyanın düşünülemez olmasıydı. 22 Aralık’ta Kertenkeleler ile Dogzstar’da çıkacak olan Help! The Captain Threw Up’u izleyin, izlettirin.
Grubun ismi ortaya nasıl çıktı?
Ozan Çanak: Bir akşam stüdyodan çıkmıştık, Peyote’de Eskiz konserine gelmiştik ve yolda yürürken grup ismi düşünüyorduk çünkü Miller Music Factory yarışması vardı. Ona katılmak için en azından bir grup ismi koyalım diye düşündük. Yolda gelirken de birbirimize saçma sapan grup isimleri önerdik. Sonunda Uygar bana “Kaptan kustu” dedi, “Bunun İngilizcesi neydi ya?” gibi bir muhabbet başladı, zorlaya zorlaya bir şey bulduk sonunda.
My Space sayfanıza “60’lı ve 70’li yılların klasik, saykodelik rock tınılarından izler taşımaktadır” demişsiniz. Parçaları çok beğendim ama daha çok psychedelic öğeler bekledim açıkçası, mesela Velvet Underground’un yirmi dakikalık kayıtları vardır, pek bir yere varmaz, zor da dinlenilir ama yapmışlardır. Sizler daha “dinlenebilir” bir şekilde sunuyorsunuz, ama Türkiye’de böyle bir müziğin az olduğunu varsayarsak 60’lar üzerinden gitmek daha yararlı olmaz mı?
O.Ç: Parçaları yazarken aslında o kadar kontrollü yapmıyoruz her şeyi. Daha yeni yeni başladık “Burası şöyle olsun, böyle olsun,” diye, daha çok amatör kafada yapıyorduk bir sürü şeyi. Mesela ben Mert’in yazdığı basları kayıtlarda duyuyordum normalde, “Aa güzel olmuş ya,” diyordum ve bir şekilde başlıyorduk.
Uygar Çetiner: Bir şarkıda başka bir şarkı için davul bulduğum oldu mesela.
O.Ç: Bunları çok düşünmüyorduk işte ama yavaş yavaş bu tür şeyleri düşünmeye başladık artık, yeni parçaları daha uzun tutmayı düşünüyoruz, bazı yerleri daha uzatıp daha farklı yapacağız, zamanla oluyor bu tür şeyler.
Gene sayfanızda Calm Cow parçası için yaptığınız bir video klip var, şarkılarınız çalgısal olduğu için sadece enstrümanları çekmişsiniz. Onu da çok beğendim. Albüm çıkarma hayaliniz var mı?
Mert Hocaoğlu: Tabii öyle bir şey isteriz. Sonuçta başlarken böyle bir amaç uğruna başladık, ama şu an programımızda öyle bir zaman yok, duruma bağlı biraz.
Türkiye’de reklam üzerinden giden bir müzik sektörü var ve sizler henüz çok yeni bir grupsunuz. Bunun yanında tahmin edebileceğimizden çok grup var ve bir şekilde bu gruplara zor ulaşıyoruz. Acaba tanıtılmıyor mu?
O.Ç: Aslında bizim reklam piyasasıyla henüz bir alakamız yok, belki de bundan kaynaklanıyordur, Dogzstar’da çalıyoruz en fazla, oradaki ahali ve oraya gelen insanlar tanıyor bizi.
Dogztar, Peyote, Bronx gibi kulüplerin böyle bir önemi oluyor bir sürü grup için.
U.Ç: Tabii ki, zaten üç beş tane mekân var İstanbul’da, Arka Oda ve Nublu da dâhil edilebilir buna, ama seyirci olmadan zor yürüyor bu işler.
O.Ç: Paraya dönük bir olay, bu yeni bir şey değil, ama kendi zevklerine dönük de bir şey. Sonuçta bundan kırk sene önce Velvet Underground kayıtları sattıysa ve bu işten insanlar para kazandıysa bugün de kazanabilir. Önemli olan öyle bir ortamı en iyi şekilde kurabilmektir.
U.Ç: Duyulduktan sonra dinleyici kitlesi kendiliğinden oluşuyor zaten, kaç milyon insan var ortada, mutlaka başlıyor bir noktadan sonra.
My Space sitesi bu alanda önemli mi sizce?
O.Ç: My Space’in çok bir katkısı yok. İnternet tabii ki güzel, insanlara ulaşabiliyorsun ama konser veren bir grupsan ve amacın kendi kendine müzik yapmak, insanlar dinlerse dinlesin değilse, internet çok etkili olmuyor bence. En azından çok popüler olmayacak gruplar için diyelim.
Eskiden cover çalıyordunuz, neler çalardınız?
M.H: 60’lar / 70’ler: Beatles, Jimi Hendrix, The Who, Led Zeppelin gibi grupların temel parçalarını çalardık.
O.Ç: Onur diye bir arkadaşımız vardı o da vokaldeydi, şimdi turizm acentesinde çalışıyor.
U.Ç: Brit-Rock grubu kuracaktık güya sonra yalan oldu!
O.Ç: Bir de Ozan diye bir arkadaşımız vardı, çok iyi gitaristi, şimdi o da bize katılacak konserler için.
O zaman siz üç kişi durmayacaksınız, önemli bir şey.
O.Ç: Zaten besteleri üç kişi yapıyoruz, konserler için de beş kişi oluyoruz. Klavye koymayı düşünüyoruz. Bunun yanında solo atmayı pek sevmiyoruz açıkçası. Aytaç diye bir arkadaşımız var, o da pek hoşlanmaz. Klavye konusunda sololar olmaz o yüzden, pek saykodelik olmaz ama gene de andırır.
M.H: 60’ / 70’lerden etkilenme olayı da biraz içimizde var aslında, yıllardır hem dinlediğimiz, hem de çalmayı sevdiğimiz için kendiliğinden gelişiyor o tercihler.
O.Ç: Bu arada saykodelik müzikten neden o kadar etkilenmediğimizi söylemek istiyorum: Bizim 60’lardan aldığımız temel dürtü Beatles ve adamlar o kadar saykodelik çalmaz aslında, daha “kontrollü” çalmayı tercih ederler.
U.Ç: Ama gene de hepimizin içinde bir Pink Floyd yatıyor.
O zaman son olarak bir Top 3 yapalım: 60’lardan favori albümünüz ve canlı olarak görmek istediğiniz grup?
U.Ç: Favori üç albüm: Pink Floyd – Meddle (1971) / Pink Floyd – A Saucerful of Secrets (1968) / The Beatles – Revolver (1966)
Canlı performans: David Gilmour – Meltdown Festival (2001) / Pink Floyd – Pompeii (1972) / The Beatles – Çatı Konseri (1969)
O.Ç: Favori üç albüm: Pink Floyd – Animals (1977) / The Beatles – Abbey Road (1969) / John Frusciante – The Empyrean (2009)
Canlı Performans: Band of Gypsys – Fillmore East (1969) / Pink Floyd – Pompeii (1972) / The Who – Royal Albert Hall (2000)
M.H: Favori üç albüm: The Who – Quadrophenia (1973) / The Doors – Morrison Hotel (1970) / The Beatles – Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band (1967)
Canlı Performans: Pink Floyd – The Wall konserleri / The Beatles – Pompeii (1972) / The Beatles – Çatı Konseri (1969)
Help! The Captain Threw Up: http://www.myspace.com/helpthecaptainthrewup
6 Aralık 2010 Pazartesi
Düşük Bütçeli Filmlerin Dayanılmaz Güzelliği III: First Spaceship On Venus / The Frozen Dead / The Plague of the Zombies
Hoşlanmakta olduğu kızla gerçekleşecek ilk buluşmasını izlediği düşük bütçeli uzay-korku filmi yüzünden unutması doğal bir şey miydi? Çok sonraları, yaklaşık iki kilo yediği patlamış mısırlarını dişlerinin arasından ayıklarken aklına gelmesi ve hayal kırıklığı duygusunu gece izleyeceği bir başka filmle kabartmak istemesine ne demeliydi? Ucuz garage plakları, ikinci el retro seks dergileri ve düşük bütçeli uzay filmleri etrafında dönen hayatın neresi acıklı, neresi eğlenceliydi?
Geçen hafta, hiç ummadığınız insanların bile meraklı gözlerle NASA’nın açıklamasını dinlediğine şahit olmak ilginçti. Daha da ilginci, merakın ana kaynağının konuyla ilgili olmadığını, daha ötesinde, acaba Carl Saganvari bir senaryonun gerçekte olup olamayacağını görebilmekti: Yeşil başlı küçük adamlar ve belki de tek gözlü bir yaratığın gerçekten dünyaya gelmesi halinde, insanların ne tür durumlarda bulunacağını hayal etmek bile, başlı başına büyük bir hayal gücü eğlencesidir.
Alman-Japon ortak yapımı First Spaceship on Venus (1960), tahmin edilebileceği üzere, Dünyaya Venüs’ten gelen bir uzaylının başlatmış olduğu bir kaos filmidir. Tabii ki insanlarımız uzaylıyı izlemekle yetinmeyecekti: Kısa bir sürede inşaat edilen özel bir uzay istasyonundan Venüs’e giden on astronotun yaşadığı tuhaflıklar silsilesi ve merkezinde yatan korkunç bir hayal gücü, bizleri gene yapacağımız işleri unutturup kendi dünyasına götürecekti.
The Frozen Dead (1967), öte yandan bambaşka bir senaryoyla karşımıza çıkıyor: Laboratuarından çıkmayan deli bir profesör, yaklaşık elli ölü Nazi askerinin kafalarını bir tür soğutma makinesinde dondurup uyutuyor. Seneler sonra, üçüncü imparatorluğu başlatmak adına bu uyuyan kafaları başka insanların vücutlarına takıp tekrardan bir Nazi dönemi başlatmak istemesi, epik saçma bir hayal gücü konsepti altında izlenmesi gereken filmlerin başında geliyor.
Son olarak, The Plague of the Zombies (1966) Cornwall adında bir köyde yaşanan tuhaflıklarla başlıyor. Ana karakterlerden Doctor Thompson, yardım almak üzere Profesör James Forbes’dan yardım istiyor. Profesörün köye gelmesiyle ortaya çıkan asıl vurucu darbe, zamanında köye uygulanmış bir vodoo ritüeli yüzünden ölü insanların canlanarak insanları üzmesidir.
Tekrar ediyorum: İzleyin, izlettirin.
Geçen hafta, hiç ummadığınız insanların bile meraklı gözlerle NASA’nın açıklamasını dinlediğine şahit olmak ilginçti. Daha da ilginci, merakın ana kaynağının konuyla ilgili olmadığını, daha ötesinde, acaba Carl Saganvari bir senaryonun gerçekte olup olamayacağını görebilmekti: Yeşil başlı küçük adamlar ve belki de tek gözlü bir yaratığın gerçekten dünyaya gelmesi halinde, insanların ne tür durumlarda bulunacağını hayal etmek bile, başlı başına büyük bir hayal gücü eğlencesidir.
Alman-Japon ortak yapımı First Spaceship on Venus (1960), tahmin edilebileceği üzere, Dünyaya Venüs’ten gelen bir uzaylının başlatmış olduğu bir kaos filmidir. Tabii ki insanlarımız uzaylıyı izlemekle yetinmeyecekti: Kısa bir sürede inşaat edilen özel bir uzay istasyonundan Venüs’e giden on astronotun yaşadığı tuhaflıklar silsilesi ve merkezinde yatan korkunç bir hayal gücü, bizleri gene yapacağımız işleri unutturup kendi dünyasına götürecekti.
The Frozen Dead (1967), öte yandan bambaşka bir senaryoyla karşımıza çıkıyor: Laboratuarından çıkmayan deli bir profesör, yaklaşık elli ölü Nazi askerinin kafalarını bir tür soğutma makinesinde dondurup uyutuyor. Seneler sonra, üçüncü imparatorluğu başlatmak adına bu uyuyan kafaları başka insanların vücutlarına takıp tekrardan bir Nazi dönemi başlatmak istemesi, epik saçma bir hayal gücü konsepti altında izlenmesi gereken filmlerin başında geliyor.
Son olarak, The Plague of the Zombies (1966) Cornwall adında bir köyde yaşanan tuhaflıklarla başlıyor. Ana karakterlerden Doctor Thompson, yardım almak üzere Profesör James Forbes’dan yardım istiyor. Profesörün köye gelmesiyle ortaya çıkan asıl vurucu darbe, zamanında köye uygulanmış bir vodoo ritüeli yüzünden ölü insanların canlanarak insanları üzmesidir.
Tekrar ediyorum: İzleyin, izlettirin.
1 Aralık 2010 Çarşamba
Modern Çağ / Aylık Popüler Müzik Dergisi / 1968
Yazı İşleri Müdürü Kayhan Çağlayan İstanbul bürosuna gece geç saatlerde vardığında, belki de aklında tek bir şey vardı: Bir an önce, yarım bırakılmış onlarca kahve bardaklarının arasında saklanan daktilosunun başına geçerek geceyi yazmakla geçirip sabah yatağına yatmaktı. Sakaselim Çıkmazının çaprazında duran köhne bir binanın çatı katında kurmuş olduğu düzenini takip etmekteydi: Sabah yedide yatağa yatmaca, üçe kadar uyku, beşte plak toplama, ekip toplantısı ve sonra gene gece yazması. Bilinmeyen bir dünyada üretilen bir müzik dünyası, fikir çatışmaları, uyuşturucu, seks ve moda çılgınlığı, Londra’da piyasalara sürülen yeni Jimi Hendrix single’ı, kaçak yollardan İstanbul’a getirilen tonlarca plak ve bir tür suça ortak olurmuş gibi gecenin köründe topluca, sessizce dinlenilen Beatles parçaları.
45 devir plak listesinin oluşturulma sürecinde sarf edilen sözcük sayısı, açılan sigara paketleri, bir bir dökülen ifadeler ve anlamsız bir şekilde duyulan hayranlığın en üst seviyelere ulaştığı sarhoşluk saatleri: İstanbul 1968’de, İstiklal Caddesi’ni boydan boya geçmeye çalışan meraklı gençlerin meraklı gözleri altında, koca bir aydan sonra ilk defa açıklanacak olan yeni liste heyecanı. Birbirini ezerek depar atan bir sürü gencin bir an önce listeye ulaşabilme heyecanı arasında bir yerlerde, İstanbul’un yaşamakta olduğu dominant gri tarafına bir şekilde küfür edebilme cesaretini gösterilebilen o nadir anlardan bir tanesi: Beat ve Pop müzik, Türkiye’de.
Arka kapağında bulunan siyah-beyaz bir Electric Prunes resmi, hemen arkasında yazılan “Bu plaklar diskoteğinizde mevcut mu?” başlığı altında yazılan Billy Stewart, Joe Tex, The Knight Brothers ve The Young Rascals parçaları ve hemen yanı başında duran bir Petula Clark resmi, üstünde kocaman harflerle San Francisco yazılı.
Hemen başka bir köşede Okuyucularla Baş başa başlığı altında yazılan mektuplar, Kadıköy’den Levent Sargut: “Ben beat ve pop müziğine hayran gençlerden biriyim. Zaman geçtikçe Avrupa’daki toplulukların çalışma tarzları hakkında bilgi sahibi olabilmek için inanın tam yedi çeşit müzik mecmuası almaya başladım, fakat ekserisinden bir şey anlamadığım için sonunda sadece ( Salut le Copanis ) ile ( Modern Çağ) da karar kıldım.”
60’ başlarındaki Beatles çılgınlığının devamı gibi, takım elbisesiyle çıkmaya devam eden gençlerin vesikalık fotoğraflarıyla Fan Kulüplerini tanıtıp, mektuplaşmak istedikleri insanların bir tür özelliklerini yazan sevgili Beat severler, kısır bir bilginin kısır şartları altında, sevdikleri müziğin peşinden koşar gibiler.
Kayhan Çağlayan ve Modern Çağ ekibinin bütün yazarları: Olmayan bir Dünyanın içinde yaratılmaya çalışılan bir ortak duygunun inatçı ve inançlı müzik dergisi. Kulakları iyi işiten gençler, gece yarılarında İstanbul için Beat vakti anonsunu bile duyabilirmiş.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)