Sinemada bulunan en devasal patlamış mısır porsiyonunu alan sivilceli ve mutlu çocuk, biraz sonra gireceği salondan sarhoş bir halde çıkacağını bilemezdi. Onu sarhoş edeceği şey alkol değil, koca ekranda karşılaşacağı dev Godzilla’nın dev binalara kafa atarak havada uçuşan helikopterleri ağzıyla tutup çiğnemesi veya kendisine aynı anda yöneltilen yüzlerce füzeyle köşe kapmaca oynayıp binaları teker teker devirmesi olacaktı. Belki de bu yüzden film esnasında salonda oturan yüz insanın sarf ettiği hareket ve mimikler bir zikir ayinini aratmayacaktı: Dışarıda Ay’a ayak basıldı mı basılmadı mı dedikoduları dönedursun, ucuz haberlerle önce yer altı kültürünü, ardından keskin bir dönüşle popüler kültüre hitap etmeye başlayan birçok 60’ dönemi bilim ve uzay dergilerinin yaptığı gibi, bu sefer Ay’a gidilmemesi gerektiğini, aksi takdirde astronotların bir canavar tarafından yenileceğini iddia edecekti. Bununla beraber, Velvet Underground Venus In Furs parçasıyla alt kültürlerin kafasını karıştıracak, kafası “iyi” durumda “Evren patlıyor mu?” makalesini yazan ve kısa sürede zengin olan birçok “uzay dedikoduları yazarlarının” yakaladığı popülerlikle birlikte, bir halk ağzı açık şekilde bütün bu “olayların” ne anlama geldiğini merak edecekti.
Japonya 1968’de vizyonlara giren ve adını bir türlü yazmaya beceremediğim Japon yönetmenin sergilemiş olduğu hayal gücü ve sahneleriyle, belki de düşük bütçeli filmlerin arasında en büyük alkışı hak eden birkaç filmden bir tanesidir. Konu net: Dünya’ya bir şekilde uzaydan gelen canavarlar şehirlere saldırıyor. Godzilla New York’u, Rodan Moskova’yı, Mothra Pekin’i ve Baragon Paris’i istila ediyor. Ardından uzay gemisinden bir tür disko pijamasına benzeyen kıyafetle Japon liderleri çıkıyor, Dünyaya aslında zarar vermek istemediklerini ama bir süreliğine dünyalıların köle olarak yaşayacaklarını söylüyor ve kafalar iyice karışıyor. Acilen bir Uluslar arası toplantı hazırlanıyor ve Dünyanın bütün ülke liderleri kısa bir sürede sonucu bağlıyor: Destroy All Monsters!
Uzun ve boş uğraşlar sonucu bulduğum Wild Wild Planet filmi devasal bir hayal kırıklığı yarattı. Tabii ki beklentilerimi olabildiğince az tuttum, ancak fragmanı bambaşka bir şey söylüyordu: Bir tür uzay istasyonunda, aklını yitirmiş ak saçlı bir profesörün yapmakta olduğu tuhaf deneylerle karşılaşıyoruz. Bütün çalışmalar mükemmel bir insan ırkı yaratma adına olunca, “gereğini yapmak gerekir” kafalarına çok ağırdan giren profesör bir süre sonra bokunu çıkarır ve ortaya ne idüğü belirsiz, sümük gibi insanlar çıkar. Kimi sekiz kolludur, kiminin derisi erir, kimi de aralıksız çığlıklar atarak bir odada delirir. Uzay-korku başlığı altında, denenmiş, inanılmış ve pahasına ne olursa olsun çekimler için her türlü fedakarlık yapılmış.
Ve 67’ senesinde çekilen Something Weird. Medyumlar dünyasında yaşanılan rekabet ve bir takım yaşanılan “tuhaf” olayların perde arkası: Tabii ki potansiyel bir şekilde yükselen LSD merakı ve anlatılan olayların güncel haberlere sıçraması, çoğu dönemin yönetmenini bu tür filmler yapmasına teşvik etmiştir. Ruhani güçlere sahip adamların etraflarını üzmesi bir kenara, bakışlarıyla istediğini yakan ve ani bir şekilde bir cadıya dönüşen fettan kadının hikayesi gerçekten izlenmeyi hak ediyor. Bunun için gereken ortamı yaratmak da bir o kadar önemli; eğer salaş korku filmlerini yedi yirmi dört izleyerek etrafınıza bir zaman sonra yabancıllaşırsanız, korkmayın. Herkese yetecek kadar tuhaflık bulunur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder