all about the sixties / emre
echoes from sun / güneş
30 Ekim 2011 Pazar
19 Ekim 2011 Çarşamba
Haftalık Playlist NO III / 18 / 10 / 2011
all about the sixties / emre
echoes of a groovy week / güneş
echoes of a groovy week / güneş
10 Ekim 2011 Pazartesi
Haftalık Playlist NO II / 10 / 10 / 2011
Echoes on the Day of Sun / Güneş
all about the sixties / Emre
all about the sixties / Emre
5 Ekim 2011 Çarşamba
Hoşçakal Bert Jansch
4 Ekim 2011 Salı
Haftalık Playlist NO I / 04 / 10 / 2011
Kulak sporu niyetine başlattığımız haftalık playlistleri Pazar ve Salı günleri blogdan takip edebilirsiniz.
Echoes on the Day of Sun / Güneş Akyürek
All About The Sixties / Emre Karatoprak
Echoes on the Day of Sun / Güneş Akyürek
All About The Sixties / Emre Karatoprak
24 Eylül 2011 Cumartesi
Rüyanın Sıcak Tarafı: Pure X / Pleasure
Sıkıcı ve sıcak köşenin en dibinde kendi kendine müzikçilik oynayan plak dükkânları, bir bir geçen iddiasız konser davetiyeleri ve tıraş olmaya üşenen eski aile-rock yıldızı babaları: Austin, Texas, çiğ et kokusu ve sıcaktan eriyen kirli buzlar, serinlemeye aç, kurtulmaya muhtaç. Ummadığımız yerlerden ummadığımız müziklerin çıkmaya devam etmesi, müzik hakkında yazmanın güzelliğini gösteriyor. Kirli ve uzun tırnaklarla, çekinmeden ve yorulmadan kazmaya devam ettiğimiz 21. yüzyıl grupları, dönem ve kültür saçmalığını (!) kırıyor ve bizi güzel müzik dinlemeye davet ediyor.
Pure X / You're In It Now (2011)
Pure X ( eski adıyla Pure Ecstacy ) sessiz gitar guruldamalarını eksik etmiyor, yanına minimal takılan melodilerle pastanın kirazını ekliyor ve dinleyiciye çeşitli mağaralara konulmuş yankılamalar sergiliyor. Hayır, güneşin akşamüstü dört sularında batan Kuzey topraklarından değil, olabilecek en zıt coğrafyasıyla, kâbuslarımızda gördüğümüz ataerkil toplumların muhafazakârlığını kıçıyla siliyor ve kıpkırmızı güneşin yakıcı toprağında sarhoş oluyor. Sanırım böyle hayatların peşindeyiz.
Pure X / Easy (2011)
Küçük kasabalar, küçük hayatlar, küçük muhabbetler, televizyon, radyo ve konser turneleri arasında şekillenen kozmik rüya, mağara yankısı ve alçak gönüllü parçalar: 2010 yazında çıkardıkları ilk albüm ‘Pleasure’, fısıldayarak ilerlediği bluesy / psychedelic yankılamalarıyla dikkatleri üzerine çekti.
Vokal Nate Grace, bassist Jesse Jenkins ve davulcu Austin Youngblood, henüz birkaç ay önce fotoğrafçı arkadaşları Bryan Derballa tarafından bir haftalığına ziyaret edildi. Ziyaretin amacı grubu tanımak adına zaman geçirmece, gülmece ve albüm hakkında bir makale yazmaktı. Bununla beraber grubun stüdyo olarak kullandığı evin fotoğraflarını çeken Derballa, aynı zamanda grubun çeşitli fotoğraflarını da serisine ekledi.
Pure X / Twisted Mirror (2011)
23 Ağustos 2011 Salı
Psychedelic Müziğin Son Hali: Tame Impala / Innerspeaker
Psychedelic türünü konunun merkezine koyarak başlayalım yazıya: 50’lilerin caz, şiir ve uyuşturucu üçgeninden ‘yol’a koyulan Kerouac ve beatnik şairlerinin korkutucu rüzgârı, çok geçmeden, 10 sene sonra 60’ların kapısına uğrayacak. 1965 – 67 – iki seneden bahsediyoruz – yılları arasında ‘yükselişe’ geçen LSD ve psychedelic müziğin “cicim aylarını” yaşayan post-war çocuklarının dünyası ve yazılan sayısız parça… 70’ler, Glam Rock ve Led Zeppelin ile başlayan maskülen cock-rock ( heavy ) metal ve 80’lerin İngiltere’sinde cereyan eden Madchester sahnesi… Araya giren sessiz bir 20 senede psychedelic müzik adına nelerin yaşandığına dair belki de herkesin aşağı yukarı bir fikri vardır ama eğlenceli ve ilginç olmadığına dair duyumlarımız devam ediyor. Keh keh…
Avustralyalı grubun 2010 Mayıs ayında çıkardığı ilk albüm ‘Innerspeaker’, aradaki 20 senenin boşluğunu bize getirmiş gibidir. Başka deyişle, tıpkı enerjisi biten büyük yıldızlar gibi, psychedelic müzik ve Tame Impala, müzik evreninin içinde bir yerlerde patlayarak son senenin en büyük süpernova etkisini yarattı. Bir yandan geçmişte bıraktığımız çocuksu psychedelic dünyamızın kayboluşunu izledik, bir yandan da patlayıp yok olan türlerin bileşimleriyle yeni gezegenlerin farkındalığına vardık.
Tame Impala / Lucidity
Çok öncelerden bildiğimiz parçaların kayboluşu, kuşkusuz bizleri bilinmeyen ormanlara, havasına ve suyuna alışık olmadığımız bir festivale çekti. “Tuhaf” yerlerden izlediğimiz Tame Impala’nın müziği karşısında yapabileceğimiz şeyin en iyisi, belki de geçmişte aradığımız ve önceki kuşaklardan dinlediğimiz sosyal rekabete çok da ihtiyacımızın olmamasıdır. Müziğin lisanı hiç bu kadar lezzetli, karışık ve iddialı olmamıştı.
Tame Impala, sabit bir akış halinde ilerleyen yoğun psychedelic tınılarıyla, rüyadan çıkma hayal dünyasının ne kadar melankolik ve renkli olabileceğini kanıtlayan en iddialı rock grubu olarak hikâyesini başlattı. Parçalarında yaşadığım gel-gitler, son sürat ilerleyen ‘roller coaster’lar gibi yolculuğun keyfini yaşamaya davet ediyordu. Dik yokuşlarda adrenalimin son damlasına kadar attığım çığlıklar, bindiğim koltukların arada bir bilinmeyen mağaralara girmesiyle denge yakaladı. Açık kalan ağzımın hayreti ve tanık olduğum sürprizler gezegeni, elektronik müziğin psychedelic türünden ayrı kalmak istemediğini söyler gibiydi.
Vokal Kevin Parker’ın boğuk sesini detone ve yankılı bir şekilde kullanması, “rüyadan çıkma” parçalara rock müziğin şeytani tarafını ve korkusuz bir melankoliyi yan yana tutabilme başarısını gösteriyor. Ortaya çıkan sonuç, birbirine çok benzer ama bir yandan üslubuna kolayca girebileceğimiz bir müzik sunuyor. Parker’ın ikinci ve Tame Impala kadar iddialı durmayan grubu Pond, aşırı sert ve inandırıcı olmayan punk / garage müziği, neden Tame Impala’yı öne çıkardığını da gösterir.
Tame Impala / Desire Be Desire Go
Tame Impala’nın 2010 yılında albüm çıkarması “resmi” alanlarda rekabete dâhil olduğunu gösterse de, geride bırakılan üç senenin içinde kaydettikleri çeşitli single kayıtları, belki de ‘Innerspeaker’ albümünden grup hakkında daha fazla fikir verecektir. Zira herhangi bir prodüksiyon ve rekabet ortamında olunmadan üretilen müziğin bir tür “dürüst” ve “bozulmamış” tarafını yansıtan ilk zamanları albüm kadar iddialı.
Aynı sene içinde çıkardığı beş parçalık kaydın öne çıkan şarkısı ‘Half Full Glass Of Wine’, grubun ileriki seneleri için mihenk taşı olacaktı. ‘Desire Be Desire Go’ / ‘Slide Through My Fingers’ ve ‘Forty One Mosquitoes Flying In Formation’ parçaları, iki sene sonra çıkacak albüm ‘Innerspeaker’dan kat be kat daha “hippievari” ve yoğun 60’ tınılarıyla çevriliydi.
Tame Impala / Half Full Glass of Wine
Davul ve arka vokal Jay Watson’ın sert ve ani davul tercihleri, fark edilir şekilde The Who, Velvet Underground ve Yardbirds’tan yanak aldığını gösteriyor. Gitarda Dominic Simper’ın bazı yerlerinde uzattığı gitar riffleri, 1965’te Texas’ta ortaya çıkan 13th Floor Elevators’u andırmakla beraber, basit ve mutlu hizalarda ilerleyen tekrarlarla Beatles klişesini ortadan kaldırıyor ve ikisinin beraber olabileceğini gösteriyor.
Tame Impala / Slide Through My Fingers
Tame Impala, Sydney şehrinin kızgın güneşini müziğine entegre etti, evcil kanguruların da pekala olabileceğini kanıtladı.
19 Ağustos 2011 Cuma
Raphael Saadiq: Stone Rollin' / R&B & Funk
Brooklyn ve Harlem mahallelerin uzun binaları altında, kırmızı neon ışıklarıyla yıkanan afro yerlileri gecenin bir vaktinde su borularının hortumunu çekerek sokakları ve kendilerini ıslatacaktı. Sağ omzunun kenarına yerleştirdiği ikinci el bir radyodan yankılanan Marvin Gaye parçası, ev önündeki merdivenlerden atılan karşılıklı bakışlar, ucuz gelecek planları, sıkkınlık ve şehir gerçeği: “Doğduğumuz yer burası ve yapacak bir şey yok, müzik buranın gerçeği!” diyen Saadiq, hippie kuşağının hayalci tarafı ve günümüzün funk ve blues müziğin gidişatı üzerinde belki de en kilit müzisyenlerden biri.
Uzun topuklu tombul ve güzel kadın, yan adımlarla indiği merdivenlerden kulübün geniş ve yüksek tavanlı dans pistine ilerleyecek, bir dumanın bir diğerini takip eden sigaraların sarhoşluğuyla dans edecek ve belki şanslıysa, dinlediği parçanın çok önceleri annesinin en sevdiği parça olduğunu hatırlayacaktı.
Beş kardeşin ikinci çocuğu olan Saadiq, eroin, intihar ve trafik kazası yüzünden sekiz senede kaybettiği dört kardeşinin trajedisi karşısında 18 yaşına geldiğinde, San Francisco’dan Prince turnesi için arka vokal teklifi alır. On iki yaşında, 1978’te “The Gospel Humminbirds” grubuyla geçirdiği güzel maceranın sonunda ismini ve soyadını Raphael Saadiq’e çeviren müzisyen, belki de yeni bir başlangıcın ihtiyacını arıyordu. Karanlık bir geçmişin kapısı aralandığında, içinden rengârenk ve hareketli bir şehir çığlığı çıkacaktı.
“Tony! Toni! Tone!” dans triosuyla geçirdiği başarılı vokali, onu kısa sürede rhytm ve blues alanlarında eski tüfeklerin arasına sokacaktı. Çorap söküğü gibi hızlanan kariyeri, aralarında R&B ve jazz ritimlerini paslaşan yoğun funk müziğini tanıtıyordu. Kare gözlüğü ve elastik ( Mick Jagger’ı andıran ) vücuduyla esnek dansını kusursuz gitar riffleriyle eğlendiren Saadiq, 2002’de ilk albümü ‘Instant Vintage’ı piyasalara tanıtır. 2004’te ‘Ray Ray’ ve 2009’da Grammy Ödüllerinde “En İyi R&B albümü” dalında aday olan ‘The Way I See It’ ile kariyerinin kırılma noktasına gelir. 2011’in Mart ayında çıkardığı dördüncü albüm ‘Stone Rollin’ ise, kuşkusuz kendini diğerlerinden ayıran bir albümdür. Konserlerindeki çiğ ve gürültülü sesini ilk defa 60’lar potasında eriten Saadiq, ortaya lezzetine doyum olmaz bir funk ve R&B şenliği serdi.
Stone Rollin' / 2011
Raphael Saadiq 'Stone Rollin' from Matthias Koenigswieser on Vimeo.
Çıkış ve hit parçası ‘Stone Rollin’ ile Howlin’ Wolf / Sly & Family Stone / Dyke and The Blazers üçgeni etrafında takılarak eski kuşağın kapısını sonuna kadar araladı. Temponun çoğu Brooklyn gruplarına benzer azalmaması ve aynı seviyede kalmasıyla dinleyiciyi parçada “yüksekte” tutması, belki de çok öncelerden yapması gereken bir gidişat olarak bakılabilir.
R&B müziği “besletilmediği” sürece bir tür kokteyl müziğine dönüşebilir ve dinleyici sıkar. Standartlarına sıkı sıkı sarılan Saadiq, diğer albümlerine karşın ilk defa funk ve jazz ritimlerini büyük ölçüde – fark edilir şekilde – arttırarak dinleyiciyi “yaramaz” tarafına çekmeyi başardı: Çıkış yolu, bacak bacağa atmak yerine ayakkabıları çıkarmak ve delicesine dans etmek oldu. Raphael Saadiq bunu iyi yapıyor ve karşılığını, belki de ilerleyen albümlerinde daha etkili şekilde alarak beslendiği kuşağın gölgeleriyle tanınacaktır.
24 Haziran 2011 Cuma
18. İstanbul Caz Festivali / 1–19 Temmuz
İstanbul Kültür Sanat Vakfı önderliğinde gerçekleşen İstanbul Caz Festivali, her sene olduğu gibi bu sene de karşımıza yoğun bir programla çıkıyor. Geçen seneden hafızamda kalan İKSV Salonun samimi ortamı ve ‘sağlam’ sanatçıları, eğlenceli ve ‘baymayan’ süresi, düzenli programı ve organizasyonuyla herkesten tam puan almıştı. Yaz sezonunun açılmasıyla beraber Müzik Festivaliyle bir tür kulak sporumuzun sezonunu açtıran İKSV, pastanın üzerindeki kirazını da Caz Festivali’yle sağlamaktadır.
1) Tribute To Miles: Herbie Hancock / Wayne Shorter / Marcus Miller / 7 Temmuz Perşembe 21.00 / Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava
Caz dünyasının ağır toplarının Miles Davis anısına aynı sahneye çıkacak olması başlı başına bir şölen ve heyecan yaratıyor. 1964’te dördüncü albümünü (Empyrean Isles) piyasalara süren Herbie Hancock’un ‘Cantaloupe Island’ parçası, kuşkusuz kariyerinin en önemli şarkılarından bir tanesi haline gelmişti. Caz standardını oldu olası koruyan Hancock, belki de 60’ dönemi caz dünyasında çığır açan ve bu konuda beş parmağı geçmeyen önemli müzisyenlerden bir tanesidir.
Herbie Hancock / Cantaloupe Island (1964)
Bunun yanında, 50’ ve 60’ların en yetenekli virtüözlerinden biri olan Wayne Shorter’ın da kariyeri bir o kadar ilginç ve dolu geçmiştir: 50’lerde Art Blakey’nin Jazz Messengers grubunda çalmış ve 60’ların ikinci döneminde Miles Davis’in ikinci kuintetine katılmıştır. 70’ ortalarında R&B ve Funk türlerindeki korkutucu güzellikteki yükseliş, onu çok sonraları ‘crossover jazz’ akımına dâhil edecekti. 1966 yılı ‘Adam’s Apple’ ve 67’ çıkışlı ‘Schizophrenia’ albümleri listenin favorileri arasındadır.
Wayne Shorter / Footprints (1966)
Marcus Miller, Brooklyn’in dünyaya bahşettiği belki de en büyük miraslarından bir tanesidir. 1970’li senelerde Saturday Night Live ekibine katılan Miller, Bryan Ferry, Billy Idol ve Aretha Franklin gibi müzisyenlerle çalıştıktan sonra, asıl başarısını basgitarda gösterdiği ‘slapping’ tekniğinde yakalamıştır. 80’lerin başında başladığı solo kariyeri caz hayranlarını etkilemişti ki, 2001’de çıkardığı M² adlı albümle Grammy Ödüllerinde “En İyi Çağdaş Caz Albümü” ödülüne layık gösterilmiştir.
2) Randy Crawford & Joe Sample / Natalie Cole / 13 Temmuz Çarşamba 21.00 / Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava
The Jazz Crusaders grubunun belki de en şaşalı dönemine tanık olduğumuz 60’lar ve 70’ler, Joe Sample’ın ekibe katılmasıyla müzikseverlere nadir rastlayacağımız bir müzik mirası emanet etmiştir. Joe Sample 1969’da çıkardığı ilk albüm ‘Fancy Dance’ ile dikkatleri çekmiş ve ardından caz / soul dünyasının ağır topları ile bir araya gelerek kariyerinin en önemli ve zevkli senelerini geçirmiştir. The Crusaders ekibinden ayrıldıktan sonra başlattığı solo kariyeri, Sample’ın neden piyanistler arasında “en iyiler” arasında olduğunu gösterir gibiydi. 1979’da The Crusaders ile çıkardıkları ‘Street Life’ albümü kariyerlerinin dönüm noktası olmuştur.
The Crusaders / Street Life (1979)
Joe Sample ile Randy Crawford’un kariyerleri ise gene The Crusaders ekibiyle kesişmiş, ardından ikisi solo kariyerini bir süreliğine sürdürdükten sonra gene bir araya gelmiştir. 1980’da solo olarak çıkardığı ‘One Day I’ll Fly Away’ parçası (çok sonraları Nicole Kidman’ın Moulin Rouge filminde söyleyeceği parça) İngiltere’de uzun süreliğine ‘hit’ olarak yerini korumuştur. Crawford’un Joe Sample ile tekrar turneye çıkması ve İstanbul ayağına da uğraması, caz severler için kaçırılmaması gereken bir konserdir.
Nat King Cole’un kızı olan Natalie Cole, aynı şekilde R&B / soul mecrasının vazgeçilmez seslerinden bir tanesidir. Kariyerinde dokuz Grammy bulunduran Cole, kuşkusuz 1991 yılında çıkardığı ‘Unforgettable…with Love’ albümüyle büyük başarı kazanmıştır.
3) Paul Simon / 19 Temmuz Salı 21.00 / Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava
60’ların efsane ikilisi Simon & Garfunkel’dan bildiğimiz Paul Simon, her ne kadar ikilinin bahşettiği parçalarından daha uzak bir solo kariyeri geçirmiş olsa da, kendisini kanlı canlı izlemek başlı başına bir heyecan ve geri dönüşü olmayan bir fırsattır. Süt dökmüş kedi suratına rağmen 60’ların folk müziğinde bir tür ‘şeytanvari’ görev yapan Paul Simon, Mrs. Robinson, America, The Sound of Silence ve I Am a Rock parçalarıyla tanınmıştır.
Simon & Garfunkel / America (1968)
Henüz geçen Nisan’da son albümü ‘So Beautiful or So What’la beş sene sonra sahnelere geri dönen Paul Simon, elinde gitarıyla tıngır tıngır, güzel ve sakin bir gece sunacaktır.
4) Tünel Şenliği / 2 Temmuz / Tünel-Galata
Farklı yer ve zamanlarda başlayacak olan küçük konser serilerini kaçırmak istemiyorsanız, önceden planınızı programınızı yapıp gelmenizi tavsiye ederim. İKSV Salon, Hollanda Başkonsolosluğu, Pera Palace, Arte, Galata Cabaret, Nardis, Tünel Ana Sahne ve Galata Ana Sahne olmak üzere yirmiden fazla gruba yer verecek olan Tünel Şenliği, gün boyu etkinlik ve akşam konserleriyle güzel bir şenliğe hazırlık yapıyor.
60’ ve 70’lerden sunduğu tınılarla The Soul Jazz Orchestra, ‘Kaleidoscope’ albümüyle dikkat çeken Spiral Quartet, vokalıyla son dönemlerin en başarılı isimlerinden Sanem Kalfa ve kuinteti, ska ve balkan ritimleriyle tanınan Grooveheadz, Amsterdamlı topluluk Mdungu ve reggae severler için kaçırılmaması gereken East Park Reggae Collective konserleri dikkat çekiyor.
Mekânlarda verilecek konserlerin ücretli olması anlaşılır bir şey, senede bir kez yapılan bu tür konserlerin organizasyonu da aynı güçlüklerle yapıldığını unutmamalı ve müzikle ilgilenenlerin parasını daha önemli bir şeye harcayacağını da zannetmiyorum ( tabii ki aynı gün Efes Pilsen One Love Festival’ini saymazsak )
İyi eğlenceler ve teşekkürler İKSV!
18. Istanbul Caz Festivali / 2011
1) Tribute To Miles: Herbie Hancock / Wayne Shorter / Marcus Miller / 7 Temmuz Perşembe 21.00 / Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava
Caz dünyasının ağır toplarının Miles Davis anısına aynı sahneye çıkacak olması başlı başına bir şölen ve heyecan yaratıyor. 1964’te dördüncü albümünü (Empyrean Isles) piyasalara süren Herbie Hancock’un ‘Cantaloupe Island’ parçası, kuşkusuz kariyerinin en önemli şarkılarından bir tanesi haline gelmişti. Caz standardını oldu olası koruyan Hancock, belki de 60’ dönemi caz dünyasında çığır açan ve bu konuda beş parmağı geçmeyen önemli müzisyenlerden bir tanesidir.
Herbie Hancock / Cantaloupe Island (1964)
Bunun yanında, 50’ ve 60’ların en yetenekli virtüözlerinden biri olan Wayne Shorter’ın da kariyeri bir o kadar ilginç ve dolu geçmiştir: 50’lerde Art Blakey’nin Jazz Messengers grubunda çalmış ve 60’ların ikinci döneminde Miles Davis’in ikinci kuintetine katılmıştır. 70’ ortalarında R&B ve Funk türlerindeki korkutucu güzellikteki yükseliş, onu çok sonraları ‘crossover jazz’ akımına dâhil edecekti. 1966 yılı ‘Adam’s Apple’ ve 67’ çıkışlı ‘Schizophrenia’ albümleri listenin favorileri arasındadır.
Wayne Shorter / Footprints (1966)
Marcus Miller, Brooklyn’in dünyaya bahşettiği belki de en büyük miraslarından bir tanesidir. 1970’li senelerde Saturday Night Live ekibine katılan Miller, Bryan Ferry, Billy Idol ve Aretha Franklin gibi müzisyenlerle çalıştıktan sonra, asıl başarısını basgitarda gösterdiği ‘slapping’ tekniğinde yakalamıştır. 80’lerin başında başladığı solo kariyeri caz hayranlarını etkilemişti ki, 2001’de çıkardığı M² adlı albümle Grammy Ödüllerinde “En İyi Çağdaş Caz Albümü” ödülüne layık gösterilmiştir.
2) Randy Crawford & Joe Sample / Natalie Cole / 13 Temmuz Çarşamba 21.00 / Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava
The Jazz Crusaders grubunun belki de en şaşalı dönemine tanık olduğumuz 60’lar ve 70’ler, Joe Sample’ın ekibe katılmasıyla müzikseverlere nadir rastlayacağımız bir müzik mirası emanet etmiştir. Joe Sample 1969’da çıkardığı ilk albüm ‘Fancy Dance’ ile dikkatleri çekmiş ve ardından caz / soul dünyasının ağır topları ile bir araya gelerek kariyerinin en önemli ve zevkli senelerini geçirmiştir. The Crusaders ekibinden ayrıldıktan sonra başlattığı solo kariyeri, Sample’ın neden piyanistler arasında “en iyiler” arasında olduğunu gösterir gibiydi. 1979’da The Crusaders ile çıkardıkları ‘Street Life’ albümü kariyerlerinin dönüm noktası olmuştur.
The Crusaders / Street Life (1979)
Joe Sample ile Randy Crawford’un kariyerleri ise gene The Crusaders ekibiyle kesişmiş, ardından ikisi solo kariyerini bir süreliğine sürdürdükten sonra gene bir araya gelmiştir. 1980’da solo olarak çıkardığı ‘One Day I’ll Fly Away’ parçası (çok sonraları Nicole Kidman’ın Moulin Rouge filminde söyleyeceği parça) İngiltere’de uzun süreliğine ‘hit’ olarak yerini korumuştur. Crawford’un Joe Sample ile tekrar turneye çıkması ve İstanbul ayağına da uğraması, caz severler için kaçırılmaması gereken bir konserdir.
Nat King Cole’un kızı olan Natalie Cole, aynı şekilde R&B / soul mecrasının vazgeçilmez seslerinden bir tanesidir. Kariyerinde dokuz Grammy bulunduran Cole, kuşkusuz 1991 yılında çıkardığı ‘Unforgettable…with Love’ albümüyle büyük başarı kazanmıştır.
3) Paul Simon / 19 Temmuz Salı 21.00 / Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava
60’ların efsane ikilisi Simon & Garfunkel’dan bildiğimiz Paul Simon, her ne kadar ikilinin bahşettiği parçalarından daha uzak bir solo kariyeri geçirmiş olsa da, kendisini kanlı canlı izlemek başlı başına bir heyecan ve geri dönüşü olmayan bir fırsattır. Süt dökmüş kedi suratına rağmen 60’ların folk müziğinde bir tür ‘şeytanvari’ görev yapan Paul Simon, Mrs. Robinson, America, The Sound of Silence ve I Am a Rock parçalarıyla tanınmıştır.
Simon & Garfunkel / America (1968)
Henüz geçen Nisan’da son albümü ‘So Beautiful or So What’la beş sene sonra sahnelere geri dönen Paul Simon, elinde gitarıyla tıngır tıngır, güzel ve sakin bir gece sunacaktır.
4) Tünel Şenliği / 2 Temmuz / Tünel-Galata
Farklı yer ve zamanlarda başlayacak olan küçük konser serilerini kaçırmak istemiyorsanız, önceden planınızı programınızı yapıp gelmenizi tavsiye ederim. İKSV Salon, Hollanda Başkonsolosluğu, Pera Palace, Arte, Galata Cabaret, Nardis, Tünel Ana Sahne ve Galata Ana Sahne olmak üzere yirmiden fazla gruba yer verecek olan Tünel Şenliği, gün boyu etkinlik ve akşam konserleriyle güzel bir şenliğe hazırlık yapıyor.
60’ ve 70’lerden sunduğu tınılarla The Soul Jazz Orchestra, ‘Kaleidoscope’ albümüyle dikkat çeken Spiral Quartet, vokalıyla son dönemlerin en başarılı isimlerinden Sanem Kalfa ve kuinteti, ska ve balkan ritimleriyle tanınan Grooveheadz, Amsterdamlı topluluk Mdungu ve reggae severler için kaçırılmaması gereken East Park Reggae Collective konserleri dikkat çekiyor.
Mekânlarda verilecek konserlerin ücretli olması anlaşılır bir şey, senede bir kez yapılan bu tür konserlerin organizasyonu da aynı güçlüklerle yapıldığını unutmamalı ve müzikle ilgilenenlerin parasını daha önemli bir şeye harcayacağını da zannetmiyorum ( tabii ki aynı gün Efes Pilsen One Love Festival’ini saymazsak )
İyi eğlenceler ve teşekkürler İKSV!
18. Istanbul Caz Festivali / 2011
20 Haziran 2011 Pazartesi
Bir Fark Var Ama Nerede?
Bilindiği üzere Grammy ödüllü şarkıcı Amy Winehouse, 18 Haziran akşamında Belgrade'da verdiği konser sırasında parçalarını aşırı alkolden söyleyememiş ve konser yarıda kesilmişti. Seyircilerin aşırı tepkisini çeken Winehouse, grup arkadaşlarına sarılmaya çalışmış, yere düşmüş, ayağa kalkmış ve sonunda menajeri tarafından bugünkü İstanbul ve iki gün sonraki Atina konserini iptal etmiştir.
Bir taraf, Amy Winehouse'un sahnede sarhoş vaziyette parçaları söyleyememesini "acıklı" bulurken, başka bir taraf organizatörlerin sorumsuzluğundan yakınıyor. Winehouse hayranlarıysa üzgün tabii, bir an önce sahnelere geri dönmesini bekliyorlar.
Ancak ilginç nokta, medya ve hayran kitlesinin Winehouse üzerinde durduğu "arabesk" tutumdur. Hiç kimse, bir sanatçının sarhoş ve şarkı söyleyemez durumda çıkmasını savunmaz, ancak onun ötesinde duran resmi de görmek gerekir. Birbirine müzik, şöhret ve uyuşturucuyla bağlanan bir dünyanın arada bir "talihsiz" sahnelere girebildiğini de görmek gerekir. Seyircinin yuhlaması, aylık maaşı 428 dolar olan bir kesimin konser biletine 60 dolardan fazla vermiş olması büyük bir nedendir, ancak ve ancak, geri kalanı Amy Winehouse'dan başkasını ilgilendirmez. Eski arşivleri açmak, karıştırmak belki de yararlı olabilir. Bir fark var ama nerede?
Bir taraf, Amy Winehouse'un sahnede sarhoş vaziyette parçaları söyleyememesini "acıklı" bulurken, başka bir taraf organizatörlerin sorumsuzluğundan yakınıyor. Winehouse hayranlarıysa üzgün tabii, bir an önce sahnelere geri dönmesini bekliyorlar.
Ancak ilginç nokta, medya ve hayran kitlesinin Winehouse üzerinde durduğu "arabesk" tutumdur. Hiç kimse, bir sanatçının sarhoş ve şarkı söyleyemez durumda çıkmasını savunmaz, ancak onun ötesinde duran resmi de görmek gerekir. Birbirine müzik, şöhret ve uyuşturucuyla bağlanan bir dünyanın arada bir "talihsiz" sahnelere girebildiğini de görmek gerekir. Seyircinin yuhlaması, aylık maaşı 428 dolar olan bir kesimin konser biletine 60 dolardan fazla vermiş olması büyük bir nedendir, ancak ve ancak, geri kalanı Amy Winehouse'dan başkasını ilgilendirmez. Eski arşivleri açmak, karıştırmak belki de yararlı olabilir. Bir fark var ama nerede?
19 Haziran 2011 Pazar
Record Collector XI: The Premiers / Calvin Arnold / Johnny Jones & The King Casuals
Balıketi kızların göbeğine damlayan yeşil renkli dondurma damlacıkları, uzaklardan boğukça duyulan Hendrix parçaları ve ilerlemeyen trafiğin öteki tarafı, kornaların bitmek bilmeyen siniri. Kırılan topuklu ayakkabıların tek tesellisinin onları denize atıp yalın ayak dans etmek olan ortak rüyanın küçüCÜK dönemi, cici dansın ve çarpık bacakların beklediği umursamaz erkekler, çok sonraları bulacakları sahipsiz bir üstü açık arabada sevişeceğini bilemeyebilirlerdi. Ancak muhafazakâr ailelerin devam eden “Bettie Page gibi olacaksın” paranoyasının aslında başka bir şey çıkması da şaşırtıcı değil. “Anne, bir süreliğine yokum,” notunun daha da korkutucu olması, belki de baba tarafının gece çıkmalarına bir göz kırpmasıyla idare edildiğini, ancak “nereye kadar” kontrolünün de şeytanın uzun tırnaklarına emanet edildiğini gördük, hala da görüyoruz. Şeytanın uzun tırnaklarından bahsettiğimiz, tabii ki müziğin “teslimiyetçi” ve korkutucu güzellikteki çağrısıdır: Her şey mümkün!
1962’de kurulan The Premiers tayfası, Perez kardeşlerinin gitar ve davulda olduğu bir California grubu. 64’te çıkardıkları “Farmer John” parçasıyla kariyerlerinin üst noktasına gelmişlerdir, ancak çoğu grup gibi, iki sene sonra patlayan LSD akımına girememiş ve “mid-60’s garage band” olarak arşivde kalmıştır. “Get On This Plane”, belki de psych / fuzz alanında zihin açan, cesaret isteyen, beğenilmediği sürece “çok kötü” ve aşk-nefret ilişkisine benzer bir düzeydedir.
The Premiers / Get On This Plane (1965)
Martha Reeves and The Vandells ve Marvin Gaye gibi isimlerin Motown şirketine sağladıkları gelir ve cesaret, funk / soul şarkıcısı Calvin Arnold ismine pek yaramış. 1968’de, henüz disco çağının tavanda dönen topla tanışmasından önce, funk müziğini San Francisco’da dinleten ve Haight-Ashbury tayfasının bir süreliğine dikkatini çeken “Funky Way” parçası, Motown ile ilişkisini düzeltmese de, bağımsız plakçıların vazgeçilmez tutkusu olmuştur.
Calvin Arnold / Funky Way (1968)
Ritim ve blues grubu olarak bilinen Johnny Jones and The King Casuals grubu, parça “üretmek” yerine daha çok “okumak” ile de bilinen ve çeşitli grupların bir çeşit “tanıtım” parçalarını “strong cover” olarak tanıtan Nashville, Tennessee’li elemanlardır. Aralarından en bilindiği, tabii ki Jimi Hendrix’in Purple Haze parçasıdır.
Johnny Jones and The King Casuals / Purple Haze (1969)
1962’de kurulan The Premiers tayfası, Perez kardeşlerinin gitar ve davulda olduğu bir California grubu. 64’te çıkardıkları “Farmer John” parçasıyla kariyerlerinin üst noktasına gelmişlerdir, ancak çoğu grup gibi, iki sene sonra patlayan LSD akımına girememiş ve “mid-60’s garage band” olarak arşivde kalmıştır. “Get On This Plane”, belki de psych / fuzz alanında zihin açan, cesaret isteyen, beğenilmediği sürece “çok kötü” ve aşk-nefret ilişkisine benzer bir düzeydedir.
The Premiers / Get On This Plane (1965)
Martha Reeves and The Vandells ve Marvin Gaye gibi isimlerin Motown şirketine sağladıkları gelir ve cesaret, funk / soul şarkıcısı Calvin Arnold ismine pek yaramış. 1968’de, henüz disco çağının tavanda dönen topla tanışmasından önce, funk müziğini San Francisco’da dinleten ve Haight-Ashbury tayfasının bir süreliğine dikkatini çeken “Funky Way” parçası, Motown ile ilişkisini düzeltmese de, bağımsız plakçıların vazgeçilmez tutkusu olmuştur.
Calvin Arnold / Funky Way (1968)
Ritim ve blues grubu olarak bilinen Johnny Jones and The King Casuals grubu, parça “üretmek” yerine daha çok “okumak” ile de bilinen ve çeşitli grupların bir çeşit “tanıtım” parçalarını “strong cover” olarak tanıtan Nashville, Tennessee’li elemanlardır. Aralarından en bilindiği, tabii ki Jimi Hendrix’in Purple Haze parçasıdır.
Johnny Jones and The King Casuals / Purple Haze (1969)
7 Haziran 2011 Salı
Record Collector X: Grup Çığrışım / Warpaint / Floating Bridge
Tiyatrodan yeni çıkan taze sevgililer, izlemiş oldukları oyun hakkında laflaşır. Kız, oyundan fazlasıyla etkilenmişe benziyordu ki, akşamın ilerleyen vakitlerinde hayatı hakkında yapacağı türlü değişiklikler üzerinde konuşacaktı. Bu değişikliklerin çıkış yolu, kızın “Sen hayatına nasıl bakarsın?” sorusuyla başlamış, erkek tarafın altı saniyelik boş bakışıyla pek bir yere varamamıştır. Devam eden dakikalarda, kızın hararetli bir şekilde yükselen konuşma ateşinden tırsan erkek, bir tür kaçış ve çıkış yolu olarak, hayalinde unutamadığı Top 5 futbol maçı ve gittiği konser listesini yapacaktı. Ama böyle bir liste yapmak, belki de yaşamakta olduğu sıkıcı değil, ancak yardım edemeyeceği bu durumu kurtaramazdı. Bu yüzden Top 5 listesini daha detaylı yapması gerektiğini, daha önce hiç başvurmadığı bir alana girmesinin şart olduğunu anlıyordu. Böylece, alkol, müzik ve kafa karışıklığı ile birbirine bağlanan bir gecenin ilerleyen vakitlerinde, umutsuzlukla çıktığı Top 5 yolculuğu onu tuhaf yerlere bırakacaktı:
Top 5 Korku Filmlerinde Çalınan Amatör Grupların Tanıtım Amaçlı Eksantrik Müziği,
Top 5 Son Saniye Atılan Basket Parçaları, ( üzerinde çalışılacak )
Top 5 Düşük Bütçeli Uzay Filmleri Müziği ve buna bağlı olarak
Top 5 Kapağında Canavar Olan Düşük Bütçeli Garage / Psychedelic Albümleri ( 1966–68 )
Çilek, fondü, çikolata, sabun köpüğü, tavşankulaklı şapka ve kelepçeyle bitebilecek gecenin ilerleyen vakitlerinde, erkek tarafı, sabaha doğru bir Taylandlının açmış olduğu “Hidden Tracks of Early 70’s Prog” blogundan keşfedeceği epik ötesi albümün sarhoşluğuna kapılacak, yatağının yanında yarım kalmış soğuk pizzaların arasından yalın ayakla geçerek kendisini balkonda bulacaktı. Arkasında bıraktığı manzara kalabalık ve dağınıktı: Üst üste dağılmış kirli gömlekler, bir türlü yazısını yazamadığı plakların dizilişi, pizza kartonundan yapılmış küllük ve yanından taşmakta olan izmarit yığını, görüntüsü karıncalanmış televizyon, 7/24 açık duran Radio Caroline Korsan Yayın, çubuk kraker, çeşitli yerlerden çıkan kahve bardakları, küflenmiş peynir, şafak vakti soğuğu ve şeyler, şeyler ve şeyler…
Bu bir hayat tarzı değildi, bu, “Gece uyumam, gündüz uyurum, buna uyamayan bir insanla anlaşamam”vari bir isyanın, evde uygulanan küçük törencikler sayesinde dönüştürülen bir ıssızlıktı. Yalnız kalmak, hikâyenin çıkış yolu değil, belki de birbirine arşivcilik, sabır ve merakla bağlanan korkutucu bir takıntılığın fark edilişiydi. ROCK SNOB!
Grup Çığrışım, Tünay Akdeniz tarafından 70’lerde kurulan bir punk / garage grubuydu. Her ne kadar punk ve garage türlerini biraz zor seçiyor olsak da, dönemin Türkiye’sine göre yapılmış başarılı bir çalışmadır. Kız kardeşinin yazmış olduğu “Salak” adlı parça aralarından en dikkat çekeni.
Grup Çığrışım / Salak
Ve Warpaint, dört kızdan oluşan New Wave / Psychedelic paslaşmaların olduğu melankolik bir grup: Kendilerini iki gün önce Coachella Festivali’nde online olarak izleme şansı bulduğumuz harika canlı performansı da fikir vermekteydi.
Son olarak 67’de kurulan Floating Bridge, The Wailers’dan ayrılan grup üyesi Rich Dangel’ın gelmesiyle şekillenmiş, bir cover grubu olarak çıktığı yolculuğuna kendi parçalarını çalarak piyasalarda biraz sürtmüştür. Standart bir şekilde “oynadığı” 60’lar oyununu başarıyla tamamlayan Floating Bridge, nadir de olsa samimi ve iyi parçalar da sunmuştur. Crackshot, iyi niyetli bir çalışmayla listelerde!
Floating Bridge / Crackshot
Top 5 Korku Filmlerinde Çalınan Amatör Grupların Tanıtım Amaçlı Eksantrik Müziği,
Top 5 Son Saniye Atılan Basket Parçaları, ( üzerinde çalışılacak )
Top 5 Düşük Bütçeli Uzay Filmleri Müziği ve buna bağlı olarak
Top 5 Kapağında Canavar Olan Düşük Bütçeli Garage / Psychedelic Albümleri ( 1966–68 )
Çilek, fondü, çikolata, sabun köpüğü, tavşankulaklı şapka ve kelepçeyle bitebilecek gecenin ilerleyen vakitlerinde, erkek tarafı, sabaha doğru bir Taylandlının açmış olduğu “Hidden Tracks of Early 70’s Prog” blogundan keşfedeceği epik ötesi albümün sarhoşluğuna kapılacak, yatağının yanında yarım kalmış soğuk pizzaların arasından yalın ayakla geçerek kendisini balkonda bulacaktı. Arkasında bıraktığı manzara kalabalık ve dağınıktı: Üst üste dağılmış kirli gömlekler, bir türlü yazısını yazamadığı plakların dizilişi, pizza kartonundan yapılmış küllük ve yanından taşmakta olan izmarit yığını, görüntüsü karıncalanmış televizyon, 7/24 açık duran Radio Caroline Korsan Yayın, çubuk kraker, çeşitli yerlerden çıkan kahve bardakları, küflenmiş peynir, şafak vakti soğuğu ve şeyler, şeyler ve şeyler…
Bu bir hayat tarzı değildi, bu, “Gece uyumam, gündüz uyurum, buna uyamayan bir insanla anlaşamam”vari bir isyanın, evde uygulanan küçük törencikler sayesinde dönüştürülen bir ıssızlıktı. Yalnız kalmak, hikâyenin çıkış yolu değil, belki de birbirine arşivcilik, sabır ve merakla bağlanan korkutucu bir takıntılığın fark edilişiydi. ROCK SNOB!
Grup Çığrışım, Tünay Akdeniz tarafından 70’lerde kurulan bir punk / garage grubuydu. Her ne kadar punk ve garage türlerini biraz zor seçiyor olsak da, dönemin Türkiye’sine göre yapılmış başarılı bir çalışmadır. Kız kardeşinin yazmış olduğu “Salak” adlı parça aralarından en dikkat çekeni.
Grup Çığrışım / Salak
Ve Warpaint, dört kızdan oluşan New Wave / Psychedelic paslaşmaların olduğu melankolik bir grup: Kendilerini iki gün önce Coachella Festivali’nde online olarak izleme şansı bulduğumuz harika canlı performansı da fikir vermekteydi.
Son olarak 67’de kurulan Floating Bridge, The Wailers’dan ayrılan grup üyesi Rich Dangel’ın gelmesiyle şekillenmiş, bir cover grubu olarak çıktığı yolculuğuna kendi parçalarını çalarak piyasalarda biraz sürtmüştür. Standart bir şekilde “oynadığı” 60’lar oyununu başarıyla tamamlayan Floating Bridge, nadir de olsa samimi ve iyi parçalar da sunmuştur. Crackshot, iyi niyetli bir çalışmayla listelerde!
Floating Bridge / Crackshot
6 Haziran 2011 Pazartesi
Record Collector IX: The Nickel Bag / Odyssey / Listening
Köhne mahallenin köhne tuğlaları, üst komşunun tekrarlanan sevişme sesleri, kaldırım kenarlarında patlayan çatapatlar, sümüğünü kızgınlıkla içine çeken beş yaşındaki velet ve kendisine bağıran asosyal plak dükkânı sahibi babası, içeriden gelen kızartma kokusundan bihaber, gece öncesi hazırlık yapıyor. Suratının yarısını kaplayan kulaklıkları ve dinlemek üzere olduğu plaklar, araya karışmış karalamalar, duvarda Cindy Craford posteri ve dart tahtasının ortasında beliriveren bir George Michael resmi. Led Zeppelin II, Space Odyssey arka sahne çekimleri belgeseli, R2D2 yastığı. Saçmalıklar silsilesi. Müzik dünyası. Eve kapanma zamanı.
Türbülanstan kurtulamayan panik yolcular gibi devam eden ve içine hızlıca fuzz / psyche öğeleri tıkıştıran Odyssey tayfası, karşıma tipik 60’lar seansın en bilindik karesi gibi gelmişti. Ancak işler değişmişti, tam olarak neresinden koptuğunu kestiremediğiniz bir Iron Butterfly dalgası başlıyor, bir tür yolunu kaybeden ve gelişme/sonuç/solo/ üçgeniyle kafa yapan bir psychedelic karesi başlıyor.
Odyssey / Angel Dust
Yüzden fazla baskısı çıkmamış plak kartonları yüzünden ilk albümün piyasalara sürülmesi gecikir. Her ne kadar kapağın içindeki "the quintessential definition of the New York brand of the sixties psychedelia” açıklamasıyla hodri meydan kafalarına girse de, Angel Dust parçasıyla bunu hak ettiğini, laf kalabalığının saça sürülen bir jöleden ibaret olmadığını da kanıtlıyordu.
The Nickel Bag / The Woods
Charles Manson ailesini anımsatan yedi kişilik üyesiyle The Nickel Bag’ın The Woods parçası, belki de zaafımın olduğu yoğun elektro organıyla 60’ların değişmeyen garage / psychedelic vurgularını göstermiştir. Single parçalarla piyasada epey bir süre vakit geçiren The Nickel Bag, başlattığı işini pek de devam ettiremeyip tek parçayla kıpırdanmıştır.
Listening / Stoned Is
16 Nisan Dünya Plak Dükkânı Günü olmasıyla Vanguard adlı plak şirketi, ortaya çıkardığı “Follow Me Down: Vanguard’s Lost Psychedelic Era (1966–1970)” toplama albümüyle hafta sonumuzu meşgul etmiştir. Aralarından en çok dikkat çekeni Listening tayfasının Stoned Is parçası: Yoğun Haight-Ashbury dalgasına kapılan iyi niyetli amatör grup, arka fonda kendini devamlı hatırlatan elektro organla – parçanın adı gibi – girmek istedikleri alana rahatça giriyorlar ve dinleyiciyi sıkmayan bir devamlılıkla kendini dinlettiriyor. ( Iron Butterfly – In A Gadda Da Vida esinlemesini görmemek elde değil tabii )
Türbülanstan kurtulamayan panik yolcular gibi devam eden ve içine hızlıca fuzz / psyche öğeleri tıkıştıran Odyssey tayfası, karşıma tipik 60’lar seansın en bilindik karesi gibi gelmişti. Ancak işler değişmişti, tam olarak neresinden koptuğunu kestiremediğiniz bir Iron Butterfly dalgası başlıyor, bir tür yolunu kaybeden ve gelişme/sonuç/solo/ üçgeniyle kafa yapan bir psychedelic karesi başlıyor.
Odyssey / Angel Dust
Yüzden fazla baskısı çıkmamış plak kartonları yüzünden ilk albümün piyasalara sürülmesi gecikir. Her ne kadar kapağın içindeki "the quintessential definition of the New York brand of the sixties psychedelia” açıklamasıyla hodri meydan kafalarına girse de, Angel Dust parçasıyla bunu hak ettiğini, laf kalabalığının saça sürülen bir jöleden ibaret olmadığını da kanıtlıyordu.
The Nickel Bag / The Woods
Charles Manson ailesini anımsatan yedi kişilik üyesiyle The Nickel Bag’ın The Woods parçası, belki de zaafımın olduğu yoğun elektro organıyla 60’ların değişmeyen garage / psychedelic vurgularını göstermiştir. Single parçalarla piyasada epey bir süre vakit geçiren The Nickel Bag, başlattığı işini pek de devam ettiremeyip tek parçayla kıpırdanmıştır.
Listening / Stoned Is
16 Nisan Dünya Plak Dükkânı Günü olmasıyla Vanguard adlı plak şirketi, ortaya çıkardığı “Follow Me Down: Vanguard’s Lost Psychedelic Era (1966–1970)” toplama albümüyle hafta sonumuzu meşgul etmiştir. Aralarından en çok dikkat çekeni Listening tayfasının Stoned Is parçası: Yoğun Haight-Ashbury dalgasına kapılan iyi niyetli amatör grup, arka fonda kendini devamlı hatırlatan elektro organla – parçanın adı gibi – girmek istedikleri alana rahatça giriyorlar ve dinleyiciyi sıkmayan bir devamlılıkla kendini dinlettiriyor. ( Iron Butterfly – In A Gadda Da Vida esinlemesini görmemek elde değil tabii )
28 Şubat 2011 Pazartesi
60's London Top 20
Top 20 yapmanın en güzel yönü, korkunç bir arşiv hazinesiyle baş başa kalmanın getirdiği bir mutluluktur; sancılı tarafı, bu hazinenin içinden çıkan sayısız parçayı yirmi parçanın içine sokamayıp eleme tarafıdır. Belirli bir dönem ve şehir arasında gidip gelen bu liste, belki de hepimizin başka konular için yaptığımız listelerden sadece bir tanesidir.
‘Swinging London’ akımı hızlı ve kısaydı, yarattığı moda ve müzik, Londra’nın merkezinde gerçekleşen bir dönemin en ilginç on senesini sundu. Arkasında bıraktığı sayısız parça, günlük hayatın en pratik taraflarına yansıdı: Mor puantiyeli duvarları aydınlatan rengârenk spot ışıkları, bir şehre ait olmanın en güzel yönlerini gösterdi. Londra, Avrupa için bir ilham kaynağı haline geldi, durdurulamayan bir üretim, eğlence ve uyuşturucu dalgası başladı. Gelenekçi ailelerin çocukları, kuşak farkını potansiyel bir şekilde en etkin yönleriyle hissettirdi ve tabuların kırılması adına, Londra, belki de bu farkın başını çeken en önemli yerdi.
20) The Syn – 14 Hour Technicolour Dream (1967)
Londra’nın 67’ senesine damgasını vurduğu ‘The 14 Hour Technicolour Dream’ konser salonuna göndermesini yapan The Syn tayfası, ‘British Underground’ çatısı altında ürettiği hit parçalarla bilinmektedir. ‘Psychedelic’ ve ‘Space Rock’ arasında gidip gelen parçanın naif tarafıysa çok sık rastlanmayan türdendir.
19) Peter Reeves – Loneliness of London (1969)
Aslen tiyatro oyuncusu olan ve uzun bir süreliğine devlet tiyatroları için oyunlar yazan Peter Reeves, 60’ların sarhoşluğuna kapılıp beste yapma arzusu içinde yükselmiştir. Kendisi pek bir ‘janti’, pek bir kibardır; çıkardığı parçaysa orta yaşlı kadınların bayılıp dinlediği kült şarkıların arasındadır.
18) Sweet Thursday – Gilbert Street (1969)
Sweet Thursday tayfasının ‘progressive rock’ müzik yapma tutkusunun belki de nadir bir şekilde ‘slow music’ tarafına kayıp referans olarak Londra’yı anlatıyor olması, hiçbir özelliği olmayan Gilbert Street’te yaşayan ahaliyi halen heyecanlandıran bir parça olarak akıllara kazınmıştır.
17) Jethro Tull – Jeffrey Goes To Leicester Square (1969)
Sulu sepken bir havada iğneyle kuyu kazar gibi gelişen bir kültürün arka sahnesi, gece yarısına doğru müzikallerden çıkan insan güruhu ve tepeden kendilerine bakan Jethro Tull tayfası: Ian Anderson’ın tek ayakla durduğu sahnenin altında koca Londra, henüz karşılaştıkları parçanın mutluluğu ve başka şeyler.
16) The Creation – Painter Man (1967)
60’ ortalarına kadar Londra’da devam eden ‘Mod-Subculture’ akımının belki de en eğlenceli adamlarından biri olan Creation tayfası, ‘freakbeat’,‘power pop’ ve tabii ki ‘psychedelic’ türlerini ‘kendince’ harmanlayarak bir tür konsept sunmasıyla müziğin ötesindeki dünyayı işaret eder. Parçanın ‘marşımsı’ havası ve arkasında saklanan yoğun bıkkınlık duygusu, belki de Londra’nın başını çektiği sosyal yaşantı değişiminin en iyi örneklerinden biridir.
15) Bert Jansch – Soho (1966)
“İngiltere kendi Bob Dylan’ını buldu!” manşetinden bu yana çok zaman geçmiş olsa da, İskoçyalı olmanın getirdiği dayanılmaz mutluluk, belki de kendisini başarı olarak Londra’ya getirmiştir. Britanya ve folk kelimelerinin yan yana durması alışkın olduğumuz bir şey olmasa da, sade ve samimi sözleriyle Soho semtini arada bir hatırlatır.
14) The Rose Garden – Next Plane To London (1967)
California çıkışlı The Rose Garden’ın kariyeri bir seneden ibaret olsa da, ‘Swinging London’ tarzını Amerika’da çalan hevesli gruplardan biri olarak görülebilir. Müziğin tuhaf bir şekilde ülkelerden ülkelere ulaşması ve bir tür değiş-tokuş ile birbirine bağlanan çeşitli modaların en umulmadık türlerle hayat bulması, ilham almanın ötesinde, belki de müzisyenlerin farklı modalara karşı duyduğu haz ve meraka göz kırpmasıyla “cici” bir parçadır.
13) David Bowie – Memory Of A Free Festival (1969)
Parçanın 1970 senesinde piyasalara sürülmesinden kısa bir süre sonra beklenen gerçekleşmedi ve şarkı büyük bir hayal kırıklığı uyandırdı. Cream gibi diğer müzik dergilerine göre daha dürüst yazan yazarlar bile, hayal kırıklığın albümün satın alma adetine göre değil, Bowie’den beklenilen beklentilerin karşılanmadığını yazmış ve uzun süreliğine “Bowie Rock müzik yapsın mı, yapmasın mı?” anketiyle boğulmuştur. Ama onun ötesinde, parçanın 1969 senesinde Londra’da yapılan bir açık hava festivali hakkında olması ve aslında sözlerin samimi olmasıyla listenin on üçüncü sırasında olması gerektiğini düşündüm.
12) Bulldog Breed – Friday Hill (1969)
60’ sonlarında “Mod-Subculture” akımı eskisine nazaran modasını kaybetmiş olsa da, Bulldog Breed tayfası bir çeşit cesaret ve tutkuyla devam ettirdiği kariyerini ‘pop-psychedelia’ türüyle Londra’nın merkezine yerleşmiş ve kısa bir süreliğine de olsa, binlerce kızın halen çığlık atabileceğini göstermiştir. Parçanın özünde hissedilen ‘Londravari’ melankolizm, belki Britanya’da yaşamayanlar için sıkıcı olabilir, ama bir çeşit empatiyle halk ve müziğin neden bu kadar içine kapalı ve aynı zamanda açık olabileceğini gösterir.
11) Tony Crombie and His Rockets – London Rock (1960)
“Don’t need Manhattan, just give me Leicester Square!” dizesi 60’ başlarında Londra’da yaşayan müzikseverlerin uzun zamandır duymak istediği tek cümle olabilirmiş. Caz davulcusu Tony Crombie, henüz Beatles çılgınlığının başlamadığı dönemde yakaladığı başarısını muhakkak iyi bir bestekâr olmasına borçluydu.
10) Small Faces – Itchycoo Park (1967)
İngiltere’nin gurur kaynağı, yaramaz elemanları Small Faces. 67’ yazında piyasalara sürdükleri Itchycoo Park parçası, uzun bir süreliğine listelerin bir numarasını zorlamıştır. Psychedelic pop alanında en eğlenceli adamlardır ve Londra’nın 60’larını en güzel şekilde bizlere anlatır.
9) Canned Heat – London Blues (1970)
Efsane albüm Future Blues’a dâhil olan London Blues, Alan Wilson’ın mükemmel vokaliyle blues ve Londra kelimelerini yan yana koyarak müzik eleştirmenlerini anında tavlamıştır. “Ne ararsan var!” dedikleri şey, belki de bu parçada saklı.
8) The Beatles – A Day In The Life (1967)
Listede Beatles sevimliliği olmasın, ancak 60’ların ikinci yarısında başladıkları psychedelic tercihleriyle müzik dünyasının kafasını bir kez daha karıştırmıştır. A Day In The Life, spontane Londra hayatına bir tür eleştiri olarak, uzun süreliğine ses getiren efsane parçalarından biridir.
7) The Who – Pinball Wizard (1969)
Tommy albümünün vazgeçilmez parçası, The Who’nun kabare gösterisini hatırlatan havası ve arka planda duran kocaman, kıpkırmızı Londra otobüsleri. Dokuz dakikalık Pinball Wizard parçası bizleri uzun bir yolculuğa çıkarır ve çok da eğlencelidir.
6) Donovan – Sunny Goodge Street (1965)
Adı üstünde, Goodge Street sokağını anlatan güzel bir parçadır. Donovan’ın temiz vokali, nadir görülen güneşli Londra’nın rengârenk tarafını yansıtır.
5) The Kinks – Waterloo Sunset (1967)
The Kinks tayfasının sahici mutluluğu, Waterloo Sunset parçasında müzikte aradığımız basit istekleri karşılar: Basit olması, bir şekilde dinlendirmesi ve arkasına devasal bir dinleyici kitlesini alması, her şeyi sadece daha güzel yapmaktadır. Her ne kadar Beatles çılgınlığından muzdarip olsalar da, The Kinks, Mod akımının en önemli öncüleri olarak Londra’nın en önemli gruplarından biridir.
4) The Zombies – She’s Not There (1965)
‘Swinging London’ modasının en klasik parçası, The Doors’a benzeyen piyanosu ve Mod akımının son nefesleri: Uzun etekleriyle mor spot ışıkları altında dans eden yüzlerce insan, geride bıraktıkları güzel zamanlarının bir kanıtı olarak, dört numarada!
3) Petula Clark – A Foggy Day (In London Town) (1965)
George Gershwin’in 1937 yapımı A Damsel in Distress filmi için bestelediği parça, bir çok müzisyenin yaptığı gibi, Petula Clark tarafından da söylenmiş ve parça 60’ ortalarında bir kez daha hit olarak listelere girmiştir. New York’a karşı gelişen şehir kompleksini yaşamayı reddeden gelenekçi Londra kesimi, bir tür marş olarak benimsedikleri A Foggy Day In London Town parçasını, gerçekten de listelerden indirmeyi hiç ama hiç sevmemiştir.
2) The Rolling Stones – You Can’t Always Get What You Want (1969)
Chelsea semtinde ikamet eden bir eczaneyle başlayan hikâyenin Mick Jagger tarafından kaleme alınmış en standart, klasikleşmiş parçalarından biri olmasıyla listenin ikinci numarasında! Let It Bleed albümünün kapanış parçası, bir şehre ait olmanın zorluğu arasında, Rock müziğin aynı zamanda bizleri ne kadar üzebildiğini de gösterir.
1) Van Morrison – Slim Slow Slider (1968)
Ladbroke Grove, yağmur ve Londra. Astral Weeks albümünün en ‘derin’ parçasını, alışık olduğumuz Van Morrison’ın metalik sesiyle dinleriz, bir şeyler anlatır ve dinleyiciyi içine alır. Kanımca Londra ve bir kız hakkında yazılmış en acıklı parça, listenin bir numarasında.
21 Şubat 2011 Pazartesi
Abbey Road / NW8 / London
Menajer Brian Epstein The Beatles'ı 1962'de tanıtmaya başladığı zaman, belki de kitleyi hızlı ve korkutucu bir fanatizme doğru sürüklediğini bilemezdi. Onları şirin, cici ve sevimli tanıtmak, zamanla birbirine seks, uyuşturucu ve rock müzikle bağlanan dünyanın gerçek yüzünü göstermişti. John Lenonn'ı gördüğünde iki elini çenesine götürüp 200 desibel çığlık atan kızlar da büyümüştü, sanki yerini başka şeyler almıştı.
Abbey Road'un zebra çizgileriyle sarhoş olan milyonlarca gencin, evlerinin buzdolaplarına astıkları "Bir süreliğine yokum"la başlayan hikayenin çıkış yolu, belki de sunulan reklamın ne kadar iyi olmasıyla ilgilidir. "Yolda görsem karşı kaldırıma geçerim!" isyanının göstergesi olarak da görmek isteyeceğiniz her şeyi, başka yerlerde de görmek mümkün.
Abbey Road'un zebra çizgileriyle sarhoş olan milyonlarca gencin, evlerinin buzdolaplarına astıkları "Bir süreliğine yokum"la başlayan hikayenin çıkış yolu, belki de sunulan reklamın ne kadar iyi olmasıyla ilgilidir. "Yolda görsem karşı kaldırıma geçerim!" isyanının göstergesi olarak da görmek isteyeceğiniz her şeyi, başka yerlerde de görmek mümkün.
14 Şubat 2011 Pazartesi
LSD Propaganda / 1968
Pusulasını elinde tutmakta ısrar eden uzun etekli kızlar, birazdan William S. Burroughs'un nefesiyle sarhoş olacağını bilemeyebilirdi. Ancak radyolarda çalmaya başlayan parçaların kafa karışıklığı, herkesi, bir çıkış yolu olarak, aynı deliğin içine sokacak ve şanslılarsa aynı delikten çıkıp ne yaptıklarını izleyeceklerdi. Bir yaşam tarzı çatısı altında, işinden evine dönen 3 çocuk aile babası, seçtiği 4. karayolundan giderken koca reklam panolarını da görmüş müdür?
13 Şubat 2011 Pazar
High In-Fidelity Records / 1966
Lou Reed / Walk On The Wild Side parçasının enjekte ettiği vurdumduymaz ideolojisinin ötesinde yatan başka bir fikir cereyan eder, iğrenç, sulu sepken, korkutucu bir şehir gecesinde. İçilen paf puf miktarı, dinlenilen uzun parçalar ve dünyayı kurtarma senaryoları. Damın üstünde çiftleşmeye çalışan azgın kedileri seyrederken, onların aynı hazla damdan düşüp törenlerine devam etmesi, bir Walk On The Wild Side parçasını sadece daha da güzel yapacaktır. Sözlerin yetersiz kaldığı hikayelerin klişesine bir an olsa bile inanabilmek, belki de hikayenin iyi bir plak dinlemekten değil, kapağın arkasında yatan parçaları sadece, en masum haliyle merak edip müziği sevmektir.
Shin Jung-Hyeon vs Iron Butterfly / 1969
Shin Jung-hyeon, nam-ı diğer 'The Godfather of Rock', 1970 senesinde Güney Kore'de Iron Butterfly grubunun eşi benzeri olmadığını sandığımız 'In A Gadda Da Vida' parçasını yorumlayarak 'In A Kadda Da Vida' olarak piyasalara sunmuş ve bizleri pek bir eğlendirmiştir. Kore'nin psychedelic müzikle tanışmasını sağlayan ve biraz da döneme göre çalıp daha ziyade bir 'anonim şarkıcı' görevi üstlenen Shin Jung, psychedelic müzikle yetinmeyip blues ve gospel işlerine de girmiştir. Bu tür çalışmaların bir taklit olduğunu söyleyen laubali tarafımızı bir kenara koyup, müzik adına uğranılan hayal gücünün komik derecede utanmadan ve sıkılmadan "Biz de yapacağız!" fikrini çok seviyorum. Üstelik dolaysız bir şekilde kapak, canlı performans ve tarz bakımından "afiş" yapan bu mükemmel Koreli şarkıcı, ara sıra, boş anlarımda "Müzik ne ki?" çatısı altında sorduğum soruyu şöyle cevaplıyor: Çok düşünme, müzik bu işte...
46A Maddox Street W1 / Mick Jagger / Andy Warhol / 1969
12 Şubat 2011 Cumartesi
Record Collector VIII: The Deviants / The Lemon Drops / Byron Lee & The Dragonaires
60’ sonlarında (özellikle Oxford Street üzerinde hevesli amatör gruplara yer veren iddiasız kulüplerin 70’lerde artış gösteren dönemine denk) British psych türünün çaktırmadan punk türüne geçişi oldu olası ilginç gelmiştir. Punk müziğini Sex Pistols’dan arıtılarak kabullenmek haksızlık ve zor bir şey olsa da, salt ‘nefret’ ve ‘protest’ kalıbı üzerinden yapılmadığını, hiç tahmin edemediğimiz karışımlar sayesinde, büyük bir tesadüf ve şans eseri sonucu dönem, mekân ve zaman bakımından Londra’nın merkezine ait olması belki de her şeyi daha da ilginç yapmaktadır. Başka deyişle, 60’ ortalarında nükseden psych / garage / punk müziği ‘alışık olmadığımız’ ve ‘kulak sporumuzun yaşadığımız yer ve zaman bakımından oldukça değişken bir şey olduğunu kabullenerek’ belki çok kişiye hitap etmediğini kabul etmek lazım. Türün ve müziğin ötesinde yatan sayısız grup ve hikâye, bir çıkış yolu olarak senaryoyu sadece daha güzel yapan ve belirli bir haritası bulunmayan müzisyenlerin ‘denemiş olduğu’ kısa bir dönemin küçük kıvılcımlarıdır.
The Deviants, 1967’de çıkardıkları ilk albüm ‘Ptooff!’ ile dikkatleri üstlerinde toplamıştır. 60’ ortalarında gazeteci olan ve sonradan Deviants tayfasını bir araya getirerek üç sene vokal yapan Mick Farren hala aramızda ve grubun turneleri uzun aralardan sonra tekrar başlamıştır. 68’de ‘Disposable’ ve 69’da ‘The Deviants 3’ albümünden sonra solo olarak çalışan Farren, belki de The Deviants grubunun 70’lerde ‘proto-punk’ türüne yanaşmalarına öncü olmuş ve sessizce gruptan ayrılmıştır. Bu bakımdan bir ‘Rock Band’ hikâyesinden bahsedemeyiz, daha çok Mick Farren’in bir tür tek başına çıktığı ‘küçük Rock yolculuğuna’ şahit oluruz.
The Deviants - Charlie (1967)
Aralarından en çok dikkat çekeni ilk albümden olan ‘Charlie’ parçası: Albümün merkezinde yatan deneysel psychedelic öğeleri başka parçalarda ‘rahatsız edecek miktarda’ kullanılmış. Arada bir ‘storyteller’ görevi üstlenen Mick Farren’in ‘Charlie’ parçasında yoğun blues ve sade (standart) rock öğeleriyle gitmiş olmasıysa, gözümde iyi bir albümün en iyi parçası olmuştur.
Bir başka dikkat çeken grupsa The Lemon Drops: 1966 çıkışlı grup sadece üç sene çalmış olsa da, geriye iki ‘hit’ parçayla (‘It Happens Everyday’ – ‘I Live In The Springtime’) isimlerini arada bir hatırlatıyorlar. “Crystal Pure (The Definitive Collection)” isimli toplama albümlerinde (b-sides parçaları dâhil) yaklaşık yirmi beş parçayla grubun kendisini değil, ancak 60’lardan özlediğimiz karakteristik özellikleri hatırlatarak kendini bir şekilde dinlettiriyor.
The Lemon Drops - It Happens Everyday (1967)
Grubun üç sene içinde oluşan hikâyesi başka gruplardan pek de farklı değil, alışılmış bir kronolojik sıranın izlerini takip eden ve üç sene içinde iyi-kötü bir şekilde bir şeyler yapmış olan The Lemon Drops, 65’te uzun saçları yüzünden okudukları okuldan atılmış ve 66’da Chicago’dan San Francisco’ya gitmişlerdir. Tabii ki ‘uzun saçları yüzünden’ mazeretinin ötesinde yatan asıl neden, kanımca o zamanlar Chicago’nun ‘blues’ çatısı altında pek de başka bir müzik yapılmadığını ve ismini duyurmak isteyen bütün müzisyenlerin San Francisco’ya gitmek istediğini, zaman ve mekân olarak bir tür “orada bulunmalıyız, ne yaparsak yapalım, orada bulunmalıyız!” klişesinin San Francisco için doğru olduğuna şahit oluyoruz. Ve tabii ki devamında ‘Summer of Love’ çatısı altında müzik üretip ismini daha olgun bir mekânda duyuran The Lemon Drops, aslında başka gruplardan kendini ayırmayan ve 60’ların standart çalgı ve tercihleriyle ‘iyi psychedelic müzik’ sunan binlerce gruptan sadece bir tanesidir.
Byron Lee and The Dragonaires - Green Onions (1965)
Üçüncü kayıt ise Byron Lee and The Dragonaires’in Booker T and The Mg’s grubuna ait olan ‘Green Onions’ parçasına olan yorumudur. Byron Lee ve ejderhaları, parça bir kenara, Jamaica’lı olup Amerika’daki müzik piyasasına ‘Carribean music’ olarak girmiş ve tanındık parçaları kendi coğrafyalarının yorumuyla tanıtan bir önayak grubu olmuştur. Bu bakımdan ayrı bir öneme sahip olan Byron Lee, henüz üç sene önce vefat etmiştir ve sayısız albüm ve kayıtlarla bizleri bir kez daha tozlu raflara sokmuştur. Ska, reggae, calypso ve Trinidad Tobago’ya ait olan ‘soca müziğini’ hit parçalara harmanlayarak kariyerleri boyunca aynı çizgide kalmış olmaları şapka çıkarılacak bir tercihtir.
Dinleyin, dinlettirin.
The Deviants, 1967’de çıkardıkları ilk albüm ‘Ptooff!’ ile dikkatleri üstlerinde toplamıştır. 60’ ortalarında gazeteci olan ve sonradan Deviants tayfasını bir araya getirerek üç sene vokal yapan Mick Farren hala aramızda ve grubun turneleri uzun aralardan sonra tekrar başlamıştır. 68’de ‘Disposable’ ve 69’da ‘The Deviants 3’ albümünden sonra solo olarak çalışan Farren, belki de The Deviants grubunun 70’lerde ‘proto-punk’ türüne yanaşmalarına öncü olmuş ve sessizce gruptan ayrılmıştır. Bu bakımdan bir ‘Rock Band’ hikâyesinden bahsedemeyiz, daha çok Mick Farren’in bir tür tek başına çıktığı ‘küçük Rock yolculuğuna’ şahit oluruz.
The Deviants - Charlie (1967)
Aralarından en çok dikkat çekeni ilk albümden olan ‘Charlie’ parçası: Albümün merkezinde yatan deneysel psychedelic öğeleri başka parçalarda ‘rahatsız edecek miktarda’ kullanılmış. Arada bir ‘storyteller’ görevi üstlenen Mick Farren’in ‘Charlie’ parçasında yoğun blues ve sade (standart) rock öğeleriyle gitmiş olmasıysa, gözümde iyi bir albümün en iyi parçası olmuştur.
Bir başka dikkat çeken grupsa The Lemon Drops: 1966 çıkışlı grup sadece üç sene çalmış olsa da, geriye iki ‘hit’ parçayla (‘It Happens Everyday’ – ‘I Live In The Springtime’) isimlerini arada bir hatırlatıyorlar. “Crystal Pure (The Definitive Collection)” isimli toplama albümlerinde (b-sides parçaları dâhil) yaklaşık yirmi beş parçayla grubun kendisini değil, ancak 60’lardan özlediğimiz karakteristik özellikleri hatırlatarak kendini bir şekilde dinlettiriyor.
The Lemon Drops - It Happens Everyday (1967)
Grubun üç sene içinde oluşan hikâyesi başka gruplardan pek de farklı değil, alışılmış bir kronolojik sıranın izlerini takip eden ve üç sene içinde iyi-kötü bir şekilde bir şeyler yapmış olan The Lemon Drops, 65’te uzun saçları yüzünden okudukları okuldan atılmış ve 66’da Chicago’dan San Francisco’ya gitmişlerdir. Tabii ki ‘uzun saçları yüzünden’ mazeretinin ötesinde yatan asıl neden, kanımca o zamanlar Chicago’nun ‘blues’ çatısı altında pek de başka bir müzik yapılmadığını ve ismini duyurmak isteyen bütün müzisyenlerin San Francisco’ya gitmek istediğini, zaman ve mekân olarak bir tür “orada bulunmalıyız, ne yaparsak yapalım, orada bulunmalıyız!” klişesinin San Francisco için doğru olduğuna şahit oluyoruz. Ve tabii ki devamında ‘Summer of Love’ çatısı altında müzik üretip ismini daha olgun bir mekânda duyuran The Lemon Drops, aslında başka gruplardan kendini ayırmayan ve 60’ların standart çalgı ve tercihleriyle ‘iyi psychedelic müzik’ sunan binlerce gruptan sadece bir tanesidir.
Byron Lee and The Dragonaires - Green Onions (1965)
Üçüncü kayıt ise Byron Lee and The Dragonaires’in Booker T and The Mg’s grubuna ait olan ‘Green Onions’ parçasına olan yorumudur. Byron Lee ve ejderhaları, parça bir kenara, Jamaica’lı olup Amerika’daki müzik piyasasına ‘Carribean music’ olarak girmiş ve tanındık parçaları kendi coğrafyalarının yorumuyla tanıtan bir önayak grubu olmuştur. Bu bakımdan ayrı bir öneme sahip olan Byron Lee, henüz üç sene önce vefat etmiştir ve sayısız albüm ve kayıtlarla bizleri bir kez daha tozlu raflara sokmuştur. Ska, reggae, calypso ve Trinidad Tobago’ya ait olan ‘soca müziğini’ hit parçalara harmanlayarak kariyerleri boyunca aynı çizgide kalmış olmaları şapka çıkarılacak bir tercihtir.
Dinleyin, dinlettirin.
8 Şubat 2011 Salı
Feri Cansel / Erkin Koray / İstanbul Yer Altı Diskosu / 1968
Galata Kurşunlu Mahzen civarında yaşayan sümüklü çocuk, babasının arabasını çaldığına göre, o artık üstünü çıkarabilir ve sahil kenarında ufak bir yolculuğa çıkabilirdi. Cadde boyunca çocuğa laf ve taş atan mahalle bıçkınları, belki kıskançlık ve kızgınlıklarını, bir tür dedikodu halinde dolanan bir Haramiler konserinde üstünden atacaktı. Kenar mahallelerden şehre giren kızgın gençler, çok sonraları, sarhoş vaziyette tekrarlayacakları “Kalkın gidin evliler, buralar bekâr yeridir!” naraları atarak İstanbul’un 60’ kuşağının gerçek hikâyesini anlatacaktı. Eric Clapton ve Jethro Tull çılgınlığının 60’larda İstanbul’un orta ve üst sınıfına hitap ettiğini hatırlatarak, daha ‘muhalefet’ şarkıların boğazın derinliklerinden, kaza sonrası boğuk şekilde çalmaya devam eden bir Üç Hürel parçasından geldiğini unutmayalım.
İstanbul, 1968: Feri Cansel, yer altı mafyasının vazgeçilmez diskosunda Nijerya'dan getirilen bir adamdan defalarca kırbaç yemektedir. Kendisini izleyen dört mafya lideri, çektikleri sigara dumanını yavaş yavaş havaya doğru üfleyerek ağırlıklarını ortaya koymaya çalışıyor gibiler. Pembe puantiyeli tavandan sahneyi aydınlatan mor spot ışıkları altında, Feri Cansel, saçlarını sağa ve sola sallayarak dans etmeye devam etsin, bir başka köşede ‘Yeşilçam Ajanı’ olarak bilinen eski memur Salih Jane Gökyıldız masasındaki içkisinden gözlerini ayırmadan eski karısını düşünmektedir. Ayhan Işık Feri Cansel'e bakadursun, İstanbul ve gece âlemi, belki de ilk defa o gece, Erkin Koray'ın Çiçek Dağı'yla tanışacaktı.
Nedendir bilinmez, 1968'den beri boğaza düşen arabaların içinde Erkin Koray'ın ‘Çiçek Dağı’ parçasının çalması, gene, İstanbul’un yaptığı eski bir espriydi.
Erkin Koray: Türkiye hiç bir zaman bu kadar yetenekli ve aptal biriyle karşılaşmayacaktı, arkasında bıraktığı manzara, tabii ki acıklıydı.
İstanbul, 1968: Feri Cansel, yer altı mafyasının vazgeçilmez diskosunda Nijerya'dan getirilen bir adamdan defalarca kırbaç yemektedir. Kendisini izleyen dört mafya lideri, çektikleri sigara dumanını yavaş yavaş havaya doğru üfleyerek ağırlıklarını ortaya koymaya çalışıyor gibiler. Pembe puantiyeli tavandan sahneyi aydınlatan mor spot ışıkları altında, Feri Cansel, saçlarını sağa ve sola sallayarak dans etmeye devam etsin, bir başka köşede ‘Yeşilçam Ajanı’ olarak bilinen eski memur Salih Jane Gökyıldız masasındaki içkisinden gözlerini ayırmadan eski karısını düşünmektedir. Ayhan Işık Feri Cansel'e bakadursun, İstanbul ve gece âlemi, belki de ilk defa o gece, Erkin Koray'ın Çiçek Dağı'yla tanışacaktı.
Nedendir bilinmez, 1968'den beri boğaza düşen arabaların içinde Erkin Koray'ın ‘Çiçek Dağı’ parçasının çalması, gene, İstanbul’un yaptığı eski bir espriydi.
Erkin Koray: Türkiye hiç bir zaman bu kadar yetenekli ve aptal biriyle karşılaşmayacaktı, arkasında bıraktığı manzara, tabii ki acıklıydı.
29 Ocak 2011 Cumartesi
Rockzone Madrid Plak Dükkânında Karışan Kafalar
Gece gizlice girdiği kızın evinde pek de bir zamanı olmadığını bilen şapşal çocuk, bir an önce, kızın ailesi uyanmadan, onu yatağından kaldırıp gece çıkmasına davet etmeliydi ki, kaç haftadır aklında takılan şarkıları anlatsın ve biraz olsun içi rahatlasın. Ama ne anlatacağını çok da bilmeden, kapkara kâbuslardan kopup hayatının tam ortasına yerleşen Rock müziğin ona ne denli kötü şakalar yapmış olduğunu da çok ama çok iyi biliyordu. Bu yüzden aklında bir ikinci plan vardı, hiçbir şey konuşmadan, araya giren uzun ve tehditkâr sessizlikleri omzuna alarak şehrin en kuytu barında sabaha kadar müzik dinleyip üç aşağı beş yukarı herkesin hissedip düşünebileceği bir dünyada sarhoş olabilmekti. Tekinsiz plakların zifiri karanlıktan yonttuğu şuh bir orospu kahkahası gibi, kıskançlık, korku ve müzikle birbirine bağlanan yegâne renklerin ne uç hayal gücüne varabilmelerini görmekse, gene, bu şehrin ona yaptığı eski bir espri olarak görülmeliydi.
Plakların davet ettiği bu dünyada ayık kalabilmek, gözlerinin sadece akı görünen kör bir ihtiyarının ister istemez bir tür zorunlulukla başlayan müzik sevdasına bağlıydı. Bıyıkları yeni terlemeye başlayan torunlarına “Arkanıza yaslanın bakalım”la başlayan hikâyenin başlangıç noktası, kör ihtiyarın henüz iki yaşında görme yitişini tamamen kaybetmesiyle başlamaktadır. Başı insan gövdesi yılan olan bir postere ağzı açık bir şekilde bakakalan torunların müzikle tanışması, dedelerinin anlattığı hikâye değil, belki de gözlerinde sadece akı görünen bu korkunçluğun arkasında gizlenen dünyada yatmaktaydı. Çok sonraları, bir tür suç işler gibi gecenin bir vaktinde dedesinin pikabına gizlice koyduğu plakın sarhoşluğuna kapılamaması, tabii ki dedesinin arkasından ansızın “Beğendin mi?” demesiydi. Başını döndürdüğünde, gene o akı görünen gözlerin ifadesizliği karşısında, müziğin uğultusu kesilecek ve yerini gürültülü bir parçaya bırakacaktı.
Ne olursa olsun, bunun adı müzikti ve temelinde eğlenmek vardı. Akı görünen kör gözün ifadesizliği, çoğu plak koleksiyoncuların itiraf etmekten korktuğu yalnız bir hayattan ibaret olabilir miydi?
“Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür” ile hatırlanan bu dünyanın sanırım çıkış yolu, kuşak farkının müzik için sadece bir ayrıntı olarak kalması gerektiğiydi.
Plakların davet ettiği bu dünyada ayık kalabilmek, gözlerinin sadece akı görünen kör bir ihtiyarının ister istemez bir tür zorunlulukla başlayan müzik sevdasına bağlıydı. Bıyıkları yeni terlemeye başlayan torunlarına “Arkanıza yaslanın bakalım”la başlayan hikâyenin başlangıç noktası, kör ihtiyarın henüz iki yaşında görme yitişini tamamen kaybetmesiyle başlamaktadır. Başı insan gövdesi yılan olan bir postere ağzı açık bir şekilde bakakalan torunların müzikle tanışması, dedelerinin anlattığı hikâye değil, belki de gözlerinde sadece akı görünen bu korkunçluğun arkasında gizlenen dünyada yatmaktaydı. Çok sonraları, bir tür suç işler gibi gecenin bir vaktinde dedesinin pikabına gizlice koyduğu plakın sarhoşluğuna kapılamaması, tabii ki dedesinin arkasından ansızın “Beğendin mi?” demesiydi. Başını döndürdüğünde, gene o akı görünen gözlerin ifadesizliği karşısında, müziğin uğultusu kesilecek ve yerini gürültülü bir parçaya bırakacaktı.
Ne olursa olsun, bunun adı müzikti ve temelinde eğlenmek vardı. Akı görünen kör gözün ifadesizliği, çoğu plak koleksiyoncuların itiraf etmekten korktuğu yalnız bir hayattan ibaret olabilir miydi?
“Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür” ile hatırlanan bu dünyanın sanırım çıkış yolu, kuşak farkının müzik için sadece bir ayrıntı olarak kalması gerektiğiydi.
1 Ocak 2011 Cumartesi
Psychedelic Pop Culture of the 60's / Sex, Drugs and Rock'n Roll
A guy walks into a bar, orders a beer and chats with the barkeeper. It’s midnight and the guy has nothing to do, since he has no family, girlfriend or any other responsibility. Later on, he would raise his voice to the barkeeper, claiming something about today’s music industry, how he used to write pages about rock bands for the Rolling Stone magazine, and ended up in a job where you had to write about certain boy bands people enjoyed to listen. One of the greatest Rock journalist Lester Bangs, maybe suffered from a lack of period or excitement that shaped millions of people, “To hell with them!” he would shout, in this old, cheap bar where you could listen songs of The Animals, if you were lucky.
What I want to type of understanding the Pop/Psychedelic Culture in U.S. is the acceptance and “adopting process” of hanging out around a certain musical aesthetic. In other words, it is the manifestation of the individual against the “outside”, to dress and behave, to act and think the way he/she wants. This kind of manifestation could be derived political or economical, but it follows a certain style and genre of music and produces essentially a certain “subculture” and we call it “Hippies” who is involved of this. At this point, it would be essential to understand the relationship between “physical-symbolic space” and “public moral panics”. Since subcultures are considered to locate in certain areas, it would be quite proper to say that there’s a relation of “us” and “them”, what we can also call as “the ghetto” and “the public space”. The essential conclusion of subcultures is that, it causes “public moral panics” and anxiety among societies. We begin to fear about something, if we don’t know what it is.
Regarding the sixties, it could be said that the assassination against J.F.K in 1963 started a sparkle against violence, war and politics. This sort of “common sense” was among young people who were persistently against the current government and which would be progress with the period of Lyndon B. Johnson. Moreover, the war in Vietnam was the starting point for the youth culture (Hippies) which took place in 1963 as well. In this sense, we should regard Pop music as a package of certain socio-political developments, which shaped the lyrics, live performance and positions of the artists.
It would be vital to remind that the American Pop/Psychedelic Culture found its actual potency in the mid-sixties: The first factor was Bob Dylan, a young rebellion, songwriter, poet and an active protester who was trying to say something about the war in Vietnam and American society. His second album “The Freewheelin’ Bob Dylan” in 1963 was a big hit in American culture and offered a new way of writing and protesting. Songs like “Masters of War”, “A Hard Rain’s a-Gonna Fall” and “Blowing in the Wind” was a marvelous rise of a togetherness in pointing the middle finger to old generations and of course, to Vietnam. Just for the records, I would not like to continue with Bob Dylan, but it would be fair enough to know that Dylan could be regarded as the first sparkle in Pop music, in terms of not only playing a song for entertainment, but also to stand against “something” and to embrace music with a package of ideas. This was a concept, a new brand idea of typing lyrics to make money and to show people what actually could going to happen.
The second factor was the rise of the Beatles, again in 1962-63: They were from Liverpool and started a new subculture and life-style. The Beatlemania Culture was very effective in terms of fanaticism and in Pop culture. Their rise were progressing in a short run, people were somehow crazy about these four handsome good-looking guys. The screaming, the love, the requirement and the fanaticism were rising in a high level and couldn’t be stopped. The media started a new assertion in 1964, that the Beatles could be even more popular than Jesus Christ. Religious people were highly against the music of the Beatles and arranged even plenty of mass protests to break and burn all Beatles records. In a short time, the discussion progressed into different subjects: One man says “If people would give the same interest to Jesus Christ, maybe he wouldn’t die,” and another says “Jesus would be very offended if he’d saw all this Beatles crap!” We can easily say that American Beatlemania soon reached the proportions of religious idolatry in 1964 and the arrival of the Beatles in the United States was even more affective, since American culture was regarded in sort of a progressing freedom speech and a better enunciatively opportunities.
The Beatles Come To Town / 1963
In the article of Barbara Ehrenreich, Elizabeth Hess and Gloria Jacob’s “Beatlemania: A sexually defiant consumer subculture”, we witness a huge and frightened fanaticism about Pop music and Beat generation. It states in one line that someone got hold of the hotel pillowcases that had purportedly been used by the Beatles, cut them into 160,000 tiny squares, mounted them on certificates, and sold them for one dollar apiece. There’s an interesting star-centered hysteria in what we cannot describe it only through pop music: Pop culture, as I mentioned, is a great package of a certain life-style and defiance for older generations. In 1954, only ten years ago of the Beatlemania, girls who had screamed for Frank Sinatra had grown up to be responsible, settled to be housewives. We now arrive to our essential motivation of the sixties in Pop/Psychedelic Culture: Taboos were regarded old-fashioned and should be destroyed immediately as possible as it could and re-fill it with a new life-style.
At this point, it would be vital to say that “sexual depression” was also an important point of the rising Pop/Psychedelic Culture in the 60’s. It is interesting that pop culture embodied through music a self-referential relation against the individual. Despite the fact that music was also considered as a huge political expression against the state, but we cannot change the essential truth that both in the 60’s and 10’s, pop music has always captured dominantly a “self-referential” sense against individuals. So it makes sense when we say that subcultures should be examined by its own understanding and fashion. And moreover, the own understanding of one individual causes an “unknown image” against the “outside”. Both sides are not quite sure what they are expecting from each other: Music for the “outside” starts to sound irritating and annoying, while on the other hand, subcultures define themselves or makes references through pop music in sake of understanding the acceptance of the “adopting process” in order to define as well, their own life-style and common sense.
In the same subject but different artistic position, pop icon, painter and filmmaker Andy Warhol maybe was the most important symbolic figure, in breaking down sexual taboos and expressing an artistic work free as possible. He is also known as the movement of pop art and his “factory” which he usually used for his own ground area, film productions and fashion shoots. His paintings were appreciated, but as an avant-garde filmmaker, Warhol’s works were regarded amoral, disturbing and sexually exaggerated. Traditional authority figures, Conservatists, large group of families and institutions were highly against and disturbed, especially in a movie which four people tries to make erect a horse with their hands. This exaggeration of artistic expression was not derived only by a choice, but also as a question of to be anxious in saying “What if do these movies?” As we can see, artistic visions were shaped in trying to make something among the “unknown” and to present it as “immoral codes” to say that pop culture will change your life.
For years, the general anxiety of traditional authority figures for youth cultures and pop music could be considered as the threat of “self and social-destructive” fact. In this sense, we should add that pop music in both generations is being considered through images, lyrics and attitudes of the artists. It is quite normal in this sense, when a parent watches Jim Morrison on T.V. and says to his child: “Don’t make drugs!” Because the whole package of subcultures are always been examined by its own characteristic features. And in the center of Pop culture lays music, synonymously to “pleasure”. Moral monitors feel that pleasure should be policed, since our way of understanding the political world is highly connected to how and for whom we vote and support to.
Brett Ingram claims that “the personal is political”, suggests the idea that attitudes toward major social issues are conditioned by the emotional reactions. This is important to explain the importance of pop music, since emotional reactions are highly linked to songs: The high degree of usage in drugs in the sixties was beyond an issue of the state. Marijuana and LSD had an important role in shaping the worldviews of young people which progressed in arts, music, literature, fashion and philosophy. Especially in music, artists like pop/rock icons Janis Joplin, Jimi Hendrix, Jim Morrison and John Lennon was an essential reference in understanding the process of the subculture “Hippie”.
There’s no specific definition for the Hippies, since it contains other subdivisions as nudist groups, vegetarians, communes or drug groups. But we can easily assure that the Hippie Culture was an important part of pop culture, regarding its changing development in fashion, literature, music and philosophy. As I mentioned: Values and ideas, ritual communications, the rhythmic cycle of ghetto life, marijuana, LSD and other characteristic features involved and highly shaped the pop culture.
Though drugs and music couldn’t affect young people without any experience; in other words, there should be an actual support to “make it live” in the daily life. At this point, nightclubs and discotheques were maybe the most essential feature in pop culture. Clubs like Whisky a Go-Go and The Matrix were the standpoint and common curiosity of the 60’s generation: These places were usually adopted by hippies, beats and barely rock critics for the sake of the rising music genre psychedelic. After the mid-sixties, we witness that pop music congregate with psychedelic music, a genre which we can define as using new recording techniques and drawing a chartless discipline, usually sourced by non-Western, Indian influences. So, let us put together what we drew above: From the beginning of the article, we drew a more “innocent era” from 1962 to 65’, a rising culture of struggling in it’s own curiosity and breaking the chains of a the old-fashioned, conservatists idealism. The real fun begins after the mid-sixties, maybe with Bob Dylan’s choice of getting rid from folk music and embracing the electronic music. And of course, the changing image of the Beatles, their sixth album Rubber Soul, Revolver in 66’ and Abbey Road in 69’ were the most essential albums in pop music: It wasn’t the best albums in pop/psychedelic genre, but it was a proof that pop music could turn into other genres, music and as we know, sub-cultures.
The era of putting two hands to cheeks and screaming as loud as possible was over. The increasing use of drugs in the daily life after 65’ was the main potential reason for young people. Nevertheless, this crowd was the same crowd, the one who screamed for the Beatles and kissed his girlfriend in front of his family and regarded as a huge step for the sake of “change”. He faced with a new culture and learned in short time that there was a place called the Whisky A Go-Go. This nightclub, located in Los Angeles, was the most popular place to see bands like The Doors, Jefferson Airplane, Jimi Hendrix and other essential pop/rock/psychedelic bands. As it mentioned above, drugs and music couldn’t affect young people without experience and entering to the Whisky A Go-Go was the best experience for the 60’s generation. The overwhelming sound system, “trippy” lightning, colorful costumes, free-form dancing and the countless usage of LSD provided a huge and frightening common sense to young people, that somehow, without any specific reason and meaning, nothing would stay the same until the opening gates of Whisky A Go-Go.
The psychedelic genre made a good friendship with pop music. It provided politically a more affective protest image, it frightened the majority of the States, their moves and motivations were went out from an innocent sense, re-placed it with a louder and complex sound. But first and foremost, it affected the relation of the teenagers with their families. For example, known as the Go-Go Dancers were symbolically regarded as a reaction to old-fashioned family system and simpler, the changing understanding of “having fun”. Go-Go Dancers dance in a cage and their moves are free as possible, even “strange” for one who dances usually with standard moves. There’s an interesting paradox: Dancing in a cage limits your dancing, but under the circumstances of a certain ethically limitation of the family makes you no other option. You start to dance as wild as possible, but you are still aware that you are in a cage and cannot be escape. This symbolic criticism of the entertainment business was progressed and introduced by people who were highly involved around radical protesters, idealists and artists like Andy Warhol and counting the drug usage into daily life by Timothy Leary.
We witness that teenagers in the 60’s had the difficulty to make embrace their new life-styles to their families. “Rock & Roll and Pop, with its sound, styles, and culture (including fashions, hairstyles, dances, etc.), helped promote generational solidarity. This does not mean the pop generation had a monolithic culture. Far from it. Numerous subcultures existed within the youth culture. Like the rest of society, teens divided along economic, racial, cultural, religious, ethnic, and geographic lines. Some like pop rock; others loved country rock; still others listened only R & B rock. Sometimes pop music and rock and roll even became the locus of confrontation between disparate youth groups struggling for control of the music. But these subcultures were all part of the larger youth culture which was quite distinct from the adult culture. And rock and pop music was one of the main boundaries separating the teenagers from adults.”
It is interesting to see that music in the 60’s had a telescopic relation, similarly to its culture and fashion. In other words, we witness that genres and styles started to intersect to each other, and one cannot make a clear distinction in what involves pop and rock. I always liked this comparison: Consider that you collect the fashion, subcultures and music and put them all into a blender and mix it until it finds its own color and taste. The year 1966 was maybe a mélange of different musical/cultural attempts and the starting point of a tough six years. The fun could be started.
As I mentioned, musical tastes and styles did highly intersected and it is interesting to witness how preferences and periods jumped into bands choices. Of course, the essential question will remain forever: Was it the listeners and drugs who decided to change, or was it the bands who made an opinion about changing and progressing? Maybe the answer blows in the wind, as Bob Dylan said, but we cannot deny the fact that a subculture completed its circle, with taking its all essential characteristic features and presented against cultures.
I would like to write about the Beach Boys, known as “the innocent” boy band of California surf/pop. In the beginning of the 60’s, the Beach Boys were a musical synonym of the California sound; the surfing, the image of high-school girls who eat ice-cream and roller skating beside the beach and Beat writers who read their poems as loud as possible. In this context, we could easily say that the Beach Boys were including the innocent happiness of pop music, with their clean-cut and grinning faces. Its childish idealism of “walking down the street with my ice-cream in a bright day” was in the same context as the Beatles did in 1962. The sound and its culture were simply about “being happy” and this was enough for its listeners in the years between 1960 and 65’. Their hit single “Surfin’ USA” in 1963 and “Fun Fun Fun” in 64’ were regarded as “innocently happy” in which they used strong beat features.
The Beach Boys / Good Vibrations (1966)
In the same context, let us imagine how the youth would respond: The innocent breeze provided to the youth a gateway, an occasion to have fun freely as possible, quiet contrary and threatening to social taboos in which caused limitations in the long run by the state. And of course, secondly, the rise of the Beatles was changing its shape and image in the mid-sixties: “Music supposed to be presented exaggerative, with a strong language. In this context, rock and pop music could be regarded as to accept the ‘kitsch’ with an ironic idea, to present music theatrical, as if one person would attend to a fancy dress-ball, to revolt against the world in a marginal community and to be seductive as much as possible. Foremost, it should be involved with erotic phantasies.”
Pop and rock music was transforming itself into another sense. The increasing usage of drugs in the States was countless, the youth started to regard pop music as an important channel to reach another stage: The combination of drugs and pop/psychedelic music seemed dangerously beautiful; it started a simple sparkle and broadened up quickly among important bands. The interesting part of the story is that, in the beginning of 1966 (consider as one of the heaviest years in terms of revolting against the war in Vietnam) few bands wrote protest songs (let us accept Bob Dylan as an exception) and it had been observed that bands were starting to sing about imaginary utopian songs, with a high relation of the countless usage of LSD. Maybe this could be a vital point to understand the high relation between pop music and the youth movement. A wide sub-cultural idealism in pop music shaped a sense of having a certain life-style and to regard lyrics as a vital messenger, in order to create a dangerous common sense. As Brett Ingram states: “Common sense tells us that popular music has a role in shaping the worldviews of young people which eclipses that of traditional authority figures. Our subjective conceptions of self-worth, sexual difference, social justice, and artistic merit have a direct effect on how we’ll vote, how we’ll raise our children, what we’ll buy, and what we will fight and perhaps even die for.” We witness certain kind of individuality in pop music; the broad and unlimited “music-channels” provides him to reach at a level in which families, institutions and states begin to fear against a sub-culture. “Moreover, music foregrounds pleasure and the pleasurable experience of one’s body in motion of a dance floor. Perhaps for this reason it has often been attacked by moral monitors who feel that pleasure should be policed and that bodily experience should be restrained because they are connected to sexuality, which of course itself, from a conservative perspective, should be controlled as much as possible.”
For example, lyrics of the band Jefferson Airplane highly referred convincingly to numerous youth cultures, mostly in the States, as a mélange of certain kind of a manifestation that limitations were going to start break away, in terms of using music and drugs as a channel to reach to the ultimate body experience in popular music.
Jefferson Airplane / Somebody To Love / Live (1969)
The song “Somebody To Love” was a big hit all over many countries, its outspoken implication appealed to millions of youths: “When the truth is found to be lies / and all the joy within you dies / don’t you want somebody to love / tears are running down your breast / and your friends baby they threat you like a guest / don’t you want somebody to love” Music’s social function was a threat to the practical function in the everyday life, and we can see that pop music shaped itself and around its listeners as a huge and broad strength. Again, we witness in Ingram’s words that pop music has a leading field in creating a common sense, in which shapes accidentally as a reaction against the majority of the society. “Much of our experience in a disciplined society that assigns proper places to certain activities and forbids them in others is limited and limiting. We unconsciously play by rules of motion and bodily experience that channel and determine what we can or cannot do in certain places. Music challenges those rules by creating pleasure and diffusing it across social boundaries – a tendency made more emphatic by digital music players. A capitalist society especially demands that we work in a disciplined fashion for others for their profit (the motto of the society being “Never have so many worked so hard so that so few could enjoy themselves so much”), but music gives everyone access to a certain degree of pleasure even if they are not on the wealth-magnet end of the social pyramid.”
On the other hand, it would be helpful to notice that the sexual role in artists (especially in female artists) have been used extremely in a seditious way, that is to say, the general side of the ‘disciplined society’ had to deal with a “threat” which would shape a generation’s regard to taboos. Maybe in the 60’s, artists like Grace Slick, Nico from the Velvet Underground and other plenty Go-Go dancers seemed less erotically in comparing today’s pop entertainment, but it can be surely said that live performances and lyrics were quiet enough to be astonishingly surprised. It would be wrong to say that the eroticism in the 60’s female artists were better, it was just loaded with a strong ‘background fashion’ and a better ideology and belief.
So, what changed really in pop music? We are still against a general adult culture that will warn us not to get out of the ‘disciplined society’. The pursuit of getting rid of social taboos and having fun without any constraint in the mid-late 60’s in pop music displaced itself into a vast and creepy eroticism and highly related curiosity of sex.
The best course of action could be made a distinction between the long and hard attempts of the 60’s pop music in order to break the taboos and change a sense of having fun with numerous drugs, and in today’s music sector, in which we face with a faster and pretentious sound, but quiet raucous for those who really wants to have fun through pop music. Style in dress, eating, drinking, talking and expressing is mostly entourage by pop culture and we still don’t have a quiet answer what the next one will affect the further generation. Pop culture, taking its essential mean of the ‘popular’ will provide numerous social understandings in which will bloom and die fastly, against consuming and curious generations.
Richard Aquila, “Rock and Roll: A Chronicle of an Era, 1954-63” (Billboard Publications, 2000) P.19
James Miller, “Flowers In The Dustbin” (Simon and Schuster, 2000) P.196
Brett Ingram, “Cultural Studies: A Practical Introduction” (Wiley-Blackwell, 2010) P.107-108-116
What I want to type of understanding the Pop/Psychedelic Culture in U.S. is the acceptance and “adopting process” of hanging out around a certain musical aesthetic. In other words, it is the manifestation of the individual against the “outside”, to dress and behave, to act and think the way he/she wants. This kind of manifestation could be derived political or economical, but it follows a certain style and genre of music and produces essentially a certain “subculture” and we call it “Hippies” who is involved of this. At this point, it would be essential to understand the relationship between “physical-symbolic space” and “public moral panics”. Since subcultures are considered to locate in certain areas, it would be quite proper to say that there’s a relation of “us” and “them”, what we can also call as “the ghetto” and “the public space”. The essential conclusion of subcultures is that, it causes “public moral panics” and anxiety among societies. We begin to fear about something, if we don’t know what it is.
Regarding the sixties, it could be said that the assassination against J.F.K in 1963 started a sparkle against violence, war and politics. This sort of “common sense” was among young people who were persistently against the current government and which would be progress with the period of Lyndon B. Johnson. Moreover, the war in Vietnam was the starting point for the youth culture (Hippies) which took place in 1963 as well. In this sense, we should regard Pop music as a package of certain socio-political developments, which shaped the lyrics, live performance and positions of the artists.
It would be vital to remind that the American Pop/Psychedelic Culture found its actual potency in the mid-sixties: The first factor was Bob Dylan, a young rebellion, songwriter, poet and an active protester who was trying to say something about the war in Vietnam and American society. His second album “The Freewheelin’ Bob Dylan” in 1963 was a big hit in American culture and offered a new way of writing and protesting. Songs like “Masters of War”, “A Hard Rain’s a-Gonna Fall” and “Blowing in the Wind” was a marvelous rise of a togetherness in pointing the middle finger to old generations and of course, to Vietnam. Just for the records, I would not like to continue with Bob Dylan, but it would be fair enough to know that Dylan could be regarded as the first sparkle in Pop music, in terms of not only playing a song for entertainment, but also to stand against “something” and to embrace music with a package of ideas. This was a concept, a new brand idea of typing lyrics to make money and to show people what actually could going to happen.
The second factor was the rise of the Beatles, again in 1962-63: They were from Liverpool and started a new subculture and life-style. The Beatlemania Culture was very effective in terms of fanaticism and in Pop culture. Their rise were progressing in a short run, people were somehow crazy about these four handsome good-looking guys. The screaming, the love, the requirement and the fanaticism were rising in a high level and couldn’t be stopped. The media started a new assertion in 1964, that the Beatles could be even more popular than Jesus Christ. Religious people were highly against the music of the Beatles and arranged even plenty of mass protests to break and burn all Beatles records. In a short time, the discussion progressed into different subjects: One man says “If people would give the same interest to Jesus Christ, maybe he wouldn’t die,” and another says “Jesus would be very offended if he’d saw all this Beatles crap!” We can easily say that American Beatlemania soon reached the proportions of religious idolatry in 1964 and the arrival of the Beatles in the United States was even more affective, since American culture was regarded in sort of a progressing freedom speech and a better enunciatively opportunities.
The Beatles Come To Town / 1963
In the article of Barbara Ehrenreich, Elizabeth Hess and Gloria Jacob’s “Beatlemania: A sexually defiant consumer subculture”, we witness a huge and frightened fanaticism about Pop music and Beat generation. It states in one line that someone got hold of the hotel pillowcases that had purportedly been used by the Beatles, cut them into 160,000 tiny squares, mounted them on certificates, and sold them for one dollar apiece. There’s an interesting star-centered hysteria in what we cannot describe it only through pop music: Pop culture, as I mentioned, is a great package of a certain life-style and defiance for older generations. In 1954, only ten years ago of the Beatlemania, girls who had screamed for Frank Sinatra had grown up to be responsible, settled to be housewives. We now arrive to our essential motivation of the sixties in Pop/Psychedelic Culture: Taboos were regarded old-fashioned and should be destroyed immediately as possible as it could and re-fill it with a new life-style.
At this point, it would be vital to say that “sexual depression” was also an important point of the rising Pop/Psychedelic Culture in the 60’s. It is interesting that pop culture embodied through music a self-referential relation against the individual. Despite the fact that music was also considered as a huge political expression against the state, but we cannot change the essential truth that both in the 60’s and 10’s, pop music has always captured dominantly a “self-referential” sense against individuals. So it makes sense when we say that subcultures should be examined by its own understanding and fashion. And moreover, the own understanding of one individual causes an “unknown image” against the “outside”. Both sides are not quite sure what they are expecting from each other: Music for the “outside” starts to sound irritating and annoying, while on the other hand, subcultures define themselves or makes references through pop music in sake of understanding the acceptance of the “adopting process” in order to define as well, their own life-style and common sense.
In the same subject but different artistic position, pop icon, painter and filmmaker Andy Warhol maybe was the most important symbolic figure, in breaking down sexual taboos and expressing an artistic work free as possible. He is also known as the movement of pop art and his “factory” which he usually used for his own ground area, film productions and fashion shoots. His paintings were appreciated, but as an avant-garde filmmaker, Warhol’s works were regarded amoral, disturbing and sexually exaggerated. Traditional authority figures, Conservatists, large group of families and institutions were highly against and disturbed, especially in a movie which four people tries to make erect a horse with their hands. This exaggeration of artistic expression was not derived only by a choice, but also as a question of to be anxious in saying “What if do these movies?” As we can see, artistic visions were shaped in trying to make something among the “unknown” and to present it as “immoral codes” to say that pop culture will change your life.
For years, the general anxiety of traditional authority figures for youth cultures and pop music could be considered as the threat of “self and social-destructive” fact. In this sense, we should add that pop music in both generations is being considered through images, lyrics and attitudes of the artists. It is quite normal in this sense, when a parent watches Jim Morrison on T.V. and says to his child: “Don’t make drugs!” Because the whole package of subcultures are always been examined by its own characteristic features. And in the center of Pop culture lays music, synonymously to “pleasure”. Moral monitors feel that pleasure should be policed, since our way of understanding the political world is highly connected to how and for whom we vote and support to.
Brett Ingram claims that “the personal is political”, suggests the idea that attitudes toward major social issues are conditioned by the emotional reactions. This is important to explain the importance of pop music, since emotional reactions are highly linked to songs: The high degree of usage in drugs in the sixties was beyond an issue of the state. Marijuana and LSD had an important role in shaping the worldviews of young people which progressed in arts, music, literature, fashion and philosophy. Especially in music, artists like pop/rock icons Janis Joplin, Jimi Hendrix, Jim Morrison and John Lennon was an essential reference in understanding the process of the subculture “Hippie”.
There’s no specific definition for the Hippies, since it contains other subdivisions as nudist groups, vegetarians, communes or drug groups. But we can easily assure that the Hippie Culture was an important part of pop culture, regarding its changing development in fashion, literature, music and philosophy. As I mentioned: Values and ideas, ritual communications, the rhythmic cycle of ghetto life, marijuana, LSD and other characteristic features involved and highly shaped the pop culture.
Though drugs and music couldn’t affect young people without any experience; in other words, there should be an actual support to “make it live” in the daily life. At this point, nightclubs and discotheques were maybe the most essential feature in pop culture. Clubs like Whisky a Go-Go and The Matrix were the standpoint and common curiosity of the 60’s generation: These places were usually adopted by hippies, beats and barely rock critics for the sake of the rising music genre psychedelic. After the mid-sixties, we witness that pop music congregate with psychedelic music, a genre which we can define as using new recording techniques and drawing a chartless discipline, usually sourced by non-Western, Indian influences. So, let us put together what we drew above: From the beginning of the article, we drew a more “innocent era” from 1962 to 65’, a rising culture of struggling in it’s own curiosity and breaking the chains of a the old-fashioned, conservatists idealism. The real fun begins after the mid-sixties, maybe with Bob Dylan’s choice of getting rid from folk music and embracing the electronic music. And of course, the changing image of the Beatles, their sixth album Rubber Soul, Revolver in 66’ and Abbey Road in 69’ were the most essential albums in pop music: It wasn’t the best albums in pop/psychedelic genre, but it was a proof that pop music could turn into other genres, music and as we know, sub-cultures.
The era of putting two hands to cheeks and screaming as loud as possible was over. The increasing use of drugs in the daily life after 65’ was the main potential reason for young people. Nevertheless, this crowd was the same crowd, the one who screamed for the Beatles and kissed his girlfriend in front of his family and regarded as a huge step for the sake of “change”. He faced with a new culture and learned in short time that there was a place called the Whisky A Go-Go. This nightclub, located in Los Angeles, was the most popular place to see bands like The Doors, Jefferson Airplane, Jimi Hendrix and other essential pop/rock/psychedelic bands. As it mentioned above, drugs and music couldn’t affect young people without experience and entering to the Whisky A Go-Go was the best experience for the 60’s generation. The overwhelming sound system, “trippy” lightning, colorful costumes, free-form dancing and the countless usage of LSD provided a huge and frightening common sense to young people, that somehow, without any specific reason and meaning, nothing would stay the same until the opening gates of Whisky A Go-Go.
The psychedelic genre made a good friendship with pop music. It provided politically a more affective protest image, it frightened the majority of the States, their moves and motivations were went out from an innocent sense, re-placed it with a louder and complex sound. But first and foremost, it affected the relation of the teenagers with their families. For example, known as the Go-Go Dancers were symbolically regarded as a reaction to old-fashioned family system and simpler, the changing understanding of “having fun”. Go-Go Dancers dance in a cage and their moves are free as possible, even “strange” for one who dances usually with standard moves. There’s an interesting paradox: Dancing in a cage limits your dancing, but under the circumstances of a certain ethically limitation of the family makes you no other option. You start to dance as wild as possible, but you are still aware that you are in a cage and cannot be escape. This symbolic criticism of the entertainment business was progressed and introduced by people who were highly involved around radical protesters, idealists and artists like Andy Warhol and counting the drug usage into daily life by Timothy Leary.
We witness that teenagers in the 60’s had the difficulty to make embrace their new life-styles to their families. “Rock & Roll and Pop, with its sound, styles, and culture (including fashions, hairstyles, dances, etc.), helped promote generational solidarity. This does not mean the pop generation had a monolithic culture. Far from it. Numerous subcultures existed within the youth culture. Like the rest of society, teens divided along economic, racial, cultural, religious, ethnic, and geographic lines. Some like pop rock; others loved country rock; still others listened only R & B rock. Sometimes pop music and rock and roll even became the locus of confrontation between disparate youth groups struggling for control of the music. But these subcultures were all part of the larger youth culture which was quite distinct from the adult culture. And rock and pop music was one of the main boundaries separating the teenagers from adults.”
It is interesting to see that music in the 60’s had a telescopic relation, similarly to its culture and fashion. In other words, we witness that genres and styles started to intersect to each other, and one cannot make a clear distinction in what involves pop and rock. I always liked this comparison: Consider that you collect the fashion, subcultures and music and put them all into a blender and mix it until it finds its own color and taste. The year 1966 was maybe a mélange of different musical/cultural attempts and the starting point of a tough six years. The fun could be started.
As I mentioned, musical tastes and styles did highly intersected and it is interesting to witness how preferences and periods jumped into bands choices. Of course, the essential question will remain forever: Was it the listeners and drugs who decided to change, or was it the bands who made an opinion about changing and progressing? Maybe the answer blows in the wind, as Bob Dylan said, but we cannot deny the fact that a subculture completed its circle, with taking its all essential characteristic features and presented against cultures.
I would like to write about the Beach Boys, known as “the innocent” boy band of California surf/pop. In the beginning of the 60’s, the Beach Boys were a musical synonym of the California sound; the surfing, the image of high-school girls who eat ice-cream and roller skating beside the beach and Beat writers who read their poems as loud as possible. In this context, we could easily say that the Beach Boys were including the innocent happiness of pop music, with their clean-cut and grinning faces. Its childish idealism of “walking down the street with my ice-cream in a bright day” was in the same context as the Beatles did in 1962. The sound and its culture were simply about “being happy” and this was enough for its listeners in the years between 1960 and 65’. Their hit single “Surfin’ USA” in 1963 and “Fun Fun Fun” in 64’ were regarded as “innocently happy” in which they used strong beat features.
The Beach Boys / Good Vibrations (1966)
In the same context, let us imagine how the youth would respond: The innocent breeze provided to the youth a gateway, an occasion to have fun freely as possible, quiet contrary and threatening to social taboos in which caused limitations in the long run by the state. And of course, secondly, the rise of the Beatles was changing its shape and image in the mid-sixties: “Music supposed to be presented exaggerative, with a strong language. In this context, rock and pop music could be regarded as to accept the ‘kitsch’ with an ironic idea, to present music theatrical, as if one person would attend to a fancy dress-ball, to revolt against the world in a marginal community and to be seductive as much as possible. Foremost, it should be involved with erotic phantasies.”
Pop and rock music was transforming itself into another sense. The increasing usage of drugs in the States was countless, the youth started to regard pop music as an important channel to reach another stage: The combination of drugs and pop/psychedelic music seemed dangerously beautiful; it started a simple sparkle and broadened up quickly among important bands. The interesting part of the story is that, in the beginning of 1966 (consider as one of the heaviest years in terms of revolting against the war in Vietnam) few bands wrote protest songs (let us accept Bob Dylan as an exception) and it had been observed that bands were starting to sing about imaginary utopian songs, with a high relation of the countless usage of LSD. Maybe this could be a vital point to understand the high relation between pop music and the youth movement. A wide sub-cultural idealism in pop music shaped a sense of having a certain life-style and to regard lyrics as a vital messenger, in order to create a dangerous common sense. As Brett Ingram states: “Common sense tells us that popular music has a role in shaping the worldviews of young people which eclipses that of traditional authority figures. Our subjective conceptions of self-worth, sexual difference, social justice, and artistic merit have a direct effect on how we’ll vote, how we’ll raise our children, what we’ll buy, and what we will fight and perhaps even die for.” We witness certain kind of individuality in pop music; the broad and unlimited “music-channels” provides him to reach at a level in which families, institutions and states begin to fear against a sub-culture. “Moreover, music foregrounds pleasure and the pleasurable experience of one’s body in motion of a dance floor. Perhaps for this reason it has often been attacked by moral monitors who feel that pleasure should be policed and that bodily experience should be restrained because they are connected to sexuality, which of course itself, from a conservative perspective, should be controlled as much as possible.”
For example, lyrics of the band Jefferson Airplane highly referred convincingly to numerous youth cultures, mostly in the States, as a mélange of certain kind of a manifestation that limitations were going to start break away, in terms of using music and drugs as a channel to reach to the ultimate body experience in popular music.
Jefferson Airplane / Somebody To Love / Live (1969)
The song “Somebody To Love” was a big hit all over many countries, its outspoken implication appealed to millions of youths: “When the truth is found to be lies / and all the joy within you dies / don’t you want somebody to love / tears are running down your breast / and your friends baby they threat you like a guest / don’t you want somebody to love” Music’s social function was a threat to the practical function in the everyday life, and we can see that pop music shaped itself and around its listeners as a huge and broad strength. Again, we witness in Ingram’s words that pop music has a leading field in creating a common sense, in which shapes accidentally as a reaction against the majority of the society. “Much of our experience in a disciplined society that assigns proper places to certain activities and forbids them in others is limited and limiting. We unconsciously play by rules of motion and bodily experience that channel and determine what we can or cannot do in certain places. Music challenges those rules by creating pleasure and diffusing it across social boundaries – a tendency made more emphatic by digital music players. A capitalist society especially demands that we work in a disciplined fashion for others for their profit (the motto of the society being “Never have so many worked so hard so that so few could enjoy themselves so much”), but music gives everyone access to a certain degree of pleasure even if they are not on the wealth-magnet end of the social pyramid.”
On the other hand, it would be helpful to notice that the sexual role in artists (especially in female artists) have been used extremely in a seditious way, that is to say, the general side of the ‘disciplined society’ had to deal with a “threat” which would shape a generation’s regard to taboos. Maybe in the 60’s, artists like Grace Slick, Nico from the Velvet Underground and other plenty Go-Go dancers seemed less erotically in comparing today’s pop entertainment, but it can be surely said that live performances and lyrics were quiet enough to be astonishingly surprised. It would be wrong to say that the eroticism in the 60’s female artists were better, it was just loaded with a strong ‘background fashion’ and a better ideology and belief.
So, what changed really in pop music? We are still against a general adult culture that will warn us not to get out of the ‘disciplined society’. The pursuit of getting rid of social taboos and having fun without any constraint in the mid-late 60’s in pop music displaced itself into a vast and creepy eroticism and highly related curiosity of sex.
The best course of action could be made a distinction between the long and hard attempts of the 60’s pop music in order to break the taboos and change a sense of having fun with numerous drugs, and in today’s music sector, in which we face with a faster and pretentious sound, but quiet raucous for those who really wants to have fun through pop music. Style in dress, eating, drinking, talking and expressing is mostly entourage by pop culture and we still don’t have a quiet answer what the next one will affect the further generation. Pop culture, taking its essential mean of the ‘popular’ will provide numerous social understandings in which will bloom and die fastly, against consuming and curious generations.
Richard Aquila, “Rock and Roll: A Chronicle of an Era, 1954-63” (Billboard Publications, 2000) P.19
James Miller, “Flowers In The Dustbin” (Simon and Schuster, 2000) P.196
Brett Ingram, “Cultural Studies: A Practical Introduction” (Wiley-Blackwell, 2010) P.107-108-116
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)