22 Nisan 2010 Perşembe
Led Zeppelin II
9 Ocak 1970, Londra. Hyde Park’a günler öncesinden gelip çadırlarını kuran binlerce insan parklarda gezinip hayatın sunduğu o “tuhaf” yerinden ayrılmadan hayatlarını sürdüreceğine inanıyor. Bir köşede yaşlı bir adam asker üniformasıyla Vietnam’a yollanan İngiliz askerlerin geri dönmesi için gerekenin yapılması için çığlık atıyor, hemen yanında iki çift, üstü çıplak, dudaklarının ucunda otun son nefesi, saçlarına karışmış başka otlar ve arkalarında sevişen binlerce başka çiftler. Kafanızı biraz çevirdiğinizde, bir başka köşede bir heykelin tepesine tırmanmış bir adam göreceksiniz, üzerinde bembeyaz bir bornoz, uzun saçları ve sakalıyla İsa olduğunu iddia eden ve işin daha ilginci, ona inanan bir sürü başka genç. Havada uçuşan baloncuklar, rengârenk çiçekler, Batı’ya doğru akıp giden otun dumanları ve günün sonunda, hava kararıp insanların parktan ayrılacağı o dakikalarda, bize son durağı gösterecek mekân olan Royal Albert Hall. Led Zeppelin ikinci albümünü çıkaralı henüz üç ay olmuş, dünyanın her yerinde, bir şekilde, bu dört adamın konseri konuşuluyor. Heyecan dorukta.
Konserin yapılacağı salonda gürültülü bir uğultu, aylarca beklenen konser en sonunda gerçekleşecektir, herkesin aklı sahnede, mantığı ve kafası günler öncesi ikamet ettikleri Hyde Park’ın insanlara teslim ettiği uyuşturuculardadır. Konsere beraber gelenler birbirini kaybetmiş, tek başına gelenler ise kendilerini bambaşka yerlerde bulmuştur. Rock müzik tarihinde bir daha uzun zaman gerçekleşmeyecek bir canlı performansın ilk dalgaları kendisini göstermiştir. Ve ışıklar sönmeye başlar, koca salonu tüyler ürpertici bir çığlık kaplar, sahnenin ışıkları yanar ve elinde sigarayla sahneye Robert Plant çıkar. Arkadan sinsice, kendini göstermeden yerine oturan John Bonham hiç beklemeden davulunu çalmaya başlar ve kimse bir şey anlamadan konserin yolculuğu başlar. “We’re Gonna Groove” parçasıyla seyirciyi yerinden oynatır.
İkinci albümün başarısını yazmadan önce Led Zeppelin’in Royal Albert Hall konserini yazmak gereklidir diye düşünüyorum. Zira bu konser, bir şekilde ikinci albümün uzantısı gibidir, albümdeki çoğu şarkıya tanık olur ve sahne performansı açısından ne kadar başarılı olduklarını da görürüz. Olaya bambaşka bir yerden girmek istiyorum, bir müzisyenin kendisini seyirciye karşı “tanıtma biçimi” veya “şarkılara paralellik gösteren vücut dilinden” bahsediyorum. Zira bu açıdan Robert Plant bunu Rock tarihinde yapabilen nadir sanatçılardan biri olmuştur.
Robert Plant herhangi bir enstrüman çalmıyor, salt sesi ve duruşuyla grubunun ayrılmaz bir parçası ve ikonudur. Canlı performanslarına baktığımız zaman, Plant’ın uyuşturucu dalgasına kapılsın – kapılmasın, çalınan parçalarla ne kadar iç içe olduğunu, her hangi bir çalgı çalmamasına rağmen grup elemanlarıyla ne kadar “yakın” bir temas kurabildiğini, Zeppelin parçalarında görülen “dengesiz akış” ve “kronolojik” bir sıra olmadan çalınan parçalara rağmen kendisinin ne kadar hâkim bir duruş sergilediğini görmek mümkündür. Bunun yanında “vücut dili”ni bir o kadar yerinde kullanan bir sanatçıdır, uzun saçlarını parçaların giriş ve kapanış bölümlerine göre savurması, sağ eliyle tuttuğu mikrofonu atılan sololarla paralellik kuracak bir şekilde değerlendirip kendinden geçmesi, beklenmedik anlarda sesini kâh kısıp, kâh yükseltmesi, Led Zeppelin konserlerinin bu denli enerjik ve dinamik geçmesinin baş sebeplerinden biridir. Zeppelin bir orkestraysa, kuşkusuz Robert Plant bunun şefidir. Jimmy Page ile parçaları bir şekilde “görsel” bir biçimde yorumlaması, canlı performanslarında çalınan şarkıların “tencere – kapak” uyumunu sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda Robert Plant’e doğaçlama söz üretmesine de katkı sağlıyor. Bu uyumu sağlamak çok zor bir şey ve bu adamlar bunu çok iyi yapıyor.
Unutmayalım ki ikinci albüm Led Zeppelin’in kariyer açısından en üst seviyeye ulaştığı noktadır. İki saat bu albümü övecek durumda değilim, dinleyen zaten kendi yorumunu en iyi şekilde yapar. Ama yazmakta fayda var, albüm 1969 senesinin bitmesine üç ay kala çıkarılır, yani bir anlamda Woodstock Festivali gibi toplum açısından fikirlerin ve bakış açıların“sosyal kırılma”ya uğradığı zor bir gölge altında çıkarılmıştır.
Yine psychedelic unsurlara rastlarız, ama bu albümde önemli olan bu değildir. Daha ötesinde, albüm birinci kısmında, ilk parçasıyla başlayan “Whole Lotta Love” şarkısıyla açılışı yapar. Parça aslında 1962 senesinde Willie Dixon’ın yazdığı “You Need Love” şarkısının Led Zeppelin tarafından yorumlanmış halidir ve aynı zamanda Robert Plant’in favori şarkısıdır. Sözler değiştirilir, müzikal bağlar Zeppelin süzgecinden geçirilir ve ortaya bir şaheser çıkar. Geçişler çok ilginçtir, şarkının ortasında “üst seviyeye ulaşan ağır bir psychedelic yorumuna” rastlarız ve şarkı “heavy metal”e kaçan bir ağırlıkla sona erer.
Albümdeki favori şarkım “What Is And What Should Never Be” bir oğlanın kızı evden kaçırıp bir arabayla Dünya’yı gezme hayalinden bahseder. Toplumsal normların henüz halen kırılgan ve kapalı olduğu bir döneme işaret edilir (hele ki Amerika’ya nazaran daha gelenekçi ve muhafazakâr bir topluma sahip olan İngiltere gibi bir coğrafyada) ve bir şekilde zor bir tabu sisteminden kaçan gençlerin dönüştüğü “hippie kültürüne” de gönderme yapar.
Albümün birinci kısmı, son şarkısı “Thank You” kanımca Crosby, Stills, Nash and Young grubunda rastlayabileceğimiz sözlerle yazılmıştır. Ama tabii ki Zeppelin’in Londra’lı bir grup olması ve kökensel bağlarını İngiltere’den almış olması aynı havayı vermez, gene de müzikal bağlarını bu parçada çok benzetirim. Şarkının hikâyesi ise çok acıklıdır, merak eden araştırsın.
Ve ikinci kısmın birinci şarkısında birden bambaşka bir havaya kapılırız. “Heartbreaker” parçası albümün en zor şarkısıdır; parçanın büyük bir bölümü çok fark edilmese de, aslında John Bonham’ın davulu ve Plant’ın sesiyle şekillenir. Parçanın bitmesine yaklaşık iki dakika kala sadece Jimmy Page’in solosu olması ve parçayı büyük bir “karmaşa”yla bitirmeleri, şarkının başını “her zamanki” gibi unutturur.
İkinci kısım, üçüncü parça “Ramble On”, baskın bir acoustic gitar, sakin bir bas ve Plant’in sesiyle başlar. Tıpkı “What Is And What Should Never Be”, “Heartbreaker” ve “Whole Lotta Love” parçalarında olduğu gibi sakin bir havadan ansızın enerjik ve uç bir noktaya ulaşırız. Dinleyicinin gene kafası karışır ve parça büyük bir karmaşanın arasında sona erip sessizliğe gömülür.
Sanırım her şeyi daha zor ve güzel yapan da bu: Tıpkı 1970 senesinde Hyde Park’ta bulunan binlerce insanın hissettiği ortak duygu; “Hiçbir zaman aynı yolda takılma, işin sonunda Batı’ya gidip şafak kırmızısını görmek ve hayatın ne kadar güzel bir yer olduğunu bir daha ve bir daha hatırlamak var,”
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder