25 Nisan 2010 Pazar
Led Zeppelin
Mayıs, 1968: The Mamas and The Papas “California Dreaming” şarkısının ütopyasını sahnede yeterince belli ederek son albümü olan “The Papas and The Mamas” albümünü çıkarmıştır. 11 Temmuz, 1968: The Doors üçüncü stüdyo albümünü “Waiting For The Sun”ı piyasalara çıkartarak belki de kariyerlerini dönemin ve mevsimin paralelliğine tam da “denk” gelecek uyumlu bir zamanlamanın keyfini yaşayacaktır. Aynı ay içerisinde Cream, kariyerlerinin dönüm noktasına şahit olacakları “Wheels of Fire” albümüyle blues – psychedelic ikilisini müzik sektörüne sokarak bir “ilk”e imza atacaktır. Avrupa’nın her yerinde öğrenci ayaklanmaları süredursun, Amerika Vietnam’a yollanan askerlerin bir an dönmesi için çeşitli protestolarına devam ederken, uyuşturucu kullanımı Dünya’da eşi benzeri görülmemiş bir şekilde hızını arttırıyor, müzik sektörü bütün bu cereyanın etrafında insanlara vazgeçilmez ve kutsal bir “ifade özgürlüğü” sağlayarak bir tür sığınak görevi yapmaya başlıyordur. Amerika ila Rusya arasında devam eden politik çatışmanın uzantısı, daha 68’ sonlarında kendini başka yerlere bırakacağını belli ediyordu; muhtemelen Dünya onlar için yeterince büyük bir mekân değildi, bir sene sonra çatışmanın Uzay’da geçeceğini, John F. Kennedy’nin binlerce insan karşısında bir tür “mastürbasyon” yaparak Amerika’nın aydınlık bir gelecek bekleyeceğini söylemesini, Jim Morrison’ın daha uzun seneler bizimle kalıp müziğine devam edeceğini, nerede ve nasıl bir şekilde bulunduğunuz fark etmeksizin, siz istediğiniz sürece daima bir papatya bulup onu saçınıza takabileceğinize inandığınız ve hayatın aslında o kadar da “boktan” bir yer olmadığını düşündüğünüz bir senenin sonuna gelinmiştir. Ve işin “mistik” yanı, bütün bu olaylar dizisinin kimsenin herhangi bir tahmin yürütemediği dönemin “tuhaf” yerine işaret etmesiydi.
Hayatın sunduğu bu “tuhaf” yerinde, 12 Ocak 1969’da Londra’dan gelip “Bakın işte, dünyada bir sürü şeye şahit olduk, biz de bunu denedik,” diyen Jimmy Page’in ne demek istediğini kimse anlayamazdı. Bir daha geri dönüşü olmayacak efsane bir albümün ve kariyerin ilk nefesleri İngiltere’de kendini belli etmeye başlamıştı. İnsanlar yavaş yavaş, mesafe tanıyarak değil; birden, anında, tıpkı uzaklardan duyulan gürültülü bir sese herkesin aynı anda aynı yöne bakması gibi ve devamında neler olacağını merak ederek o yöne bakmaya devam etmeleri gibi, Dünya Led Zeppelin’e karşı besledikleri duygularını bir şekilde böyle hissetmiştir. Ne olduğu tam olarak bilinmeyen, korkutucu, anlaşılmaz ama tahrik edici.
Belki de bu yazının en zor kısmı, günümüzde Led Zeppelin’in ilk albümün halen tahrik edici olmasına devam etmesidir. Dünya kısa zamanda Page – Plant ikilisini tanımış, görmüş ve en önemlisi benimsemiştir. Zira müzik yazarların henüz ilk defa dinlediği Zeppelin’i çeşitli Rock dergilerine ele alarak keyfini bir güzel çıkardığı mesleklerin “polyanacılığı” çok uzun sürmeyecektir. Albümün çıkmasından birkaç ay sonra, kritik ve dinleyicilerin bir tür şımarıklıkla grubu ağır eleştiri toplarına tutması, belki de üç sene sonra Creem dergisinin Led Zeppelin’e yapacağı kötü şakanın habercisi gibiydi.
İlk albümün yoğun bir blues havası etrafında şekillenmesi, belki de ilk albümün bu denli popüler bir yere gelmesinde etken roldü. Zira 1965’te bir sene The Yardbirds’le çalan Jimmy Page’in iki sene sonra tamamen zıt bir birikimle ortaya çıkması, Page’in “içinde kalan gerçek dalga”nın göstergesidir. Blues gibi Amerika’da bir tür “içini dökme ifadesi” olarak algılanan ve daha çok tarım hayatıyla içli dışlı bir kesimden gelen bu türü, hem İngiltere’den gelmiş bir grup olarak, hem de psychedelic ve heavy metal türleriyle bağdaştırmak herkesin harcı değildir. Çünkü 60’ ortalarında çıkan İngiliz gruplar, çoğunlukla The Beatles’dan gördükleri mirası kullanarak farklı türleri araya sıkıştırıp yeni “yan türler” ortaya çıkarmış ve piyasalarda “hit single” başarısını göstererek kariyerlerini yükseltmiştir. Eğer İngiltere kökenli bir grupsanız ve Blues gibi Amerika’ya özgü bir kültürü kendinizce yorumlayacaksanız, bu, yetenekten önce cesaret isteyen bir şeydir (belki de ikisi birbirinden ayrılmaz bir parçadır). Ve bu da bir anlamda bize Led Zeppelin’in cesaretini ve daha da ötesinde, başarısının kanıtıdır.
Daha basit ve başka bir ifadeyle, blues türü bir şekilde psychedelic akımla (iyi yapıldığı takdirde) tıpkı yemek yaparken malzemelerini “zamanında” koymanız gibi ortaya çıkan lezzetli bir bileşimdir. İlk albümden tanık oluruz ki, bütün malzemeler zamanında tencereye atılmıştır, işin zevkli kısmı artık Robert Plant’e düşer, ister sigara içerken, ister televizyondan izlediği güzel bir maçı seyrederken, elindeki mikrofonu tencereye batırarak yemeğin hazırlanmasına yardımcı olur.
Zira Zeppelin’in bahsettiğim yoğun blues sevgisine albümün ilk kısmı, üçüncü parçası olan “You Shook Me” ile tanık oluruz. Parçanın orijinali Willie Dixon tarafından yazılmıştır, daha sonra Muddy Waters 1962’de asıl yorumu katarak parçanın piyasalara sürülmesinde başrol görevi yapmıştır. Parçanın kendisi bir blues parçasında tanık olduğumuz bütün karakteristik özelliklere sahiptir, “twelve-bar-blues” nüansı vardır, melankolik ve üzgün yapısını kendini belli eder, ama müzisyen halen ayaktadır ve söyleyeceği çok şey vardır. Led Zeppelin’in bu parçayı gene “Led Zeppelish” süzgecinden geçirmesi, “call and response” tekniğini kullanarak ikinci vokalin şarkı boyunca ilk vokalle eşlik etmesi ve arka planda iliklerinize kadar hissedeceğiniz elektrik organ yorumunu kullanması albümün en başarılı parçalarından biri haline gelmesine yardımcı olmuştur. Belki de blues türü hiçbir zaman rock müzikle bu denli yan yana gelmemiştir.
İlk kısım, ikinci parça “Babe I’m Gonna Leave You” yine 50’ sonlarında folk şarkıcısı Anne Bredon tarafından yazılan, daha sonra Joan Baez’in yorumuyla tanınan bir şarkıdır. Zeppelin parçaya sadık kalarak acoustic öğesini kullanmıştır ve işin içinde Robert Plant’in şaheser yorumu vardır; sesini hep yüksekte tutar ama aynı zamanda kısık bir şekilde söylemeye devam eder, bir nevi gene blues parçalarında gördüğümüz “storytelling” tercihini yapar. Parçanın 01:12 kısmında arka arkaya “Babe babe babe babe” demesi ve 01:52’de çığlık atıp diğer elemanların parçayı sanki bir uzay boşluğuna atıp birden BOM patlatması ve Plant’ın kendinden geçmesi yazmakta olduğum bu tanımlamada anlaşılacak bir şey değildir. Aynı şekilde, 03:26’da Plant’ın gene “konuşması” devam eder ve 46. saniyede ansızın sesini yükseltmesi ve parça boyunca kendini tekrarlayan enerjisiyle, anlaşılmaz bir havada kendimizi şarkıyı halen dinlerken buluruz.
İkinci kısım, birinci şarkı “Your Time Is Gonna Come” dönemin vazgeçilmez merakı olan Doğu kültürüne işaret eder, parça, kiliselerde tanık olduğumuz organ sesiyle başlar. Ardından davullar devreye girer, yavaş ve sakin, mutluluk ve kızgınlık duygularını bir arada yaşarız, hayat halen güzeldir ama değişim devam etmektedir.
İkinci kısım, üçüncü parça “Communication Breakdown” albümün en hızlı ve sert şarkılarından bir tanesidir. Robert Plant’in kızgın ve güçlü sesi, John Paul Jones’un basıyla devamlı etkileşim halindedir ve şarkı ne hızlanır, ne yavaşlar, nasıl başladıysa öyle bitirir. Bu açıdan Led Zeppelin’de sevdiğim “sürprizler” yoktur ve dolayısıyla psychedelic unsurunu dışarıda tutarak iki sene sonra daha baskın bir şekilde heavy metal’e yöneleceklerinin habercisi gibidir.
Ve ikinci kısım, dördüncü parça olan favori şarkım “I Can’t Quit You Baby”, Robert Plant’in güçlü çığlığı arasında tıpkı bir bomba gibi patlayan Page’in gitarıyla başlar. Parça, dinleyicide yoğun bir erotizm besler, bir tür “sevişme sahnesini” getirir gözlerimizin önüne. Ayrılmak üzere olan bir çiftin belki de son sevişmesidir, iki taraf ta üzgündür, birbirlerine kızgındır ve âşıktır, ama yapılacak bir şey kalmamıştır, o yüzden sert ve acımasız bir şekilde sevişirler. Melankolik ve üzgün havayı anında hissedersiniz ve Robert Plant gene bu sahnede başroldedir.
Albümün son ve en uzun şarkısı “How Many More Times” enerjik ve hızlı bir bolero ritmiyle başlar. Parçanın kendini aynı ritimle tekrarlatmadığını zannederiz: Geçişler, uzatmalar ve denemelerle örtülüdür ve kendimizi bir yerden başka bir yere ulaştığımızı hissederiz, ama aslında şarkı iskeletini oluşturduğu parçanın başındaki bolero ritmiyle devam eder. Bunun yanında, Zeppelin’in hemen hemen her konserinde bu parçayı çalması ve daha da ötesinde, bunu listesindeki son parça olarak tercih etmesi bize şarkının ötesindeki anlama işaret ediyor: Eğer çeşitli akımları bir parçada sıkıştırıp hepsini bir arada kullanmak istiyorsanız, bunu birbirine karıştırmak yerine, hepsini tek tek, ayrı bir kulvarda yorumlamak gerekir. Başka bir deyişle, tıpkı yetenekli bir oyuncuyu takımınızda “doğru mevki”de oynatmak ve ondan gerçek anlamda yararlanmak ister gibi, akımları ve tercihleri kullanırken onları parçanın “doğru” yerine koymak gerekir. Zira psychedelic bir soloyu elli saniye kadar çalıp ardından heavy metal’e ağırlık veren bir yorum yapılacaksa, ikisinin birbiriyle bağdaşması ve göz kırpması gerekir. İşte, belki de bir grubun türüne tam olarak karar veremediğimiz zamanlar, aslında biz fark etmeden o grubun başarısı hakkında konuşuyoruz demektir. Bu açıdan, “How Many More Times” parçası belki de müzik yazarlarına yapılacak en “sinir bozucu” şakasını yapmıştır; çünkü bir hafta veya bir gece önce şarkıyı ister arabada saatte yüz kilometre giderken, ya da kız arkadaşımızla sevişirken dinleyelim, ertesi sabah uyandığımızda aklımızda kalan şey şarkının ne kadar iyi olduğu değil, sadece, basit bir ifadeyle, şarkının kendisidir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder