21 Nisan 2010 Çarşamba
Led Zeppelin III
1968 senesinde peş peşe çıkarılan iki albümün başarısı acaba üçüncüsüne bir gölge mi katacaktı, yoksa Hendrix ve Joplin gibi müzisyenlerin ölümünden sonra bayrağı eline alan yegâne Rock grubu olup yeni bir akımın öncüsü mü olacaktı?
Kolay değil, ağzı açık kalan, uzatılan ele koldan çeken bir kuşağın ihtiyaç duyduğu “sığınakların” aslında o kadar da güvenilir ve keyifli olmadığı anlaşılan bir döneme tekabül eden, 60’ların abartılı renklerin doğal rengine döndüğü ve insanların eskisine nazaran müziğe daha mesafeli yaklaşmaya başlayan bir seneye girilmiştir. Basında sıkça rastlanmaya başlanan ölüm vakalarını, sosyal güvenlik kurumlarının pireyi deve yaparak hippie kültürünü ağır bir şekilde eleştirmeye başlamasını ve Led Zeppelin’in ses getiren iki senelik bir turne sonrasını düşündüğümde, Page – Plant ikilisinin Galler’de bulunan ve daha sonra albümde de adını koyacakları “Bron-Yr-Aur” isimli bir kır evinde aylarca oturup albüm üzerine çalışmaları şaşırtıcı değil.
Albüm, 1970 senesinin Temmuz’unda piyasalara çıkar ve müzik kriterleri tarafından “hayal kırıklığı” olarak yorumlanır. Evet, üçüncü albüm “dörtlü seri” açısından diğerlerine nazaran daha sönük kalmıştır ama “hayal kırıklığı” ifadesi yanlıştır. Zira bu ifadenin altında yatan bir neden dinleyicilerin beklentisinden kaynaklanmıştır. Birinci ve ikinci albümlerinin sarhoşluğu ve enerjisi üçüncü albümde kendini aratır. Bu durum, kanımca “talihsizlik” diyebileceğim bir zamanlamanın özetidir, şöyle ki: Bob Dylan’ın 1965 senesinde folk müziği elektrogitara taşımasıyla beraber 60’ ortalarından itibaren çoğu grubun stratejisi, güneş gözlüklerini yere atıp “at gözlüğü” takarak kariyerlerini Dylan’ın güvencesiyle sağlama almaktı. Yani başka bir deyişle, folk / country müzik öğelerini bir şekilde elektrogitarla belirli bir bağdaşma içine sokulmaya çalışılması “bir taşla iki kuş vurma” muhabbetini ortaya çıkararak çoğu müzisyeni zengin etmiştir. Hem 60’larda köyden kente göçün başladığı, hem de kendini “şehirli” diye hitap eden bir kesme aynı anda seslenebilmek bir tür “marifet” olarak gözüküyordu. Bu noktada, zamanında Led Zeppelin’in üçüncü albümüne “hayal kırıklığı” denilmesindeki çıkış yolu, sanırım Page – Plant ikilisinin bütün bu cereyanın etrafında dolaşıp “bambaşka” bir şey denemesinden kaynaklanmıştır.
Denildiği gibi, üçüncü albüm gerçekten de yoğun “folk” ve “acoustic” öğelerle doludur. Ama ortaya atılan “hayal kırklığı” ifadesinin altında yatan büyük bir dâhilik ve cesaret yatar.
“Tarih tekerrürden ibarettir” mi denilmeli bilmiyorum, ama Zeppelin’in üçüncü albümü gene insanların alışık olmadığı bir müziğe karşı duyduğu önyargıyı sergilemiştir. Parçalarda kararı bir türlü verilemeyen çeşitli duygusal öğeler kaplıdır, Page’in küçük bir solosu bir parçayı beş saniyede bambaşka bir yere taşırken, siz anlamadan PAT Plant devreye girer ve gene bambaşka bir hava hâkimiyet olur. Ve bunun “folk” müzik gibi daha muhafazakâr bir alt yapıdan gelinip Zeppelin tarafından yorumlanmış olması muhakkak ki çoğu kesim için “ters” bir şey olarak görülmüştür. Bu açıdan albüm başarılıdır, çünkü ortada bir cesaret söz konusudur ve parçalar bu bakımdan gayet başarılıdır.
Albümün ilk kısmı, ilk parçası “Immigrant Song” ile başlar; tıpkı “Misty Mountain Hop”ta görüldüğü gibi, parçaya hâkim olan ve şarkı boyunca kendini tekrarlayan bir müzikal bağ / riff vardır, dinleyiciyi kendisine kilitleyen, sanki aklımızın tuhaf bir yerinde bize fısıldayan bir ses “Beni dinlemeye devam et, bak ne diyeceğim,” der, parçayı yoğun bir heyecanla dinler, sonu nereye varır merak ederiz. Bir başka anlamda, parça aslında yoğun “heavy metal” öğeleri içerir, The hammer of the gods / will drive our ships to new lands" gibi sözler bir şekilde dinleyicide “tanrısal” veya “mitolojik” nosyonlar akla getirir. Görüldüğü gibi, 60’ların “papatya sevdası” uyuşturucuların değişmesiyle birlikte başka yönlere doğru gitmek üzeredir. Jim Morrison’dan, parçalarında sık sık karşılaştığımız mitolojik terimler hep vardır, ama bu terimler, bireyleri toplumdan bir nevi “özgürleştiren” ve sorumluluğu azaltıp bir arabayla bilinmeyen yollara girme merakıyla başlatılan bir yönde gidiyordu; Zeppelin de aynı şekilde hayatın bit “tanrısal” ve “mistik” boyutuyla uğraşır, ama bunu The Doors kadar derine inerek yapmaz. Heavy Metal 70’lerin başında ağırlığını vermeye başlar ve bunu üçüncü albümdeki “Out On The Tiles” ve “Since I’ve Been Loving You” parçalarında hissederiz.
Hemen devamında gelen “Friends” parçası, “hayal kırıklığı” diye eleştiren yazarların buluştuğu ortak paydaydı. Parça acoustic gitarla başlar, arkadan küçük davullar eşlik etmeye başlar ve dinleyiciyi anında etkisi altına alan bir melodiyle dikkat çekmeyi başarır. Parçada az önce bahsettiğim “mistik” ve “gizemli” hava kendini çok belli eder.
Üçüncü parça “Celebration Day” kanımca albümün en başarılı parçasıdır. Aslında klasik bir Zeppelin parçasıdır, kronolojik bir melodiyle çalmazlar, nakaratı vardır evet, ama dinleyiciye sürpriz yapmaktan vazgeçmezler ki, bu noktada karşımıza gene psychedelic müziğin bıraktığı miras çıkar. Ve bunu Led Zeppelin çok iyi yapar.
Albümün ikinci kısmı, üçüncü parçası “That’s The Way” gene eleştirilen acoustic bir parçadır. Gene dediğim gibi, birçok insanın “Bob Dylan varken Zeppelin neden bunlarla zaman kaybetsin ki,” mantığı maalesef halen mevcuttur. Zira kimse bu parçanın İngiltere’den çıkma bir grubun çıkardığını aklına getirmez.
Son parça olan “Hats Off to (Roy) Harper” kanımca son zamanların en ve tek başarılı folk / psychedelic öğelerini bir arada barındıran parçadır. Robert Plant’in sesi buğuludur, bazı sözlerinin kısımları uzatılmıştır, bu da işin içine psychedelic bir hava katar, arka fonda susmayan kızgın bir acoustic gitar… Bütün bunların kombinasyonu önceki yazımda belirttiğim “Led Zeppelish” üslubundan başka bir şey değildir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder