31 Ekim 2010 Pazar

Kim Fowley is the ultimate underground animal!

“İyi” müzik yaptığını iddia eden ve 60’lardan başlayarak kariyerini bu çizgide tutan müzisyen sayısı kaçtır acaba? Ya da başka bir deyişle, “deneysel, psychedelic ve türler arasında gidip gelen bir müzik yapmayı tercih ediyorum” ifadeleriyle medyayı tavlayan binlerce sanatçı ve grubun bugün nerede durduğu hakkında bir fikrimiz var mı? En kötü ihtimal uyuşturucu ve şöhret dünyasında boğulup hayatlarının bitmesine tanık olanlar, Hall of Fame kapılarında isimlerini kazdırttılar ve en iyi ihtimal bugün, 60’larda “çok çılgınlık” yaptıklarını iddia ettiler. Ama sanatsal ifadenizi 60’ların herhangi bir döneminde yansıtsanız bile, bir şekilde bir anlatım becerisinde bulunup deyim yerindeyse “işi yırtmışsınızdır”. İşlerin ne kadar kaliteli olduğunu tartışmak bir vakit kaybıdır, yapılan yapılmıştır.



Kim Fowley nedir, ne iş yapar ve nasıl algılanmalıdır? Bu sorunun cevabını halen pek de bilen yoktur. Tozlu rafların tozlu dergileri, onu ilk defa Los Angeles’ta bulunan ve henüz pek de bilinmeyen bir plak şirketinin ortak yapımcısı olarak tanıtır.

1960 senesinde yirmi yaşındasınız, müziği seviyorsunuz, ortalıkta dönüp dolaşan olayların farkındasınız ve aktif şekilde gündemi takip ederek bir şekilde kendinizi “bu cereyanın” içinde buluyorsunuz: Yürümekte olduğunuz sokağın bir köşesinde asılı duran afişi görüyorsunuz, pek de alışık olunmayan psychedelic fontla yazılmış dört grubun ismini okuyorsunuz, afişi yırtıp cebinize koyuyorsunuz ve akşam gidecek bir konseriniz olduğu için sevinip birkaç arkadaşınızı da davet ediyorsunuz. Akşam vakti gittiğiniz konserde çalan gruplara bakıyorsunuz: Sahne performansı, giyim-kuşam-makyaj-duruş-hareketler, müzik türü, vokal seçimi, davulların girişi, gitar riffleri ve bir takım başka şeylere gözünüz takılıyor. Bir yandan içtiğiniz içkinin ve tütünün sarhoşluğu ve bir yandan teker teker sahneye çıkan grupların çaldığı bu “alışık olunmayan” müzik arasında gidip geliyorsunuz, gecenin bitmesiyle birlikte arkadaşlarınızla sokağa çıkıyorsunuz ve kendinizi karışık bir kafayla yakalıyorsunuz. Onu takip eden birkaç dakika sonra, çok da düşünmeden şöyle bir şey diyorsunuz: “Biz de deneyelim mi?” Ve ilerleyen birkaç gün sonra bunun başka bir şey olduğunu anlıyorsunuz: Ne olduğu hakkında bir fikrinizin olmadığı bir müzikle karşılaşmak, tıpkı güzel bir kızı/erkeği yatağa attıktan sonra onunla nasıl baş edeceğini bilememek gibi, hem panik, hem heyecan, hem de karşı konulamaz bir erotizm ve üretme çabası beslemez mi? Müzik ve seks, uyuşturucu ve edebiyat, alt kültür ve endüstri, belki de hiçbir zaman bu denli yan yana durmayacaktı. Ucundan tuttuğunuz ipi sonuna kadar kendinize doğru çekmeye öyle bir hazırsınız ki, kimse sizi durduracak gücü bulamayacaktır.



Bu noktada, Kim Fowley’i diğerlerinden ayıran bir özellik yoktur. Ama ebedi silahı, genç ve meraklı bir gencin, 60’larla çakışan üretkenliğin sınır tanımaz gücüdür. Cebini doldurmak için anlaştığı gruplar, Fowley’e her gün ayrı bir hayal gücü verecek, tıpkı iğneyle kuyu kazar gibi, yavaş yavaş, tanıyarak ve öğrenerek geliştireceği bir “dünyanın” kapısını dinleyiciye açmak için hazırlıklarını tamamlayacaktı. Ve bunun için öncellikle, San Francisco’ya, 1965 senesinde taşınmaya karar vererek başlayacaktı.

Haight-Ashbury caddesinde karşılaştıkları hikâyenin sadece bir başka tarafı: San Francisco Cronicle gazetesinden gördüğü Hippielerin resimleri, onu gerçek hayatta bambaşka fikirlere bırakacaktı ve bu işin söylendiği gibi hayalperest ve ütopik bir başkaldırının ötesinde, birbirinden ayrılarak aktif halde, tıpkı birer mantar gibi geliştiğini ve büyüdüğünü görecekti: Hare Krishnacılar, nudist grupları, uyuşturucu çeteleri, İsa olduğunu iddia eden cemaatler, vejetaryenler ve henüz Bob Dylan tarafından gelişmekte olan “Evimiz yoldur,” felsefesinin gezginleriyle tanışacaktı. Jack Kerouac, Allen Ginsberg ve William S. Burroughs üçlüsünün yarattığı edebiyatta kaybolacak, “entelektüel tüketici” olarak tanınan dominant kesimden hoşlanmadığını,”herkes bir şeyler yapıyorsa, ben de yapmalıyım” düşüncesiyle kendini tanıtmaya karar verecekti.

Belki de bu yüzden, Kim Fowley hakkındaki çıkış yolumu, biraz sırıtarak, dinleyiciye çok da iyi bir müzik sunmadığını ama müziğini, onun ötesinde değerlendirmemiz gerektiğini düşünerek buluyorum. Fowley, kendisini piyasalara albüm satışlarıyla değil, ürettiği “single” parçalarıyla göstermiştir ve ortaya ilginç bir tablo çıkmıştır: Bir yandan piyasalara hâkim olan “single parça kültürünü” ve alt kültürlerde mantar gibi gelişen uyuşturucu etkenini kendince harmanlayarak 60’lara ismini yazdırmıştır. Ancak müzik ve uyuşturucunun dinleyiciye “istenildiği gibi” tanıtılmak istenmesi, underground/yer altı kültürünün kapılarını açmasıyla mümkün olabilirdi: Rock eleştirmeni Lester Bangs ve korsan yayın yapan Radio Caroline tarafından fark edilen Kim Fowley, istediğine ulaşır ve kendi reklamını bu ortamda yapar. Gece vakti korsan yayın yapan Radio Caroline, açılış cümlesi olarak “Kim Fowley is the ultimate underground animal!” kaydını tercih eder ve kısa bir süre sonra, dinleyici Kim Fowley’i yaptığı müzikle değil, daha ziyade parçalarında fark edilen ve bir şekilde “kötü iyi” diyebileceğimiz, LSD ve diğer uyuşturucuların ne türde etki ettiğini anlatan “deneysel” parçalarla tanımaya başlar.

1961’de Paul Revere and The Raiders grubunun “Like Long Hair”, 62’de B. Bumble and The Stingers ve onu takip eden senelerde The Murmaids ve The Hellions gibi “yer altı psychedelic / beatnik” grupların prodüktörlüğünü yapan Fowley, en sonunda 1965’te “The Trip” parçasını kendi prodüktörlüğü altında piyasalara çıkarır ve şarkı çok tutulur. Parçanın kendisi bir buçuk-iki dakika arasında sürse de, bu denli kısa bir süre içinde sığdırdığı yoğun psychedelic öğeleriyle dikkat çeker. Zaten bir prodüktör olarak yerel basından tanınmaya başlanan Kim Fowley, artık sadece yer altı grupların “keşfedicisi” olarak değil, aynı zamanda kulağa nasıl gelirse gelsin, bir kuşağın “küçük anlatıcısı” olarak benimsenmeye başlanır.

“The Trip” parçasında fark edilir, Kim Fowley’nin aslında bir vokal tarafı yoktur, şarkı söyleme becerisi olmadığı gibi, parçalarında bunu kullanmaya da niyeti yoktur gibi: Daha ziyade bir tür “anlatıcı” olarak çıkar karşımıza. Parçanın adı gibi, LSD çılgınlığının San Francisco ve Los Angeles’ın belirli mahallelerinde yoğun olarak kullanıldığı ve bir tür alt kültürün oluşmasında etkin bir rolü olan başka bir yaşam tarzının gölgeleri görülmeye başlanır. Kim Fowley, bu anlamda bir tür “sembolik” ifade durumuna düşer: Dediğim gibi, ne yaparsanız yapın, derdinizi bir şekilde anlatabildiğiniz sürece, karşınızdaki dinleyici ve tüketici tayfa, sizi “o şekilde” tanımaya dünden razıdır; eğer Dünya yuvarlak bir yerse, onu disko topuna benzetenlerle anlaşabilirdiniz.



Kim Fowley’nin 1968’de çıkardığı ilk ve tek albümü “Outrageous”, belki de müziğin sadece belirli salt kurallarıyla yapılmak zorunda olmadığını, onun ötesinde, anlatacağı bir şeyleri olan bir sürü insanın vazgeçilmez araçlarından bir tanesi haline geldiğini gösterir gibiydi. Albüm şans eseri karşıma çıktığında, neyle karşılaşacağımı bilemiyordum çünkü işin içinde Kim Fowley vardı: Daima bilinmeyeni, tuhaf olanı ve gri rengin içinde gidip gelen bir havayı olabildiğince korkutucu ve eğlenceli bir şekilde “anlatan”, psychedelic müziğin zor zanaatını kesik beat öğeleriyle doldurarak dinleyiciyi içinde tutan ve aslında her şeyin bir tür macera olduğunu gösteren albüm olarak değerlendirmemiz gerektiğini anlıyordum. Bu anlamda, müzikal açıdan karşılaşacağım hayal kırıklığı ve “Böyle bir şey nasıl dinlenilir ki?” tepkilerinden oldukça uzak tuttum kendimi. “Bubble Gum” parçası, aralarından en “dinlenesi” olarak gösterilebilir, eğer illa Kim Fowley tarafından bir şarkı dinlemek isterseniz. Bunun yanında “Up” parçası, deneysel bir çalışmanın ötesinde sınırları gerçekten zorlayan ve dinlerken rahatsız olabileceğiniz bir havada ilerletir kendini: LSD kullanan milyonlarca insanın üç aşağı beş yukarı karşılaşacağı aynı görsel öğeleri bir şekilde işitsel bir ifadeye yorumlaması açısından bence çok ilginç. Ama ne kadar dayanılır buna, ona birlikte karar verelim.

“Flower Drum Drum” parçası ise, piyasalara single olarak çıkmıştır ve belki de Fowley’nin “iyi işleri arasında” gösterilebilecek bir yerde olarak yorumlanabilir.

Ama Kim Fowley’i müzik açısından değerlendirirken, bütün dönemi kapsayan küçük karakterleri de hesaba katmak gerekir ve belki de makaleyi zor yapan nedenlerin arasında bu vardır; David Bowie tarzı makyajı, 60’ların minimal modasıyla uyuşturucuların baş gösterdiği yaşam tarzının aynı çatı altında toplanarak bir tür “düşünme ve yaşama tarzını” anlamak gerekir sanırım.

70’lerin ikinci yarısında bir kız grubu olarak çıkan ve Kim Fowley tarafından keşfedilip piyasalara sunulan The Runaways grubuyla yaşadığı macerayı da unutmamak gerekir.

Kim Fowley bugün 71 yaşındadır ve görenlerin anlattıklarına göre suratını hala boyamadan sokağa çıkmıyor.

Top 20 Woo Hoo / Doo-Wop

Yaklaşık 50’lilerin sonları, 60’ların başlarına tekabül eden, caz, rockabilly ve henüz belirsiz bir arayışta bulunan beat/garage müziğinin sözler açısından bir yoksunlukla başlattığı ve çok da uzun sürmeyen Woo Hoo / Doo-Wop modasının vazgeçilmez şarkılarını toplamaya çalıştım. Başka deyişle, “sözler bakımından belirli bir anlam içermeyen, daha ziyade orkestranın iniş-çıkışlarına göre bir takım sesler ve kafiyeler uyduran vokal türüne” dinleyiciyi oldukça eğlendiren ve dans ettiren bir tür olarak da bakabiliriz.

Uzun eteklerini giymeye devam eden kızların ve onlara vişneli kola ısmarlayan çocukların 60’lar başında duymaya devam ettikleri muhafazakâr görüşünün kırılmaya başladığı zamana denk gelmesini de unutmamak gerekir. Bu açıdan, parçaların bir tür “zihin açma” görevinde bulunduğunu, yumurtasından henüz çıkan bir kuşağın, şaşkın gözlerini Rock & Roll’un kirli ellerine emanet eden bu “geçiş dönemi” oldukça da heyecanlıdır.

20) The Chocolate Watch Band – Loose Lip Sync Ship (AIP, 1968)
60’ların ortasında kurulan The Chocolate Watch Band, kuşkusuz “Californiasm” olarak adlandırılan ve hayatlarının neredeyse bütün zamanlarını Sunset Strip caddesinde geçirerek İkinci Dünya Savaşı’nın ne kadar gereksiz bir şey olduğunu anlatıp durmalarıyla, hem müzik, hem söz bakımından sevgili paranoyak arkadaşlardır.

19) The Raindrops – Hanky Panky (Roulette, 1963)
Tommy James and The Shondells grubundan bildiğimiz ve zamanında avazımız çıktığı kadar “My baby does the hanky panky!” şeklinde bağırarak farklı kafalara girmemizi sağlayan Raindrops tayfasının bu parçasını şiddetle öneririm.

18) The Turbans – Tick-Tock-A-Woo (Parkway, 1961)
1953’te Philadelphia’da oturan birkaç arkadaşın, sanırım şehrin banalliğinden sıkılıp bir grup kurmaya karar veren ve “kurmuşken Türbanlılar olsun” diyen ve şan şöhret işlerine ancak 60’ların başlarında girip kısa bir süre sonra unutulan şarkılarıyla Tick-Tock-A-Woo, ilginçtir.

17) Little Anthony & The Imperials – Shimmy Shimmy Ko-Ko-Bop (Avco, 1959)
Little Anthony & The Imperials, New York’un en önemli blues, ritim ve doo-wop gruplarından biridir. Yine aynı şekilde, toplu vokalle ilerleyen parçanın nakaratı, yazmaya üşendiğim isimle karşılıyor bizi.

16) Dicky Doo & The Don’ts – Nee Nee Na Na Na Na Nu (Swan, 1962)

Senelerdir “avam” yorumunu alan ve anne-babalarının evde çalınmasına yasak koyduğu bu sözsüz parçanın kuşkusuz en önemli özelliği, hiçbir şey anlatmadan Nee Nee Na Na Na Na Nu şeklinde devam etmesidir. Tabii ki parça, ancak Dicky Doo ve The Don’ts’un ceplerine biraz para girdikten sonra piyasaya sürülmüştür.

15) Rosco Gordon – Shoobie Doobie (Sun, 1959)
Blues müziğine sadık bir şekilde ilerleyen “call and response / çağrı ve cevap” formu, sanki sadece birkaç sene sonra ortaya çıkacak olan müzik akımlarının habercisi gibidir. Memphis, Tennessee kökenli Gordon’ın performansıyla “Shoobie Doobie, Doobie Shoobie” ve bir kez daha “Shoobie Doobie” derken bulacaksınız kendinizi.

14) Ernie K-Doe - Te-Ta-Te-Ta-Ta (Instant, 1961)
Özellikle “Mother-in-Law” parçasıyla tanınan Ernie K-Doe, ritim, blues ve Afrika müziğini birleştirerek kendisini Chicago Blues akımına dâhil ederek öncülerinden biri olmuştur.

13) Gene Vincent & His Blue Caps – B-I-Bickey-Bi, Bo-Bo-Go (Capitol, 1956)
Capitol plak şirketi Gene Vincent’in cesaretine ortak olmuştur ve 50’liler için oldukça “ayıp”, 60’lar için oldukça “naif” bir görünüm sergilemiştir. Ayıp bir yana, “ne idüğü belirsiz” yorumunu alan ama burnunun dikine aynı performansı sergileyen Gene Vincent, günümüz adına oldukça önem arz eden müzisyenlerden biri olmuştur.

12) The Hollywood Argyles – Alley Oop (Lute, 1960)
1957’de başlayan kayıt çalışmaları, ancak üç sene içinde bitmiş ve 60’da piyasalara sürülmüştür. Neden bu kadar uzun sürdüğüne dair bir fikrim olmasa da, parçanın adı olan Alley Oop, 30’ların başlarında V.T Hamlin tarafından çizilen mizah dergisine ait. Açıkçası parçanın kendisi de, bir tür mizah anlayışı içerisinde yoğun bir laubalilik içeriyor.

11) The Chips – Rubber Biscuit (Norton, 1962)
Üniversiteden tanışan üç arkadaşın beraber kurmuş olduğu The Chips grubu, kuşkusuz Doo-Wop türünün en iyi örneklerinden bir tanesi: New York’un alt kültürünü besleyen Doo-Wop müziğinin hızlı temposu ve eğlenceli havası çok sürmese de, sürdüğü kadar insanları eğlendirmiştir; “Rubber Biscuit” listenin on birinci sırasında!

10) Sam the Sham & The Pharaohs – Wooly Bully (MGM, 1965)
Sam ve arkadaşlarının kariyerlerinde yükselmesiyle iki numaraya oturan parça, uzun bir süreliğine yerini korumuş ve pek de sevilmiştir. Ancak bir sene sonra mantar gibi gelişecek müzik sektörünün içinde rekabet etmesi zor olacaktır ve bu yüzden tek bir şarkıyla anılmalarını öneririm.

9) Ronnie Cook & The Gaylads – Goo Goo Muck (Island, 1964)
70’lerin ortalarında kurulan ve punk, psychobilly ve goth rock türlerini kullanarak bir tür “korku dünyası” yaratmalarıyla tanına The Cramps grubunun, belki de on sene önce bir şekilde aynısını yapmaya çalışmasıyla saygı duyulan Ronnie Cook, bizlere Vampir dünyasının Goo Goo Muck göndermesini yapıyor. Ancak rockabilly dünyasının “Twilight Zone” kısmını idare eden Ronnie Cook, single parçalarla sektörde pek tutunamamıştır.

8) The Exciters – Do-Wah-Diddy (HMV, 1963)
Genellikle 64’te Manfred Mann tarafından tekrar yorumlanmasıyla bilinen parçanın orijinali, bir pop grubu olmasıyla “single” parçalar üreten ve belki de bu yüzden az gelişmiş bir sektörün az imkânları arasında pek de tanınamamış The Exciters’a aittir. Parçayı dinleyin, hatırlayacaksınız.

7) Arielle – Goody Goody (Swan, 1962)
Arielle ismini, karşıma çıkan ve kapağında kocaman harflerle yazılan “Filles in the Garage! / Kızlar Garage müziğinde” ve altında devam eden “Ultra Chicks / Ultra Hatunlar” adlı toplama bir CD’de görmüştüm. CD’nin içeriği, 60’ların çeşitli Fransız kadın Pop şarkıcılarının piyasalara sürülen şarkıların toplaması; Arielle, aralarından bir tanesi ve kendisini pek bir sevdim.

6) Gence Vincent & His Blue Caps – Be-Bop-A-Lula (Capitol, 1956)
Kayıt süreci ve piyasalara sürülme zamanı 50’lilerin ortasına tekabül etse de, kuşkusuz Gene Vincent’ın 60’lara bıraktığı “erotik vokal” mirasını unutmamak gerekir. Bebop türünün caz, swing ve tempoyla kurmuş olduğu ve genellikle “ağırdan almayı tercih eden vokalin” sesiyle bir tür erotizm üreten “Be-Bop-A-Lula” parçası, kuşkusuz bambaşka müzisyenlerin elinden geçmesiyle de bilindik bir şarkıdır.

5) Spencer Mac – Ka Ka Kabya Mow Mow (Garrett, 1969)
Spencer Mac dinledikçe, onu daima “daha erken keşfedebilirdim” sorunsalını bir şekilde üstümden atmak için geliştirdiğim özel “Spencer Mac listesinin” içinde vakit geçirmeye karar verdim: Woo Hoo ve Doo-Wop öğelerini parçanın nakaratına çaktırmadan koyan, dönem itibariyle yoğun bir psych/funk/soul üçlemesi etrafında şekillenen parça, listenin beş numarası!
4) JJ Jackson & The Jackals – Oo-Ma-Liddi (Norton, 1963)
Queens, Brooklyn, Manhattan ve son olarak The Bronx bölgesindeki blues şarkıcılarına flamengo ve garage türleriyle haşır neşir olabilmeyi gösteren ve olağanüstü bir sese sahip olan JJ Jackson’ın Jackals tayfasıyla geçirdiği kariyeri dillere destandır. Oo-Ma-Liddi, ne anlama gelirse gelsin (ya da daha doğrusu varsa bile), belki de dinleyiciye sadece “Parçamı dinle,” duyurusunu yapmasıyla ellerinden öpülesidir.

3) The Rivingtons – Mama-Oom-Mow-Mow (Liberty, 1962)
Rivingtons tayfasını diğerlerinden ayıran Doo-wop stili, ritim ve blues türünün oldukça yan yana ve ayrılmaz birer öğe olmasıyla ilgili olabilir. Woo Hoo kültürünü de belki içinde barındıran, garage ve rockabilly türlerini en iyi şekilde değerlendirme şansı bulan bu stil, Rivingtons’un oldu olası blues müziğine karşı duydukları zaafla da yakından ilgilidir.

2) Mickey Lee Lane – Hey Sah Lo Ney (Swan, 1965)
Bill Haley & His Comets grubuyla çıktığı 64’ turnesinin meyvelerini bir sene sonra toplayan Mickey Lee, “call and response / çağrı ve cevap” formunun öncülerinden biri olarak sayılabilir. Köhne bir beat kulübünde kafası uçmuş dinleyiciye “Hey Sah Lo Ney!” şeklinde bağıran ve cevap olarak aynı cümleyi alarak parçayı tekrar aynı yere götürme fikri, belki de uzun senelerdir, ya da halen bugün bile kullanılan bir tercihtir.

1) The Trashmen – Surfing Bird (Garrett, 1963)
Dönem itibariyle garage türünün belki de gelmek isteyebileceği son nokta: Yüzlerce insanın duman altı bir kulüpte aynı anda aynı hareketleri yaptığı anlaşılsın diye sesi sonuna kadar açan kulüp sahipleri, eğlence sektöründe bu denli paralara ulaşacaklarını bilebilirler miydi? Bitmeyen, kendini tekrarlayan, dinledikçe dinlenesi artan ve tarifi zor metalik ve yırtık sesin davetkâr saçmalığı: Surfing Bird, listenin bir numarası!