21 Temmuz 2010 Çarşamba

All About The GO-GO

Uzun ve ince sigarasından bir nefes daha alan kızın annesi, son yarım saattir ısrarla dik durmadığını, bileklerini ve ayaklarını yanlış kullandığını ve bir türlü konsantre olamadığını söyleyip duruyordu. Sahneye yansıyan spot ışıkları, havada asılı kalan sigara dumanları, tekrar edilen hareketler, geçişler ve bir kız vücudunun erken tanışmak zorunda kaldığı “kadınlığa geçiş töreni”! Dekor ve sahne giysilerinin altında, kusursuz koreografiye ulaşabilmek için harcanılan sabrın taşması muhtemel bir olaydır. Sekiz yaşındasınız, size dik dik bakan hocaların ne demeye çalıştığını anlamadan, sadece denileni en iyi şekilde yapıp bu iğrenç salondan kurtulmak istiyorsunuz.

Başka bir köşede on üç yaşında bir kız regl oluyor ve bunu annesine söylüyor. İcap gereği bir güzel tokat yiyor ve onu izleyen dört saatte bale dersine gidip, ayak bileklerinin üzerinde kusursuz duruşu sergileyebilmek için bin ton laf yiyor. Burada neden bulunduğunu ve küçüklüğünden beri aldığı bale derslerinin onu nereye götüreceğinden bihaber, ses seda çıkarmadan, aristokrat bir İngiliz ailesinin önceden dayatılmış hayatına uzaktan bakma cesaretinde bile bulunamıyor.

Diz boyu etek, koltukaltına sıkıştırılan kitaplar, özenle taranmış saçlar: Elvis Presley’i gizlice dinlemek hikâyenin sadece bir ayrıntısı olarak kalabilir miydi? Viktoryan dönemini çok da aratmayan etik ve ahlaki kuralların yoğun bir şekilde aile hiyerarşisinde etkin olması, anne-kız ilişkilerinin belirli törencikler ve prosedürler doğrultusunda şekillenmesi ve üstelik bir “kız çocuğu” olmanın neden olduğu kısır bir gelecek masalında yaşanan döngüde, herkes Alice gibi şanslı olamamıştır. Takip edilecek bir tavşan veya düşülecek bir çukur henüz bu hikâyenin bir kahramanı değildi. Yapılması gereken, masalların aksine, sert, ikna edici ve gerçek olmalıydı.

Çocukluğu ve ilk ergenliği boyunca ailesinden dayatılan ve genellikle dış dünyaya kapalı bir akademik hayatın öğrettiği ahlaki değerler kısırlığından, kaybedilen bireysellik ve güven duygusunu harekete geçiren tek ve yegâne dürtü, tıpkı birer gölge gibi gelişen bir alt kültürün şeytani çağrısıydı. Bu genç kızlar gece yarısından biraz sonra evlerinden kaçıp New York’a, San Francisco’ya gelip bir şekilde para kazanmaya çalışarak hayatlarına belirli bir destek olmadan başlamışlardır.

Aslında bu bilinen bir senaryonun sadece değişik bir versiyonudur. Hikâyenin tuhaf yeri, sittin sene katı ahlak kurallarıyla büyümüş kız çocuklarına, evden kaçıp bilinmeyen, büyük bir şehre kaçma cesaretini veren dürtünün ne olduğudur.

Makalenin çıkış yolu, çocuklukta karşı karşıya gelinen yoğun “akademik ve ulusal kimlik” bir disiplin çerçevesi altında öğretilen dans (bale) kültürünün ve katı tabularla şekillenmiş ailevi-arkadaşlık ilişkilerinin ve tabii ki bütün herkesin biyografisini etkileyen (kötü?) deneyimlerin, 60’ başlarındaki alt kültürle çatışması durumuydu: “Anne, bir süreliğine yokum” diye bırakılan bir notun karşılığında, anne bas bas bağırarak kızlarının Bettie Page gibi pornografik bir pin-up kızı olacağından yakınacaktır.

Henüz on yedisine yeni basmış kız, geldiği günün akşamında bir GO-GO kulübüne gider ve hayatı değişir. Belki de birçok kişinin aksine, spot ışıklarıyla donatılmış sahneye değil, kulübün tavanına asılı duran kafesleri görecek, daha önce hiç görmediği bu dansı keşfedecek ve kendisini o kafeslerin içinde dans ederken hayal edecekti. Henüz ilk anından itibaren, hayatı boyunca sınır tanınmış vücudunu unutup, kafesin içinde “istediği gibi hareket eden ve belirli bir matematiği olmayan bu dansın” bir parçası haline gelmek isteyecektir. Özgürlüğün ve muhalefetin manifestosu olarak gördüğüm GO-GO dansının genellikle kafesin içinde yapılması, “BANA DOKUNMA VE SEYRET” düşüncesinin altında yatan erotizmi ve Bettie Page imajını silip, yerine The Sonics, The Beach Boys, The Sir Douglas Quintet, The Turtles ve The Human Beings gibi grupların müziği eşliğinde bir nevi “dekorasyon ve koreograf” niteliği yaratarak ciddi para kazanmalarına olanak sağlamıştır. Los Angeles’ta bulunan “Whisky a Go-Go” ve San Francisco’nun en meşhur kulübü “The Matrix”, GO-GO dansçılarına Jefferson Airplane, Jimi Hendrix, 13th Floor Elevators, The Doors ve The Mamas and The Papas gibi gruplarla beraber canlı performanslara çıkmalarına izin vererek, bu alt kültürü gelişmesinde ciddi katkılarda bulunmuştur.

Eh, ertesi sabah annesi gazetesini açtığı zaman, kızını Jimi Hendrix’in yanında bulunan kafesin içinde görecek ve kocasına saldıracaktı: “Hepsi o senin iğrenç kuralların yüzünden!” “Gördün mü?! Gitarını yakan bir adamın yanında çırpınıyor!”

Ama hikâyenin bu kısmı sadece bir ayrıntı. GO-GO dansçılarında fark edilen, tıpkı yüksek voltajda çırpınan ve vücudunun bütün yerlerini istediği gibi kullanarak dans eden bu kızlar, gözümde daima biraz korkutucu gelmiştir. Basının 60’ ortalarında artık yavaş yavaş duyurduğu ve alt kültürün Amerika’ya sunup reddedilmesi olanaksız bir hal alan ahlaki değerlerin değişmesi, ARTIK BÖYLE ve BİZ BÖYLE YETİŞMEDİK başlıkları altında yatan hikâyeleri gün ışığına çıkarmıştır. Belki de bu yüzden, bir yanım, daima GO-GO kızlarının bu eğlence sektörü altında yatan “aileye, ahlaki değerlere ve en basit ifadeyle, hayata karşı bir isyankârlık” duyduklarını düşünmüşümdür. Genel çerçeve toplumların da bu uyanışlarda bulunduğunu kanıtlar ama GO-GO kızları, bu değişimin en somut ve etkin kanıtıdır. Fark edilmemeleri olanaksızdı.



60’ların en unutulmaz GO-GO dansçısı olan ve bugün Amerika’da obezite sorununa karşı geniş çapta mücadele eden Lada Edmund Jr., bu alt kültürün yarattığı dansın simgesidir. The Sonics’in “Psycho a Go-Go” parçasının klibinde bir kafesin içinde dans eder ve bir adam önce engellemeye çalışsa da, Lada dans etmeye devam eder ve bir süre sonra adam da ona katılır. Klip çok tutulur, tıpkı 50’lerde Elvis Presley’i izlemek gibi, “çocuklara göre değil” eleştirisini alır ve klip istediğine ulaşmış olur.

Çukur bir kere görüldüğü zaman, tavşanı hemencecik unutan bir kuşağı, çok sonraları, bambaşka yerlerde, bambaşka bir şekilde görmek, makaleyi bitirmem için yeter de artar bir nedendir.

18 Temmuz 2010 Pazar

Adab-ı Muaşeret / LSD / Türkiye

Türkiye’nin modernleşme adına uyguladığı “gelişme sürecini” oldu olası bir winrar dosyasına sıkıştırılmış bir sürü Batı öğelerin, aynı anda ve teker teker bilgisayara aktarılmasına benzetmişimdir. Geç gelen bir Cumhuriyet’in karakterleri ikna edici, dikkat çekici ve renkli olmalıydı. Her şeyden önce, kaybedilecek zaman yoktu ve bilinmeyen bir kapının ardında yatan bir dünyayla hesaplaşma söz konusuydu. Keyif, bu hikâyenin bir kahramanı değildi ve Türkiye, bir daha geri dönemeyeceği bir çukurun içinde tam hız düşerek, olup bitenleri anlamakla meşgul olacaktı. Eğer bilinmeyen bir dünyada dolaşacaksanız, pusulanız Batı’yı gösterecek, dudaklarını köhne bir İstanbul evinin altında feracesini kaldırarak gösteren kadını reddedecek ve güneşten utanmayan bir kadının elini tutarak kendinizi bambaşka bir yerde bulacaktınız.

Bekâretini “Today” parçasını acoustic gitarla söyleyen yufka yürekli ve aptal bir çocuğa veren kızın hikâyesinde ne kadar LSD vardı? Mide bulantısı, baş dönmesi, düzensiz solunum, lambaya püf de, yüksek orgazm, nabız yükselmesi, milyonda 250 “nispetinde” gram kesri kadar şaşkınlık, 1966 ve İstanbul.

Elime nasıl geçtiğini hatırlamıyorum, Hayat dergisinin 1966 senesinde çıkardığı yirmi dördüncü sayısında bir “dosya konusu” olarak seçilen LSD meselesine yer verilmiş. Makalenin içeriği, tabii ki LSD hakkında bilgi veren ve Amerika’dan Avrupa’ya sıçrayan maddenin ne tür etkilere sahip olmasıyla ilgili. Ama sanırım bir komedi filmini gerçekten takdir ettiğim bir sorumlulukla durumu trajikomediye çeviren yazının başlık kısmı, gerçekten ağır bir teoriyle başlar ve şöyle der: LSD’nin tesiri altına girenler, her yöne sevk edilebilirler. Bu yüzden şimdi Kızıl Çin’in, Rusya’nın ve Amerika Birleşik Devletleri’nin gittikçe artan LSD stokları yaparak muhtemel bir kimya savaşı için hazırlandıkları hakkında dedikodular almış yürümüştür. Okuyucuyu en derinden BENİ OKUMAYA DEVAM ET uyarısından sonra şöyle devam eder: Bu ilaç öylesine kuvvetlidir ki, yarım litresi bir şehrin su şebekesi vasıtasıyla musluklarından akan sulara karıştırılsa, sekiz milyonluk bir şehir nüfusu on iki saat müddetle tamamıyla kendinden geçer ve her türlü kontrolden çıkar! Ve belki de Hayat dergisi yazarlarının böyle fantezilere girişmesi, Cüneyt Arkın’ın Dünya’yı Kurtaran Adam filminin neden başarısız ama aynı zamanda kült olduğunu açıklar. Mükemmel.

Ama mesele gerçekten LSD mi, yoksa bu girdabın bizleri nereye götürmesiyle mi? “Yahu, düz sokakta yürürken içine düştüğüm çukurun sonu nerededir?” deme cesaretini gösteren ve onun ötesinde Hayat dergisinde bir türlü karar verilemeyen, incecik bir çizgiyle ayrılan üst-orta-alt sınıfını ortak bir paydada buluşturma yalanından sıkılanların, fark etmeden ellerinde dergiyi tutmaları neyin cevabı olabilirdi ki?
Fantezinin devam etmesi gerekiyordu; Gülhane’den bir gölge gibi gelen ve bir suça ortaklık yapmadan yerinde duramayan eski muhtarın, Tophane Çeşmesi’nin altında 150 gram nesrinde LSD verdiğini hesaba katan Hayat dergisi yazarları, bu sirki şöyle açıklayacaktı: Çevrelerinde dünya tamamen şekil değişmiştir. İnsanlar, modern bazı ressamların tablolarındaki tiplere benzemeye başlamıştır. Mor suratlılar, patlıcan burunlular, kocaman ayaklılar, gergedan dişliler ve daha neler, neler! Ve belki de ilerleyen sekiz saat boyunca, muhtarın Tomtom Kaptan sokağından Yeni Çarşı caddesine çıktığını ve hiç tahmin etmediği İstiklal Cadde’sinde gördüğü bu mor suratlı yaratıkların neden İstanbul’da bulunduğunu ve belki de bu yüzden işini bıraktığını düşünmüştür. Hemen başka bir köşede, “Allah’ın kulunu” hangi cesaretle çizdiğinin hesabını veremeyen ve son çare, gece yarısı bir treniyle İstanbul’a kaçan genç ressamlar, sabah aldıkları Hayat dergisinin satırlarında şunları okuyacaktı: Birçok ressama artık “LSD ressamı” demek kabildir. Çünkü meczupların gördükleri kâbuslar, soyut resimlerdir: Çizgiler, levhalar, çemberler, noktalar, cenine benzer şekiller, mor, pembe, koyu mavi ve açık yeşil renklerle birbirlerine girmişlerdir.


66’da Hürriyet Gazetesi’nin Altın Mikrofon yarışmasında umduğunu bulamayan Erkin Koray’ın sorusu ne olmalıydı acaba? “Hayat diyorduk,” denilecekti kuşkulu bir şekilde, “Sanırım yanlış yerde aradık onu,” sonuyla kapatılan ve aslında kafalarımızı birazcık olsun tozlu raflara soktuğumuzda ve unutulmuş, değerli ve sonsuz bir hazineyle karşılaşma oranımız bir hayli yüksek olduğumuzu anladığımız zaman, belki de bir gün uzun cümleler kurmak yerine, derdimizi kelimelerle anlatabileceğiz.

Sabah okula giderken eteğini düzelten Robert Kolejli kızının, aynı günün akşamında Nişantaşı’nda düzenlenen “ev partisinde” Donovan dinleyerek ailesinin hiyerarşisinden sıkıldığını itiraf edebilecek miydi? Henüz yeni yeni karma bir lise haline gelen bu kafa karışıklığının patlama noktası ne zaman, nerede, hangi koşullar altında ve en önemlisi, hangi parçada başlayacaktı? Ama bir gerçek vardı ki, o gece annesi evinde kart açarak beklediği kızıyla sabah karşılaşacaktı ve onu artık tanıyamadığını, zaten babasının artık eve gelmediğini ve hayatın bu kadar kolay olamayacağını bas bas bağırarak bir güzel tokat atacaktı.

Çıldırtan ilaç.
Çıldıran anne.
Çıldıran Türkiye.

Kim ne derse desin, LSD’nin mor rüyalar ülkesi, delilikle adeta sarmaş dolaştır ve asıl tehlike de budur zaten!

Tamam o zaman. Seni seviyorum Hayat.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Sly and The Family Stone – Larry Graham Central Station

Yedi kişilik bir “ailenin” 66’ yazında başlattığı ve çoğu kıstasın “Black music before Sly Stone and black music after Sly Stone!” dediği bir ilhamın kapısı, sanırım sonuna kadar açılmıştır ve şanslı olanlar bu kapıdan girip, uzun bir süreliğine çıkmamak üzere içeride takılacaktır. Afro Amerikan müziğinin sevgilisi, funk / soul / psychedelic türlerine henüz en başından yakınlık duyan ve onlarsız sahneye çıkmayı reddeden bir üretkenliğin en eğlenceli hikâyesi… San Francisco’da üç kardeş Sly Stone, Freddie Stone ve Rose Stone tarafından bir araya getirilen ve zamanla onlara katılacak olan Gregg Errico, Cynthia Robinson, Jerry Martini ve Larry Graham’ın Sly and The Family Stone çatısı altında sürdürdükleri kariyerin kırılma noktası, 68’de çıkarılan ikinci albüm “Dance To The Music” ile başlar. Denildiği gibi, albümün açılış parçası “Dance To The Music”, belki de Dyke and The Blazers’dan sonra siyah müziğin dünyada beyazlarla aynı hizada olduğunu (ayıp olmasın diye daha bile üstte olduğunu bir türlü yazmayı beceremeyen Rolling Stone yazarlarını kenara atalım) kanıtlar. Bunun belki de en etkin nedeni, sözler ile müziğin hızlı ve kompleksiz olmasından kaynaklanıyor. Parçanın henüz başından itibaren, tiz bir çığlıkla açılan davetin devamı pek de değişik bir versiyonla devam etmez: Şarkı boyunca dinleyiciyi “sıcak” ve “kontak” halinde tutmayı başarır ve çoğu siyah grubun yaptığı hatayı yapmaz; ortada politik bir mesele vardır ama bunu dile getirmek yerine, sadece insanları eğlendirmek ve dans etmek, bir yerde, yapılacak en doğru, yerinde ve güzel aktivitedir.

1968’de üçüncü albüm “Life” gene ses getirir ve Sly and The Family Stone, kısa sürede, siyah ve beyaz müziğin entegre olabileceği bir uyum ve kombinasyon meselesine dönüşür. Komik olan, basının sık sık bu “aileyi” gazetelerde politik ve güncel olayların paraleline sıkıştırmalarıdır ama olayın diğer tarafında, Sly Stone ve Larry Graham başta olmak üzere, bütün bu cereyanın bir parçası olmak istemez ve gene bildiklerini yapmaya devam ederler: Sahneye çıkmak ve milleti eğlendirmek. Bir sene sonra, 1969’da çıkardıkları dördüncü albüm “Stand!” ve çıkış parçası olarak seçtikleri “I Want To Take You Higher” ve “Everyday People”, Billboard 200 listesine girmeyi başarır ve kısa bir süre sonra Woodstock Festival’ine çağrılırlar.

Bu hikâyeyi hepimiz önceden duyduk: Klasik bir başarı hikâyesi, fakat her şey göründüğü gibi gelişmedi. 70’lere girilmesiyle beraber, hippie counterculture anlayışının tamamen şekil değiştirmesi ve disco kültürünün David Bowie gibi bir müzisyenle birden bire tekrardan “beyazlar ve siyahlar” olarak bir ayrıma uğraması, sahne performansı açısından çok uğraşılsa da, aynı havayı estirtmediği görülür ve grup 75’ ortalarında dağılır. Bu noktada devreye Sly and The Family Stone’un basçısı Larry Graham girer ve New York’un ana tren duraklarından birinden aldığı isimle Larry Graham Central Station grubunu kurar.

2 Temmuz 2010, İKSV’nin Şişhane’deki yeni binasında izlemeye şans bulduğumuz Larry Graham Central Station konserinin bu anlamda önemi çok büyüktü. Hem Woodstock Festival’inde çalmış bir müzisyeni en önden izlemek ve daha önemlisi, eski günleri aratmayan hızlı performansıyla bir an olsun bile seyirciyi dinlendirmeyen enerjik havası dillere destandı. Bass gitarıyla uyguladığı “slap” tekniğine şahit olmak ve Sly and The Family Stone’un en favori parçalarını seyirciye “Hangisini istersiniz?” demesi, geceye kattığı güzelliklerden sadece bir tanesiydi.

Ve işin matrak tarafı, yaşları kaç olursa olsun, SATFS’un tıpkı 60’ sonlarında yaptığı gibi, sahneye backstage’den değil, salonun kapısından beş kişilik tayfasıyla girmeleri seyirciyi daha da heyecanlandırdı. Larry Graham Central Station ayakta alkışlanacak bir performans sundu ve unutulmaz bir geceydi.

Konseri izlemeye gelen seyircilerin dans etmekle alakası olmaması, Larry Graham’ın bunu fark edip elinden geleni yapması (sahneden inip seyircilerin arasında çaldı, parçalara dinleyiciyi de katmaya çalışması sanki dört yaşında bir çocuğa yüzmeyi öğretmek gibiydi) ve komik derecede az insanın gelmesi bambaşka bir mesele.

Teşekkürler Larry!













1 Temmuz 2010 Perşembe

Kutulardan Çıkan Acıklı Gerçek: Parça Nasıl Kurtarılır?

Eğer ne Beatles’in “I Want To Hold Your Hand” parçasını dinleyip hayatın naif bir tarafın mümkün olduğunu düşünecek kadar, ne de Warren Zevon’ın “My Shit’s Fucked Up” parçası kadar zalim bir tarafa yönelmediyseniz, muhtemelen gecenizi kurtarmışsınızdır. Küçücük odanıza sığdırdığınız acıklı hayatın ne denli korkutucu güzellikte olduğunu da, sanırım sabaha karşı, yarım şişe öksürük şurubunu kafaya dikip en sertinden iki bardak kahve ve repeate koyulmuş bir Kinks parçasını yaklaşık iki saattir yüzünüzü kapatan kocaman kulaklıklardan son ses dinlerken fark ediyorsunuz. Parmaklarınız durmaksızın bir şeyler yazıyor. Harfler anlamsızlaşıyor, kelimeler dinlediğiniz parçaya karşı garezini yükselterek artık DUR diyor. Ve ertesi sabah kendinizi üç gündür giydiğiniz kot pantolon, tekini bulamadığınız ve bu yüzden sadece bir ayağınızda duran çorap, repeate koyduğunuz parça ve ağzınızdan damlayan salyayla bulduğunuzda, belki de hayatınızın başarısız bir Donald Duck hikâyesi gibi, aynı sakarlık ve şansızlıklarla süreceğine bir adım daha ikna oluyorsunuz.

Sanırım bütün bu laf kalabalığın altında yatan asıl neden, zamanla dinlediğimiz parçaların hayatımızla kurduğu esrarengiz simetriden kaynaklanıyor. “Günü Kurtaracak Top 10” veya “Top 20 Ayrılık Parçaları” gibisinden sarhoş bir halde yapılan listelerden bahsetmiyorum. Tıpkı sadece giriş kısmını sevdiğiniz bir parçayı şarkının ortasında değiştirmeniz gibi, zamanla hayatınızın bu küçük “girişlerle” sürdürebilme fikrinin kabardığı o huzurlu “sıçtın mavisi” dakikalarında rastlayabileceğiniz ve Space Oddysey: 2001 filmini izleyebilecek kadar sabırlı ve “iyi” bir halde olduğunuz zamandan bahsediyorum. Ama hemen heveslenip sevinmeyin, tozlu plaklar size gene aynı acı şakayı yapacaktır: Zira bir zamanlar salya akıtarak dinlediğiniz parçaların çoktan şekil şemalarını değiştirerek sizi tanımadığına – veya tanısa bile eskisi gibi bakmadığına – şahit olmak, belki de beni bu yazıya teşvik etti ve sanırım bu yüzden makale şimdiden bir Sex Pistols parçası gibi sabırsız bir çocuğa benzedi.

Plaklarınızı veya favori parçalarınızı nasıl dizerseniz dizin – alfabetik, dönemsel, türsel, konser kaydı – kutulardan ve bilgisayardan ortaya çıkan küçük cinlerin kıs kıs güldüğüne şahit olmak, hoşlandığınız bir kızı öpecekken kendinizi alıkoyamayıp memesini ellemeye çalışarak geceyi berbat etmek gibi bir şeydir. Çünkü “romantik ve anlamlı” adı altında çıkmak istediğiniz yolculukta, yanınıza aldığınız arkadaşın “bir zamanlar dinlediğiniz parçalar” olması, bir kitabın aksine, hayatınızın en berbat arkadaşı olabilir. Eh, şöyle bir düşündüğümde, zamanında dinlediğim parçalara pek de iyi davrandığımı söyleyemem. Bu bir intikam meselesi miydi?

Önceden hiç dinlemediğiniz ve uzun zamandır çevrenizden duyduğunuz bir grubu bilerek ve durumu kendi çapınızda daha da anlamlaştırarak uzattığınız sürenin kırılma noktası, eski kutulardan çıkan parçaların sizde bıraktığı hayal kırıklığında gerçekleşmesi, acaba tıpkı parçalara davrandığınız gibi, aslında kendinize de kötü davrandığınızı mı gösterir? Çok değil, birkaç dakikalık kararsızlıktan sonra önerilen grupları dinledikten ve karşılaştığınız ikinci hayal kırıklığından sonra, sorunun gerçekten dönemsel mi yoksa türsel mi olduğunu değil, sanki çok önceden hazırlanmış başarılı bir şakanın dramatik simetrisinde yattığını ve bir şekilde, varlığınız ve geçmişinizle, aslında dinlediğiniz parçaları birer birer ve yavaş yavaş öldürmenizle ilgili olduğunu anlayabiliyorsunuz (sarhoşken kırdığınız bir potu ertesi sabah fark etmeniz gibi bir şey). Bunun bir Pink Floyd veya Genesis ortamına tekabül etmesi, bahsettiğim durumu sadece daha kötüye – ve sanırım olabilecek en kötü duruma – getirmektedir.

Belki de biraz bu yüzünden, insanlar favori parçalarını pratik hayatlarının içerisinde dinlerken, herhangi bir eleştiri üzerine genellikle alıngan davranır. Parça, bireyle özel ve mahrem bir ilişki kurmuştur bile, başkalarından duyulan her şeyin cevabı yetersiz ve anlamsız kalacaktır. Parçayla kurduğunuz ilk ilişkiyi özleyecek, bunun sorumlusunu saçma sapan yerlerde arayacak (müzik endüstrisi, dergilerin yetersizliği, insanların aceleciliği, türün belirsizliği, yaş büyüdü abi!) ) ve belki de en iyi ihtimal, parçayı gene dinleyecek, gene dinleyecek ve masanızın başında uyuyakalacaksınız. Bencil olmanın zamanı gelmiştir ve kafanızdaki cinler size şöyle öneriler sunacaktır:

1)Sevdiğiniz parçaları asla kız / erkek arkadaşlarınızla paylaşmayın. Evet, sevilen ortak bir şarkının karşılıklı olarak ( evet, aynı duyguyu ben de yaşadım, off aynı şeyi düşünüyordum? ) paylaşılması fikri güzel bir şeydir. Kötü olan, bir gün ayrıldığınız arkadaşınızdan geriye kalan en sinir bozucu şakanın, bir zamanlar sevişirken dinlediğiniz parçadan gelmesidir. Parçanın onunla tanışmasından önce ve sonra arasındaki farklılığın değişimi, belki parçalarla kurulan simetrinin bir parçasıdır ve böyle olması da gerekir. Ama düşünün ki delinin teki, bir koşucuya silah patlamadan bir saniye önce “Dünya rekoru mu, birincilik mi?” dese, o fark etmese bile, dünya rekorunun hayalini kuracaktır. Çünkü birincilik, oralarda bilinen bir hikâyedir. Bilinmeyen, rekorun arkasında yatan mahrem motivasyonun zorlu ve özel ilişkisidir.

2)Mümkünse sevdiğiniz parçaları telefon zili / alarmı gibi şeyler için kullanmayın. Bir sene boyunca aynı şarkıyla uyanmanın ve telefonlara cevap vermenin bedeli, bir gece parçayı gerçekten dinlerken ona karşı takındığınız “Seni artık tanıyamıyorum!” gibi bir eleştiri yapmanızdır.

3)Parçayı hiçbir zaman single olarak düşünmeyin. Albümüne göre dinlemek daha çok keyif verir ve grubu daha iyi anlarız.

4)Akşam gittiğiniz bir kulüpte DJ’den asla istek parçasında bulunmayın. Kafasına vurunca sallanan Elvis Presley oyuncağı gibi, onaylayan bir hareketle isteğinizi anlamış gibi yapar. Kafanızda kurguladığınız ortamın gerçekte bir hayal kırıklığına uğraması şaşırtıcı bir şey değildir ( bir kitapta kurduğunuz hayallerin, aynı kitabın filminde görememeniz gibi; senaryo aynı, diyaloglar aynı – ama aynı şeyleri göremiyorsunuz ) Bırakın sevdiğiniz parçalar evinizde çalsın.

5)Bir parça hakkında yapılan bütün dedikodulara inanın.

6)Parça artık size bir anlam ifade etmiyorsa, parçanın canlı kaydını dinleyin.

Listenin ne kadar doğru olduğuna dair halen şüphem var ve olmaya da devam edecektir. Daha ötesinde, beni daha çok rahatsız eden durum, değindiğim gibi, sevdiğimiz parçaların dışarıdaki hayatla olabildiğince ilişkisini en aza getirme durumudur. Arz edilen / yaşanan ilişkisi tehlikelidir: Aşırı ve yoğun bir sevginin altında faşistçe ve bencilce yaşanan bir durum vardır.

Bu yazı böyle bitmemeliydi. Ama bitti.