28 Mayıs 2010 Cuma

Bringing It All Back Home



Bir kuşağı “yanlışlıkla” uykusundan uyandırmanın bedeli iki taraflı ilerliyordu: Bir kısım, enselerini kaşıyarak bu veletten bir an önce kurtulmanın planlarını yaparken, öteki bir kısım kendisini tanrılaştırarak her konuda bir açıklama bekliyordu. 64’te Woodstock’a gidip deyim yerindeyse biraz “kafa dinlemek” isteyen Dylan, bir yandan da beşinci stüdyo albümünü hazırlamak niyetine eve kapanır. Sadece üç sene içinde beş albüm çıkarmak, insanların alışık olmadığı bir nosyonda sözler yazmak ve basın mensuplarına “Peki siz ne düşünüyorsunuz?” deyip müzisyenlerin aslında o kadar da tanrısallaştırılmaması gerektiğini söyleten Dylan, hala genç biri olarak büyük bir şehirle çatışmanın sıkıntısını çeker.

Durumu her ne kadar mizahileştirsek bile, 1965 senesi Bob Dylan için belki de en zor senelerin başlangıcıdır. Biberin acısını ağzında hissetmeyen, tavada sonuna kadar getirdiği ateşle milyonlarca karıncayı kızartan ve arkasına aldığı şehirle dalga geçmeye başlayan Bob Dylan, müzik kariyerindeki en etkin kırılmanın eşiğindedir. Değindiğimiz gibi, folk müzikle açılan bir anlayışın kapısı, yerini kısa zamanda büyük beklentilere bırakmıştır. Gündeme düşen haberlere bir şekilde Dylan’ın ucundan eklenmesi, “zamanında” etmiş olduğu bir açıklamayı aylar sonra başka bir habere nakledilmesi ve basının kafasında kurmuş olduğu bambaşka bir “Bob Dylan kimliği” yaratılmak istenmesi, belki de meselenin Dylan değil, daha başka bir yerlerde, bir müzisyenin başlattığı akımla mücadele etmesidir.

Makale şimdiden karışık bir hal aldı ve çıkış yolunu bulamıyor olmam da şaşırtmadı. Çünkü Bob Dylan’ı yazacaksanız, belirli bir noktadan sonra müzik kariyerindeki gidişatının nedenlerini bulamayız, neden ve niçin soruları kendini başka bir renge bırakacaktır ve diyebileceğimiz tek şey onun böyle istemiş olmasıdır.

25 Temmuz, 1965 Newport Folk Festival. Sahneye Paul Butterfield Blues Band ile çıkması ilk dakikada tepki çeker ve kimse buna bir anlam veremez. Küçük uğutular başlar. Dylan seyirciye göz ucuyla bakar, hiç bekletmeden konserine başlar ve sadece birkaç dakika sonra seyirciden yüksek ıslıklamalar ve yuhalamalar yükselir. Bob Dylan, kendisini dünyaya tanıttığı folk müzikten vazgeçmiş ve elektrogitara yönelerek müzik dünyasında bir ilke imza atmıştır. Ama bu sadece 2010 yılında yaşayan ve Bob Dylan dinleyen genç bir çocuğun yazdıklarıdır. Kendisini bir tür “aldatılmış, yarı yolda bırakılmış” hisseden koca bir kitlenin o zamanlar ve belki de o anda ne hissettiğine dair sadece fikir yürütebiliriz.

Bu fikirlerin başında Dylan’ın folk kesimini bir anlamda temsil etmesiydi. Bu fikir ne kadar doğru bilinmez; 60’ başlarında etkin olan tarım hayatının “özel hayatı” konuşulmaya başlansa da, Bob Dylan sadece binlerce müzisyenden bir tanesiydi ama sözler ağızdan çıkmıştı bir kere. Omzuna yüklendiği sorumluluklar daha başından kaşındırmıştı ensesini, seneler geçtikçe bu kaşıntı dayanılmaz bir hale gelmiş, bütün bu duygusallığın ve “dünyayı daha iyi bir yere getirme” saçmalığından bunalarak elektrogitarların yüzdüğü tehlikeli denize uzun bir yamaçtan atlayarak alnına koca bir JUDAS lakabı taktırmıştır.

İnsanlar sizi nasıl tanıdıysa öyle tanımaya devam etmek istemeleri belki de müzik yazarlarının ağzında sakız olmuş en bilindik tespitidir. Ve bir anlamda, doğrudur. Bir müzisyene karşı beslediğiniz yoğun tutku ve bağımlılığın altında koca bir faşizm yatar, aşk-nefret ilişkisinin belki de en gözle görülür halidir. Pratik hayata indirgenmiş küresel ve özel durumlar karşısında kitlelerin korkutucu bir bağımlılık sergilediklerini, sıvazlanan sırtlardan sonra kapı aralarında düşen maskelerin hiç de “sevimli” gözükmediklerini, seslendiğiniz kesimden aldığınız motivasyonun bir gün konserinizde “hain” diye bağırması karşısında yapabileceğiniz pek de bir şey yoktur. Sahneye çıkıp sabırla çalmaya devam edecek ve bir gün o kitlenin sizi bu şekilde kabul edeceğini umarak hayatın güzel bir yere doğru gittiğini söylemeye devam edeceksiniz.

Bu inandırıcı bir şey mi? Rock dedikleri şey böyle bir şey mi?

Kimse kimseyi kandırmasın, Bob Dylan hiçbir zaman dünyayı daha iyi bir yere getirme gibi bir amaç edinmemiştir, iyi ki de edinmemiş. Buna inanmadığı gibi, bir tür vakit kaybı olduğunu da belirterek kendisinin tıpkı toplumlar gibi değişim halinde olduğunu, insanların böyle bir şeye soyunacağına kendilerini soyup sevişmelerini önermiştir. Geleneksel kesimle “modern” kesimin çatışması ağır bir hale gelmiştir: Kariyerinin başında bir taşla iki kuş vurarak bunun en lezzetli meyvelerini yemiş olan Dylan, artık çeşitli kuşak, kimlik ve dillerin nasıl bir Bob Dylan seyredeceğine karar vermek zorundadır.

Albümün birinci kısmı, ilk parçası “Subterranean Homesick Blues” belki de sirkin “artık böyle” devam edeceğini söyleyen, ilk şarkılarına nazaran daha kısa süren ve söyleyeceği bir sürü şey olan ama her zamanki gibi, herkesin bir şekilde insanları dinlemekten önce yapacakları daha önemli işleri olduğu için, hepimizin bu girdapta acele etmemiz gerektiğini vurgular. Klipinde bunu daha iyi anlarız: Şarkıda söylenecek kelimeleri kartonlara yazdıran Dylan, “söyle, yere at ve devam et” idealini olabildiğince en açık şekilde belirtmeye çalışmış ve bir anlamda ellilerin Beat kuşağına gönderme yaparak bunun ancak evden uzakta, bilinmeyen bir Amerika’nın karanlık tarafında, yolda olmakla ilgili olduğunu söylemiştir. İkameti arabada, ev olmayan her yer evdir.

Albümün üçüncü parçası “Maggie’s Farm”, yine geleneksel tarım hayatına elektrogitar unsurunu işin içine katarak kitlenin kafasını iyice karıştıran bir parçadır. Değindiğimiz gibi, modern ve geleneksel kesimin çatışmasıdır söz konusu.

Albümdeki favori parçam, altıncı şarkı “On The Road Again”, kuşkusuz 60’ ortalarında kabaran ve bir bir renk değiştiren tabuların yıkılmasına yönelik bir çığlığın en etkin parçasıdır. Dylan’ın sesini yüksekte tutması ve kelimeleri ona rağmen teker teker çıkarabilmesi büyük bir yeteneğin sadece bir tane göstergesidir.

Onuncu parça “It’s Allright Ma (I’m Only Bleeding)”, Bob Dylan’ın söz-müzik ilişkisi bağlamında kapasitesini zorlayan, ilk defa konserinde söyledikten sonra seyirciye yöneltilen sorularda cevap olarak “Kafamız karışık, eve gitmemiz lazım” dedirten ve bir daha kendisinden bu denli “yoğun” bir parça bulamadığımız şarkıdır. Arkanıza yaslanın, parçayı dinleyin.

Zor bir makalenin çıkış yolunu nerede bulalım? Acoustic gitar bizlerin bu albümü kınamadığımız sürece “hainliğe ortaklık yapacağımızı” söyleyecektir. Elektrogitar ise, belki de biraz yorgun bir halde, sadece bir sene sonra Jim Morrison’ın Whisky A Go-Go’da söylediği “The End” parçasını hatırlatarak işlerin biraz da böyle yürüdüğünü söyleyecektir.

23 Mayıs 2010 Pazar

The Times They Are A-Changin'



Her ne kadar içinizdeki çocuğa tutunsanız bile, karşınızdaki palyaçonun gülümsemesi yerini acıklı bir itirafa bırakacaktır. Olgunluğa giden yol zor ve çetrefillidir, yalnız ve heveslisiniz, şehre attığınız adımların gerisinde kalan hayallerin ne kadarı gerçekleşmiştir? Tanıştığınız insanlar, söylenen sözler, kurulan hayaller, uyku ile uyanıklık arasında yazılan sözler ve verilen tonlarca söz: Genç olmanın bedeli belki de bu kadar ağır olmamalıydı. The Times They Are a-Changin’, Bob Dylan’ın 63’ yazında kaydetmeye başladığı üçüncü albümdür ve tepedeki bulutlar daha şimdiden rengini değiştirmeye başlamıştır. Amerika ve hayat, evden uzak bir gencin tanımadığı insanlarla koyulduğu yollarla daha bir tuhaf ve karanlık bir yer almıştır. Genç yaşta edinilen farkındalıklar bir müzisyenin sadık dostu mu olacaktı, yoksa sonu nerede biteceği belli olmayan bir filmin kötü kahramanı mı?

Belki de bir müzisyenin ergenliğinden çıkıp olgunluğa ulaşması büyük bir yalandı. Bob Dylan biraz bunun sıkıntısını çekmiştir; genç yaşta üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirmekle başlayan sorun, ilerleyen senelerde haddini aşacaktır. Henüz yirmi iki yaşında biri olarak bilmediğiniz büyük bir kentte açlık, ırkçılık ve sosyal değişimin buyurduğu adaletsizlik üzerinde parçalar yazmak belki de sorun değildi; onun ötesinde, işleri zor yapan, performanslardan sonra yüzlerce muhabirin bu genç çocuğu anlama çabasıdır. Yöneltilen tonlarca soruya, duruşuna, saçına, sözlerine ve hayatına karşı daima net cevaplar veren, ama bir yandan da cevapların içinde beslediği muğlâk havayı koruyan edayla basına çıkan Dylan, belki de parçaları ile cevapları arasında bir tür “yaşam tarzı” sunmuştur 60’ kuşağına.

Albümün sözlerinde görülen “politik ayaklanma” bir kenara, basının ve dinleyicinin Bob Dylan’a karşı duyduğu merakı daha da kabartan durum, salt siyasal yapıyı eleştirmesi değil, işin içine bireylerin özel hayatlarını dâhil etmesi ve bir tür “hepimizin başına gelen olayları ele alarak” değerlendirmesiydi. Başka bir deyişle, dönemin siyasi teşekkülünü ulaşılamayan bir yerde tutarak eleştirmek dinleyici açısından sıkıcı bir durumdur, dinleyicinin politikaya karşı durduğu konum oldu olası kısır ve sınırlı kalmıştır. Belki de Dylan’ı diğer folk müzisyenlerinden ayıran en önemli unsur da burada başlamaktadır: Politikayı ilk defa pratik hayata indirgeyebilen, siyasal yapıyı soyut anlamından kurtararak bireyleri de sirkin içine dâhil edip “aslında politika dediğimiz şey çok da uzakta değil” dedirtmiştir. Ve bunun devamında karşımıza daha da ilginç bir tablo çıkar: Politika ve birey ilişkisini başlatan Dylan, bir anlamda 60’ kuşağının sağ elini havaya kaldırtmış, kâğıt üzerinde kalan farkındalığın pratik hayata geçmesine olanak sağlayarak “ayaklanma” dediğimiz inandırıcı icraatın sözcüsü olmuştur.

Ama istediği bu muydu? Herhangi bir sokaktan çevirdiğiniz vatandaştan çok mu farklı şeyler söylüyordu? Bizim bilmediğimiz bir şeyi mi biliyordu? Dylan’ın kısa zamanda korkutucu derecede gelişen kelime haznesinin hesaplaşmasıdır söz konusu; seçtiği kelimeleri cümlenin “ters” ve “alışılmadık” yerlerine oturtan ve aslında herkesin farkında olduğu olayları farklı bir biçimde anlatmasıyla başlayan bu tedirginlik, kısa zamanda yerini Bob Dylan’a karşı duyulan büyük bir tutku ve meraka bıraktı. İşler çığrından çıkmak üzereydi: Kelimelerin ve anlamların küçük dürtüsü bir kuşağı uykusundan “yanlışlıkla” uyandırmış, Amerikan Rüyasının beslendiği “uyumcu, idealist demokratikleşme” süreci renk değiştirmiştir. Artık sahnelerin ışığı uzun bir süre için sönmeyecek ve 60’ kuşağının manifestosuyla başlayan gösterinin en zorlu senelerine adım atılacaktır.

Bob Dylan, San Francisco 1965. Soruları anlamaya çalışırken.

Oturmamış bir kitle iletişim aracıyla uğraşmak yerine, sahneye çıkıp, kimseyle konuşma derdi olmadan yaşamak ne güzel olurdu. Bürokratlar, kongre üyeleri, bakanlar ve politikacılar üzerine aldıkları sorumluluğun mastürbasyonunu sonuna kadar çekebilirlerdi, ama Bob Dylan âşık bir genç çocuk olarak, müzisyenlerin basınla bazen “sakat” ilişkiler kurabileceklerini yeni yeni anlamaya başlamıştır. Albümün açılış parçası “The Times They Are a-Changing”, içine girilen bu rüyanın değişim halinde olduğunu söylemekten başka ne diyebilirdi ki?

İkinci parça “Ballad of Hollis Brown”, önceki albüm The Freewheelin’ kayıtlarında yazılmış bir parçadır. Blues türünün karanlık tarafıyla uğraşmayı seven Dylan, yazmış olduğu sözleriyle kamuoyu tarafından yakıştırılan “karanlık şarkı” dizisinin bir parçası gibidir.

Bir gencin sıkılmadan sorguladığı basit prosedürün içinde bulunan üçüncü parça “With God on Our Side” gene Amerika’nın iç savaşına işaret eder, mızıkası Dylan’ı doğrular ve emekli subayların aynı akşam bir barda tek başlarına içeceklerini fısıldar.

Dördüncü parça “One Too Many Mornings” albümün en kısa parçasıdır ve favorimdir. Acoustic gitarının tellerine “usulca” değmesi, nahoş, sarhoş, biraz da kırılgan bir sesle Suze Rotolo’ya söylediği parça ara sıra dinlenilmesi gerekir.

Bir müzisyenin çıktığı yolculuk tıpkı bir sirk gösterisi gibiyse, palyaçonun komik gösterisi artık başlayabilirdi. Ama duruşuna mı gülünmeliydi, yoksa sakarlığına mı, orasını hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

The Freewheelin' Bob Dylan



Cebinde taşıdığı ıslak tütünlerini son sarma sigarasına sararak şehre alaycı bir ifadeyle bakan genç çocuk, seneler sonra gene aynı tepeye çıktığında, belki uzun tırnaklarının arasından kayıp giden dumanlarını seyrederek Amerika’ya karşı olan inancını kaybedecek ve ardından karşısına çıkan ilk kahvede bir omlet yiyecek ve bir şiir daha yazacaktı. Açık kalan bir televizyonda karıncalanan görüntüyle uyanacak, yerlerde duran kâğıtların sırrını anlamaya çalışacak, kalkacak ve belki de günü kurtarmaya yönelik bir haberin gölgelerini defterinin arkasına sakladığı orospuların şuh kahkahasında bulmaya çalışacaktı. Dışarıdan gelen isyanların sesleri, üst komşuda gürültülü bir şekilde sevişen âşık iki çiftin nefesi ve henüz uykusundan uyanmış yaramaz bir kuşağın ilk kahramanı: Seks hiçbir zaman bu kadar anlamlı olmayacaktı, şarkılar, bir kalemin beyazlığından delirecek ve hepimiz gene bir adamı dinlemek için bu küçük mekânda toplanacaktık. Bu hikâye nereye gitmeliydi?

Şafak kırmızısını avucunun en utanmaz yerine saklayıp bindiği trenin özgürlüğüyle şehre göç eden milyonlarca gömenin ne denli korkutucu hikâyelere sahip olduğunu öğrenmeye başlayan bir kuşağın merakı ve heyecanı yaşanmaktadır. Bir müzisyen olarak değil, “anlatacağı bir şeyler olan” biri olarak kendini New York’ta bulan genç çocuğa sadece birkaç sene sonra sırtını dönecek bir kesimi anlamak için “güzel zamanları” yazamadan ilerleyemeyiz. Öznesinin önüne geçen sözleri belki de başarının ilk adımlarıydı, ama mesele başarı mıydı, yoksa Amerika’yla verilen bir hesaplaşma mı? Genç kuşak nasıl oldu da hiç ummadıkları insanların yanında kendini Bob Dylan dinlerken buldu?

Bir kuşağın sözcüsü olmanın altında yatan en basit açıklama Dylan’ın Amerika için oldu olası “gündelik, rastgele ve olağan” şeyler hakkında yazmasıydı. Sözlerindeki iğneleyici tavırlara ilk albümlerinde rastlamayız, vakit henüz sakindir, dinleyici nerede olursa olsun, bu genç çocuğun ne demeye çalıştığını anlama peşindedir. Bu merakla başlayan ilgi, seneler geçtikçe artan bir kartopu gibi kendini başka yerlere bırakacaktır.

Bob Dylan’ı tabii ki 60’ kuşağın kaçınılmaz modeline indirgemek yanlış olmaz. Ama daha ötesinde, kendisini herhangi bir “arketip” kalıbına sokmadan ve daha önemlisi onu “tanrısallaştırmadan” anlatmak daha yararlı olur. Zira Dylan bir müzisyen kimliği altında, adı henüz yeni yeni duyulmaya başladığında yapılması gereken bütün prosedürleri izlemiştir: Küçük kulüplerde çalmış, ilk albümünün adına kendi ismini koymuş, canlı performanslarından sonra yapılan bütün basın açıklamalarına itinayla katılmış ve sahneye çıkmadan önce ismini telaffuz ederek herkese iyi vakit geçirtebilmek için elinden geleni yapacağını belirtmiştir.

Aslında ellilerin 60’ başlarına yansıyan “müzisyen prosedürleri” ve geleneğe has “tanıtma biçimi” açısından Bob Dylan kimseden bir farkı olmayan, bir çiftçi ailesinden gelme normal bir Amerikan vatandaşıdır. Orta gelirli ailelerin daha da altında bulunan bir seviyenin hizasında ilerlemiştir kent hayatına; pek hırslı, becerikli ve yakışıklı bir genç müzisyenin geçmesi gereken yolları kısa sürede aşıp asıl gösterisine başlama derdindedir.

Bob Dylan bir halk sanatçısıdır. Country, folk ve gospel türlerini tıpkı diğer müzisyenler gibi aynı teknikle yorumlamıştır. Akla gelen soru, Dylan’ı diğerlerinde ayıran özelliğinin ne olduğudur: Belki de bizi bu günlerde heyecanlandıran olay müziği değil, sözleri olmasıdır. İlginçtir ki Bob Dylan Amerika’nın karşısına “fırtına öncesi sessizlik” dönemine tekabül eden bir zamanda çıkmıştır. Evet, insan hakları ve nükleer savaşı meselesine karşı durduğu muhalefet konumu ismiyle paralel bir düzende ilerlemiştir, ama ikinci albümü The Freewheelin’ Bob Dylan bizi hikâyenin başka bir tarafına götürmektedir: Bob Dylan henüz yirmi iki yaşındadır ve çok âşıktır.

1960’da New York’ta tanıştığı Suze Rotolo ile 62’de aynı eve taşınırlar. Yoğun bir ilişki yaşarlar, Rotolo, ailesinden gördüğü solcu tarafını Dylan’a açmakta sakınca görmez ve kısa sürede hayatının önemli bir parçası haline gelir. Yapmakta olduğu soyut tablolar ve güzelliği Dylan’ın müziğini etkiler, zira aynı sene İtalya’ya güzel sanatlar okumaya giden Rotolo’nun yokluğu Dylan’a ilham verir ve ikinci albüm “The Freewheelin’ Bob Dylan” bir eksikliğin ve özlemin cereyanında şekillenir.

Ama onun ötesinde, belki de bütün politikacıların başaramadığını başaran Bob Dylan, asıl öznelliğini halk ile kurduğu samimi köprüde bulmuştur. Country müzik gibi herkese hitap eden bir müzik türüne oturttuğu “çağdaş” sözleri kısa zamanda Amerika’da yankı bularak dikkatleri çekmeyi başarmıştır. Bir nevi bir taşla iki kuş vuran Dylan, hem tarım hayatıyla uğraşan ve düşük gelirli seviyenin hizasında yaşayan işçi kesimini folk ve country müzikle uyandırmış, hem de yazdığı sözlerle yaş, cinsiyet, ırk, dil ve din fark etmeksizin, “Amerika’da yaşayan herkesin başına gelen,” diye hitap ettiği “kimlik ayrışmasına” damardan bir orta parmak çıkartarak sahneye çıkmıştır. Bunun yanında, unutmayalım ki 60’ başlarında şekillenen müziğin geneli, country ve folk türüne paralel bir şekilde ilerlemiştir. Eğer amacınız halka bir şeyler anlatmaksa, bunu salt müzikle değil, müziği bir “araç” konumuna oturtmaktır. Çıkış yolum, Bob Dylan’ın sınır tanımaz bir kelime haznesiyle çimdiklediği Amerikan halkına hem farkındalık yaratmak, hem de adı üstünde, country müzikle ortak bir paydada birleştirmekti. Bütün bunları ele alarak, The Freewheelin’ Bob Dylan albümüne “geleneksel bir beste haznesine oturtulmuş çağdaş sözler dizimi” olarak bakabiliriz.

Albümün ilk kısmı, birinci parçası “Blowin’ in the Wind”, belki de uçamayan bir müzisyenin ilk defa yuvasından atlayarak piyasalara havadan girmenin ilk çırpınışlarıdır. Tırnakları uzun, ojesi kırmızı bir kadının inatla içine çektiği dumanı başka bir yöne kaydırmanın hikâyesi olabilir miydi? Ucu çizik bir plakın atlandığı kısım mıydı? Ya da ilk defa bir kızla birlikte olan genç askerin komutanına söylediği yalan hakkında mıydı? Bir kuşağın salya akıtarak sorduğu soruların cevabını vermeden ve parçanın içine girmeden, cevabın zaten havada uçuştuğunu yazmak belki de yeterli olur.

İkinci parça “Girl from the North Country”, klasik acoustic öğelerine sadık bir çiftçinin, arka bahçede çaldığı parçayla aynı renklere sahip bir melodidedir. Çoğu country parçası gibi, hemen hemen aynı hızda ilerler ve sakinliğini korur. Araya sıkıştırılan mızıka melodisi sanki söylenen sözleri dinler ve parça tuhaf bir biçimde yalnız değildir. Bir aşk şarkısıdır ve ötesine gitmez, güzelliğini basitliğinde bulur.

Albümün genelini Dylan’ın Suze Rotolo’ya karşı duyduğu özlemine indirgemek, bir gencin içinde hissettiği heyecanına haksızlık olur. Üniversitedesiniz, gençsiniz, New York’tasınız ve kendinize korkutucu derecede güvenmektesinizdir. Elinizde bir gitar, karşınızda politikacılar: ihanetin kokusu belki de konuşmamaktır. Üçüncü parça “Masters of War”, mensubu olduğu kuşağına farkındalık üfleyen güçlü bir şarkıdır.

Dördüncü parça “Down the Highway”, yoğun blues yorumlarıyla doludur, iki dize halinde ilerleyen vokalin hemen sonrasında hızını arttıran gitarla beraber yürürüz. Parçanın kendisi Suze Rotolo’ya karşı duyulan özlemdir.

Altıncı parça “A Hard Rain’s a-Gonna Fall”, güzelliğini karmaşada bulan, tıpkı şarkının kendisi gibi, belirli bir kimlik altında söylenmesi cesaret isteyen bir parçadır. Sözler baskındır, söylenmesi gereken şeyler vardır.

Yedinci parça “Don’t Think Twice, It’s All Right” Suze Rotolo’ya duyulan özlemi hatırlatsa bile, insanın kendisine söylediği en basit dürtü değil midir? Bob Dylan’ın içinde yatan karmaşıklık gene basitliğinde açıklanabilir. Sanırım her şeyi daha zor ve güzel yapan da budur.

Onuncu parça “Talking World War III Blues” karşımıza bir anlatıcıyla çıkar, mızıka, gitar ve bir ton anlatılacak olaylar dizisi. Arkanıza yaslanın ve şarkıyı dinleyin.

Dünyanın her tarafını dairesine sığdıran Dylan-Rotolo çiftinin sevişme sesleri, sadece bir sene sonra kendini Bob Dylan’ın gitarına bıraktı. “Yırtık ve boyalı gömlekle, gecenin bir vaktinde Bob’la dolaşmanın keyfi başkaydı,” diyecekti Rotolo seneler sonra, elinde tuttuğu buruşuk bir kâğıda bakarak. “Onu çok özlüyorum.”

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Living the Blues



Sabaha karşı çıktığınız bardan evinize yürüyerek dönmeye çalışırken saatler sonra kendinizi bir köprü altında bulduğunuzda ve gününüzü kurtaracak tek tesellinin yanınızda duran dilencinin köpeğine çaldığı mızıkanın melodisiyse ve Vogue dergisinin arka kapağındaki modelin uzun bacaklarına bakıp otuz bir çekemeyecek kadar yılışık bir palyaçonun esprisine sahip değilseniz, şehre beslediğiniz nefretin acıklı çığlıkları kenar mahallelerde satılan mutlulukta gizlidir.

Bir yanıp bir sönen neon lambaları, palmiye ağaçları altında satılan haplar, barın arka kapısında güvenlikçiyle sevişen on altı yaşında bir kız, uzun ve sıcak 42. caddenin yan tarafında yaşayan emekli askerin son bir kez daha piposundan çektiği nefes, uzaklardan duyulan bir Bob Dylan parçası ve ona eşlik eden bir 65’ model Buick Skylark Convertible, Elvis’in çöküşü, Vietnam’ın şakası, şehrin en güzel yeri, siluet, sahil, California; Living the Blues albümü ve koca bir dönemi karavanın içine alan 1968 senesi…

Kendi halinde yaşayan birkaç adamın California’da blues yapıp sadece bir sene sonra Woodstock Festival’inde çalmaları ve belki de bir ütopik şarkının anonim bireyleri haline gelmeleri Alan Wilson ve Bob Hite için pek de sorun değildi. Aynı günün gecesinde aynı bara gidip aynı içkiden yudumlayacaklarını, kendilerini birkaç gün sonra televizyonda sarhoş bir şekilde izlediklerinde birbirlerine bakıp kahkahalara boğulacaklarını ve boogie müziğinin aslında en beklenmedik zamanlarda bizleri bulacağını çok iyi biliyorlardı. Piyasaların düşen değeriyle ot içebilen “kafa” bir grubun yaptığı müzik bizleri de seneler sonra o “kafa”ya sokacaktı demek ki.

Canned Heat, Woodstock 1969.
Canned Heat’in sahnede öpülesi leb-i derya tutumunu, blues’un sakinleşip boogie türünün dans etmeye başlamasını ve gittikçe artan bir oturmuşluğun en lezzetli meyvelerini yemektedir 68’ senesi; California’nın en meşhur gece kulüplerinden biri Kaleidoscope’ta Jefferson Airplane, The Grateful Dead ve Buffalo Springfield ile çalan Canned Heat kısa sürede “back-to-nature” felsefesi altında kariyerlerine devam etmiştir. Çoğu grubun bu felsefeye “gereğinden fazla” kapılıp müziklerinin değiştiğine tanık olmuşuzdur, ama Canned Heat tayfasında değişen tek şey belki de çıktıkları konserin aynı gecesinde birbirlerine bakıp gülmek yerine, tek başlarına evlerine dönüp kendilerini yatağa atmak olmuştur. Eh, blues müziğinin karanlık tarafı gerilerde kalmıştır, vakit artık boogie dansını olabildiğince benimsettirmektir, belki rüyalarda bile…

Monterey Pop ve Woodstock’ta sahne almış nadir gruplardan biri olarak sahne performansının enerjik olması, grup elemanlarının birbirinden kopuk olmadan çalması ve nasıl olursa olsun, “derdini sahnede anlatabildiğin sürece” Canned Heat tayfasında bir sorun olması beklenemezdi.

Living the Blues piyasalara sakin ve “cool” bir giriş yapar, çok ses çıkarmaz, çok da ilgi beklemez ama üzerine düşen görevi belki de tek parça “Going Up The Country” parçasıyla yerine fazlasıyla getirir, “back-to-nature” felsefesinin yapı taşları burada atılır.

Albümün ilk parçası “Pony Blues” kendisi gibi sakin başlar. Bir Canned Heat şakasına daha maruz kalırız ve parçanın aniden başlayıp geriye kalanın sadece etkin bir bass, arada bir tınlayan bir elektrogitar, kendilerine sadık kalan davul ve derdini anlatan adamın sözlerini dinleriz.

İkinci parça “My Mistake”, kendini nakaratlarda fazlasıyla tekrarlayan rifflerle doludur, vokalin acele etmeden, sesini çok yükseltmeden “bir şeyler” anlatması bütün parçayı daha da samimi bir ortama götürür.

Üçüncü parça “Sandy’s Blues” belki de hiçbir özelliği olmayan ve belki de bundan dolayı diğerlerinden daha “güzel” görünen bir blues parçasıdır. Anlatılan olayın kelimelerine paralel bir gidişle atılan riffler ve tınlayan o elektrogitarın karşısında yazılacak pek de bir şey yoktur.

Ve dördüncü parça “Going Up The Country”, parçanın popülerliği Canned Heat kimliğinin önüne geçecek kadar tutulur ve 60’ sonlarına doğru artan “ütopik şarkılar” listesinin başına geçer. Karavanın içinde yaşanan sevişme seanslarının vazgeçilmez parçası ve Woodstock Festival’inin “anonim marşı” haline gelir ve Canned Heat’in kariyeri birdenbire bambaşka bir yere zıplar. Altyapısını blues müzikten alan bir topluluğun ayağındaki ayakkabıyı çıkarıp kendini ormana atan ve iki hafta kayıplarda dolaşan bir geçişin asıl şakası nerede yatmaktadır?

16 Mayıs 2010 Pazar

Boogie with Canned Heat



Her akşam kasabanın aynı barına gidip aynı içkiden içen bir adamın umutsuz ama mutlu hayatını anlamak çok da zor bir şey olmamalıydı. Oturduğu bar taburesinin karşısında oynanan sıkıcı bir beysbol maçına bakıp önüne gelen içkiyi yudumlarken ve iki saat boyunca neden bu içkiye bu kadar bağımlı olduğunu anlamaya çalışırken, 1928 senesi ve “blues” müzik bir kez daha aynı şakayı yapıp “Canned Heat Blues” parçasını çıkaracaktı. Zira içkinin kendisi “Canned Heat” olarak bilinir, bir tür kavanozun içinde barınan, açıldığı zaman alttan ısıtılan ve birkaç saat boyunca kısık ateş altında içilebilen ağır bir içkidir. Canned Heat’in hikâyesi de bir nevi böyle başlamış, 65’ yazının ortasında, hiçbir işi olmayan üç adamın Los Angeles’ta “Gelin bir şeyler çalalım,” demesiyle sanki kısık ateş altında gittikçe ısınan bir kariyerin keyifli adımlarını atmışlar.

Ne The Doors’un California’ya LSD “konsepti” altında getirdiği tehlikeli ama tahrik edici hayat anlayışı, ne de The Beach Boys’un “kaslı çocukların sörf yapıp, kızların dondurma yiyerek sahilde yürümesi” gibi, aslında naif kaçan hayat tarzı arasında bir yerlerde, kendi sesini bulan Canned Heat, kuşkusuz California kültürüne apayrı bir kültür getirerek özgünlüklerini sağlam bir yerden almışlardır. Tabii ki California’nın oldu olası yeni anlayışlara açık bir yer olması ve hayat tarzları karşısında tıpkı bir bukalemun gibi rengini karşısındakine göre ayarlaması, hem 60’ortalarında sıklaşan yeni anlayışların San Francisco’dan sonra “melting pot” yeri olmasına, hem de yeni müziklerin çıkmasına olanak sağlamıştır. Başka bir deyişle, California’da ikamet eden bir sürü müzisyenin çıkardığı albümlerin içinde, “şehirle entegre olmuş ve oranın havasını bir hayli yutmuş” duygusu sıkça hissedilir; ve konu California olunca, bu tür “şehirle özdeşleşme” konsepti altında yazılan sözlerin birbirinden epey farklı olması, gene o eyaletin bir başarısıdır.

Çıkış yolum, Jim Morrison’ın Los Angeles’ta “L.A. Woman” diyerek şehrine üstü açık bir arabada göz kırpması, The Beach Boys’un “Fun Fun Fun” diye haykırarak herkesi sahile çağırması ve bambaşka bir anlayışın ilk adımlarını atmasından sonra, Canned Heat’in “blues” öğesini California’ya tam haliyle getirerek sahneye çıkmasıdır.

O halde Canned Heat’in hikâyesi de başlamış oluyordu. Belki de The Doors’un kariyeri boyunca araya sıkıştırmaya çalıştığı blues öğesini kusursuz bir halde palmiye ağaçlarına çıkaran Canned Heat’in müzik anlayışını daha da ilginç yapan şey, kuşkusuz “boogie” anlayışını da başarılı bir şekilde merkezine koymasıdır.

Canned Heat / Fried Hockey Boogie (1968)


Eğer California çıkışlı bir grupsanız ve müziğinizin merkezinde blues ve boogie yan yana duruyorsa, vokal Alan “Blind Owl” Wilson’ın 1969 senesinde çıktığı Woodstock Festival’inde binlerce insanı aynı anda zıplatması ve daha da ötesinde, konserin bir yerinde sahneye çıkan bir çocuğa kendi paketinden sigara uzatıp bir süre muhabbet etmesi şaşırtıcı değil. Çünkü karakteristik yorumlara ihtiyacı olan, yapılabildiği takdirde sizin en sadık sevgiliniz olabilen blues müziğin, boogie türüyle tanışması ortaya “kafa karıştırıcı güzellikte” bir sonuç çıkarmaktadır: Canned Heat, sanki hayata karşı tutunamayan bir adamın sarhoşken ettiği itiraflar dizisinin toplamı gibidir, sözler açık ve dürüsttür, yenilgiyi her dize arasında hissedersiniz, ama olan olmuştur bile, kazık yenilmiştir ve artık bu iğrenç barda müzik dinlenmeye başlanacaktır. Ve genelde güzel şarkılar iğrenç barlarda söylenmez mi?

Belki de anlatmaya çalıştığım şey, biraz Bob Dylan’ın “When you got nothing, you got nothing to loose,” anlayışının “boogie” müziğine giriş aşaması ve beraberinde ortaya çıkan büyük bir vurdumduymazlığın etkin dansı, sevişmesi ve güzelliğidir. Canned Heat’te görülen kocaman bir avuntu, boşalma, rahatlama duygusu vardır, sözleri sanki “boktan bir Dünya’da yaşadığımızın farkındayız, haydi gelin dublörlük yapalım ve olabildiğince dans edelim,” çağrısını yapar; bütün bu ortamın içine dâhil olan uzun bass yorumları ve hareketli davul ataklarıyla Canned Heat, kanımca duruşu ve sergilediği sahne performansıyla 60’ların en etkin “hippie era” kategorisine girecek gruplarından biri olmuştur.

Bu noktada, ikinci stüdyo albümü olan Boogie with Canned Heat, ister blues türünün süzgecinden geçmiş dürüst ve vurdumduymaz bir albüm olsun, ya da ister boogie türüyle özdeşleşmiş bir çığlığın en tahrik edici dansı olsun, gitar Larry Taylor ve davulda Adolfo “Fito” de la Parra’nın Alan Wilson ile olan uyumu karşısında “keşke biraz daha beraber çalsalardı,” dedirtmiştir.

Albümün ilk parçasında dinleyiciyi blues türünün yavaş havasına sokan “Evil Woman”, arka fonda duyulan sabit bir mızıka yorumuyla “country” yorumunu da işin içine sokarak sakin bir giriş yapar. Parçanın sonunda atılan solo, işin sürprizi gibidir.

Canned Heat / Evil Woman (1968)


İkinci parça “My Crime”, salt blues yorumlarıyla çevrilidir: Sabit bir bass ve gitar ve derdini anlatan bir adamın hikâyesini dinleriz. Alan Wilson’ın “ayırt edici yorumu” parçaya renk katar, bir süre sonra hikâyeyi değil, hikâye sizi dinler.

Belki de “hippie era” kategorisinde “Eşyalarını topla ve evinden ayrıl,” anlayışının ilk damarlarlarını oluşturan üçüncü parça “On the Road Again” leziz bir boogie ve blues bileşimidir. Alan Wilson’ın tambura vızıltısını parça boyunca çalarak işin içine hipnotik bir yorum katması ve aslında “psychedelic” kategoriye ucundan göz kırpmış olması da ilginçtir.

Albümdeki favori parçam “Turpentine Moan” akortsuz bir piyano girişiyle ses verir ve ardından hiç bekletmeden parçaya Alan Wilson’ın sesiyle açılışı yapar. Parçanın arka fonunda devamlı hareket halinde olan davulun aynı ritimde kalması ve bass gitarın “işi ağırdan alıp acele etmemesi” dinleyiciyi adeta bir hipnoz seansına götürür ve kendinizi (her zamanki gibi) odanızda dans ederken bulursunuz. Parçada görülen umutsuz sözler, gene bahsetmiş olduğum vurdumduymaz anlayışının eğlence yorumuna kaymış halidir ve bu çok güzel bir şeydir.

Canned Heat / Turpentine Moan (1968)


Son parça “Fried Hockey Boogie” albümün en uzun ve belki de Canned Heat’in kariyerindeki en başarılı parçalarından bir tanesidir. Her şeyden önce, parça kendini göstermek için acele etmez, dinleyiciden zaman ister ve vakit geçtikçe tıpkı bir çorap söküğü gibi bütün akorlar yerini bulur ve parçanın hipnotik havasına fark edilmeden girilmeye başlanır. Alan Wilson parçayı “söylemez”, bir “anlatım” içindedir: Parçanın ortalarında “Are you experienced?” demesi ve ardından bir solo atılması da anlatılacak bir şey değildir. Benden bu kadar.

11 Mayıs 2010 Salı

The Psychedelic Sounds of the 13th Floor Elevators



Hayal gücümüzü olabildiğince tuhaf ve uç yerlerde bırakmanın karşılığı gelir m? Tabii ki müzikal boyutu sınırları zorlayan ve beynimizde görsel bir şölen hazırlayan grupların karşılığından bahsediyorum. Şarkının içinde kalmak kolay bir şey değil, küçük bir esinti, ufacık bir ürperme veya hafif bir öksürük bile içinde kaldığımız parçanın hassas kristallerini kırar ve dönüşümüz çok zor olur. Oysa bir parçanın ne denli sapık boyutlara girebileceğinin en iyi kanıtını gösterebilmek için devam eden çırpınışın sonunda açılacak olan kapının ardında, sıcak bir renk, samimi bir öpücük veya harika bir manzara karşılayacaktır bizi.

Austin gibi içi boş ve bunaltıcı bir şehirden arabasına atlayıp San Francisco’ya göç eden ve kısa zamanda “The San Francisco Sound” karşı kültürünün ayrılmaz parçaları haline gelen 13th Floor Elevators’un hikâyesi, tıpkı 60’ ortalarında çıkan birçok grubun hikâyesi gibi, kısa ama kalıcı bir senaryonun güzel renklerini miras bırakmıştır. Zira 13th Floor Elevators, ismini genelde on iki katlık uzun binaların on üçüncüsü olmamasından ortaya çıkarmıştır; bir üst kademeyi zorlayan, merakına karşı gelemeyip şehrin ve hayatın “tuhaf” yerinden bakabilmeyi isteyen ve mümkünse hayatın geri kalanında “bu katta” istikamet etmek isteyenlerin kısa süren hikâyesinden bahsediyorum.

The 13th Floor Elevators / You're Gonna Miss Me (1966)


13th Floor Elevators vokali Roky Erickson’ın San Francisco’nun yer altı dünyasıyla tanışması da çok sürmedi, Tommy Hall ile bir araya gelmesi de grubun oluşmasında vazgeçilmez bir rol oynadı. 66’ senesinin başından turnelere çıkmaya başladılar; Houston, Dallas ve Austin gibi LSD akımından uzak kalmış şehirlerden sonra aradıkları taze kanı San Francisco’da buldular. Belki de San Francisco’nun pratik hayatına “dışarıdan gelmenin heyecanı” arasında boğuştular, LSD kullanımını kariyerlerinde daima “başrol”de tutmaları bir tercih meselesiydi.

Grace Slick ve Janis Joplin ile tanışmaları kısa sürdü, zira The Great Society, Big Brother and The Holding Company ve Quicksilver Messenger Service ile turnelere çıktılar ve belki de hayatlarının en güzel zamanlarını geçiriyorlardı. İçine girdikleri dünyanın her renginden faydalanmak, tutturdukları ahengin arasından geçerek kendilerini başka bir ahenge bırakmak ve olabildiğince keyfini çıkartmak istediler; Janis Joplin ile kanka olmak biraz da böyle bir şey değil miydi?

13th Floor Elevators dinlemek gayret ve sabır ister. Arka planda dinleyiciyi şarkıda tutan sabit bir bass ve eko tonları ile “garage” türüne devredebileceğimiz ince gitar tekrarlarının bir araya gelmesi başarının ilk sinyalleriydi. Zira Tommy Hall’un 1920’lerde bir hayli popüler olan “Jug” enstrümanına elektro yorumunu katması bir anlamda grubun en karakteristik özelliği haline geldi. Bir “garage-rock” grubu olarak turnelere çıkıp zamanla baskın psychedelic öğelerine yönelmeleri de şaşırtıcı değil, zaten dönemin uyuşturucularının müzisyenlere belirli bir müzikal harita çizmesi ve dinleyicinin buna ihtiyacı olması bir açıklama olabilir.

Kasım 66’da ilk albümleri The Psychedelic Sounds of the 13th Floor Elevators piyasalara sürülür ve insanların “psychedelia” ismiyle tanışmaları böyle başlar. Zaten hali hazır bir akımın San Francisco’da beklemesi ve içine devrettiğimiz LSD ve “aşırıcılık” unsurlarının her türlü yeniliğe açık olması, bir anlamda hikâyenin nereye varacağını gösteriyordu. Albümün satışları beklenildiği gibi olmadı ama bunu azınlık bir konumda bulunan “hippie counterculture” kesiminin Amerika’nın nüfusuna nazaran az olmasına yorumlayabiliriz.

Albümün birinci kısmı, ilk parçası “You’re Gonna Miss Me” piyasalara bir “hit single” olarak çıktı ve kısa zamanda grubun en başarılı parçalarından biri haline geldi. Parçanın başında sanki birinin ağzından çıkardığını sandığınız özgün sesin ( ve albüm boyunca birçok parçada rastlayacağınız ) Tommy Hall’un bir eseri olduğunu söylemekte fayda var. Sanki ses dalgalarının bir yüzeyden yansımasıyla oluşan ses tekrarları arasında kendini başka bir yankıya devreden leziz bir yorum dizisi gibidir ve 13th Floor Elevators’un bunu çok iyi yaptığını düşünürüm. Parçanın sözlerinde yatan kızgınlığın blues türüne devredilmesi ve vokal kısmının yüksek sesle tercih edilmesi parçanın daha çok “garage” türüne kaymasına sebep olmuştur.

İkinci parça “Roller Coaster”, ismi gibi dolambaçlı, bir aşağı bir yukarı giden ve dinleyicide “kirli bir ses” uyandıran ağır psychedelic öğeleriyle dolu parçadır. Aynı ritimde kalıp ansızın hızlanması ve şarkının birdenbire bambaşka bir havaya bürünüp tekrardan eskiye dönmesi “hatırlatıcı bir ahenk ve eko serisi” çıkarır ortaya; yazının başında bahsettiğim hayal gücünü tuhaf yerlerde barındırmaktan kastettiğim de burada şekilleniyor: Parçayı benimseyebilmenin, içinde kalabilmenin yolu sanırım “parça gibi düşünmekten” geçiyor. Bu zor bir şey.

Albümdeki favori parçam, “Splash 1 ( Now I’m Home )” sakin bir parçadır, aynı ritimde gider, nakarat kısmında vokalin sesini uzatması parçaya tuhaf bir melankolizm katar.

The 13th Floor Elevators / Splash (1966)


Dördüncü parça “Reverberation” güçlü bir parçadır, ince elektrogitar tellerinin nazikçe çalınması ve parça boyunca arka fonda sabit bir bass gitarının tercih edilmesi dinleyiciyi parçada tutar. The Animals ile The Kinks’in garage parçalarında rastladığımız psychedelic öğelerinin çok daha yoğun versiyonu gibidir ve bir şekilde bu parçayı onlara benzetirim.

The 13th Floor Elevators / Reverberation (1966)


Altıncı şarkı “Fire Engine” albümün şahsen en eğlenceli parçasıdır. Bir itfaiye arabasının siren sesini çıkarırlar ve dinleyiciyi anında “psychedelic bir ortama” götürür. Bir anlamda dönemin pratik hayatında rastlayacağımız, sokakta, caddede veya herhangi bir mekânda karşılaştığımız seslerin doğru yorumlandığı takdirde psychedelic kategoriye sokulabildiğini kanıtlarlar.

13th Floor Elevators’un vokal seçimini oldu olası beğenememişimdir. Ama bir yandan bunun bir avantaj sağladığını düşünürüm, zira yedinci parça “Thru The Rhytmn” tıpkı Booker T. And The Mg’s’de olduğu gibi, salt enstrüman yorumuyla dinleyiciyi harekete geçiren yorumlarla çalarlar. Vokal vardır ama silik ve cılızdır, akılda kalıcı elektrogitar tonlamaların vokalin önüne geçmesi her zaman bir dezavantaj olarak görülmemelidir.

The 13th Floor Elevators / Thru The Rhythm (1966)


Onuncu parça “Monkey Island” şahsen albümün en başarılı ikinci şarkısıdır. Parça boyunca “electro-jug” enstrümanının yer alması, garage parçalarında sevdiğim ince gitar tellerinin nakarat kısmından sonra çalınması ve vokalin arka fonda boğuk ama güçlü duyulması, bir anlamda Sonny and Cher’in “The Beat Goes On” parçasında görülen “upper-class” eğlence biçiminin bir başka yorumudur. Ve tabii ki parçanın sonunda maymun sesi çıkarılması da bir 13th Floor Elevators imzasıdır.

9 Mayıs 2010 Pazar

Volunteers



Binlerce insanı melezleşen bir toplumda bir araya getirseniz ve görüntüyü gittikçe tepeye götürüp resmin “romantik” kısmına bakarsanız ancak “görünenin yalanına” kanıp hayatın aslında iyiye doğru gidebileceğini düşünebilirsiniz. Ya da evinizde duran bir bayrağın motiflerine bakıp sabaha kadar mastürbasyon da yapabilirsiniz, ama ertesi akşam uyandığınızda sakın ellerinizi iyice yıkamayı unutmayın, çünkü bir gece kimliğinize ziyarete gelecek insanların evinizi pis bulmasını istemezsiniz. Makaleye doğru adımlarımızı değişim halinde bulunan uyuşturucuların dedikodu yaptığını ve az önce kahvesini şehrin en iyi yerinden içen zihni açık bir gencin ne denli korkutucu fikirlere sahip olduğunu, hayata karşı kustuğu sözlerin ana referansının aynı şekilde az önce dinlediği Volunteers şarkısında saklı kaldığını bilerek atalım.

İçine kapanmaya başlayıp bir daha zor açılacak bir kuşağın ilk gölgeleri Volunteers albümünde yatıyor. Albümün görsel boyutu insanın aklında dışarıya çıkıp sağ elleri havaya kaldırmayı teşvik etse de, bahsetmekte olduğum büyük resmin acıklı illüzyonundan başka bir şey değildir. Jefferson Airplane’i eleştirmek, inanın Bob Dylan’ın neden Woodstock’a gelmediğine kızıp sorgulamak kadar zor bir şey. Derinlerde yatan kızgınlığın üç rengini sorgulamak da gereksiz bir şey olur, bu yüzden Grace Slick, Paul Kantner ve Marty Balin’in bir el çırpması ile psychedelic türünden vazgeçmelerini bir kenara koyup ilerlemeye devam edelim.

Herhangi bir temsil etme iddiasının dışında tartıştığımızı hatırlatarak Vietnam Savaşı’nın salt anti-militer bir karşı kültür yaratmadığını, tıpkı bir hayalet gibi beraberinde kabaran bir aidiyet duygusunun da oluştuğunu ve hayata karşı güvenli bir ortam yaratma anlayışı içinde “sığınak” görevi yapmış uyuşturucuların, yerini başka sığınaklara devrettiğini bilelim. Bu sığınakların başında bayrak anlayışının gelmesi 60’ sonlarında yaşanan gereksiz bir “panik olma” duygusudur. Bir başka ifadeyle, Washington’da, Vietnam’dan ülkelerine geri dönmesini isteyen insanların LSD atıp üç rengin ne kadar parlak göründüğünü fark etmeleri ve akımın içine dâhil ettikleri bu anlayışın aslında “evrensel anlayışı” kısırlaştırdığını düşünüyorum. Bir akımın mensubu olduğunu hisseden bireyi motive eden terimlerin zamanla şekil değiştirdiğini çok iyi bilen Jefferson Airplane, Volunteers albümünü çıkarıp Woodstock’dan ne kadar memnun ayrıldıklarını söylediklerinde, tıpkı Dylan’ın neden gelmediğini sorgulamamak gibi, başımızı eğip kendimize karşı bir şekilde açıklamada bulunmamalıyız.

Jefferson Airplane’da görülen bu tutum değişimine, birbirinden incecik bir çizgide ayrılan iki görüşten birine dayanarak ilerleyebiliriz. Birincisi, Airplane tayfasının“sembol” konumunda bulunduklarını kabul ederek uyuşturucuların eskisi kadar müzikal boyutuna girmediklerini, ondan ziyade pratik hayata kayan akımın Dünya’ya karşı beslemeye başladığı bir protesto karnavalına dönüşmesidir. İkincisiyse, uyuşturucu ve bayrak anlayışının pek de yan yana gidememesinin yarattığı sorundur. Belki de bunu hisseden ama aldığı uyuşturucu yüzünden bir farkındalık yaratamadığı bu ikilemin tek çözümü gene Vietnam’a haykırmaktan geçmektedir. Ve bir anlamda Jefferson Airplane tayfasında görülen değişimin kökleri burada yatıyordur.

68’de Space Odyssey filminin gösterime girmesi ve hemen bir sene sonra Ay’a ayak basılması ve tabii ki alınan uyuşturucuların hikâye boyunca kapakta yer edinmesi müziği etkilemekle beraber, seri boyunca “psychedelic” dediğimiz ve zamanla bir “yan akımdan” ana akım haline gelmiş türün Jefferson Airplane tayfasında kırılıp yerini “folk” türüne bırakması, bu açıdan ilginçtir. Bayrak unsurunun çok da üzerinde durmak istemiyorum, ama albümlerinin kronolojik düzeninde ilerlediğimiz zaman ve grubun “tam kadro” olarak son kez çıktığını Volunteers albümünde varsaydığımızda, insanın aklına bunca “psychedelism”den sonra neden birden “folk” türüne yöneldikleri geliyor. Değindiğim gibi, dinleyicinin karşısında bir “sembol” konumunda bulunmaya başladıysanız, işler bir şekilde eskisi kadar sade, öz ve romantik bir ilerlemede gelişemiyor. Dönemin gidişatı grupların müzikal tercihine yansıdığı zaman sinirlenmekte haklıyız, bir grubu nasıl tanıdıysak kariyerlerinde aynı şekilde ilerlemelerini bekliyoruz. Sanırım bu da biraz dinleyicinin “özgür bölgesini” yansıtıyor, “Biz daha iki sene önce haplarımızı dilimizin altında bekletiyorduk, şimdi bayrak mı açalım?” açıklamasının altında yatan şımarıklığın vazgeçilmez prosedürüdür.

Evet, Jefferson Airplane’in gerçek renklerini psychedelic yorumlarında görürüz, zira albümün birinci kısmı ilk şarkısı “We Can Be Together” “Volunteers” parçasının b-side’ı olarak albümde yerini almıştır. Enstrümantal tercihleri “Volunteers” parçası gibi tıpa tıp aynıdır ama sözler farklıdır. Psychedelic unsurlara rastlanılır ama “folk” baskındır ve bu baskınlık albüm boyunca devam edecektir. Paul Kantner’in “Up against the wall motherfucker!” sözlerini sıkıştırması da Rock tarihinde kırılan tabular içerisinde en etkin olaylarından biridir.

İkinci parça “Good Shepherd” fark edildiği gibi gene tarım hayatıyla içli dışlı bir yaşam tarzını Rock dünyasına tanıtan ve folklorik yorumlarla melezleşen bir toplumda “bir araya” gelme çağrısında bulunabilen başka bir Jefferson Folkplane şarkısıdır.

Üçüncü parça “The Farm”, gene folklorik ve geleneksel bir lisanın ışığında ilerleyen bir parçadır. Crosby Stills and Nash’in ilk albümünde yer alan ve kanımca bir yere varmayan “country” yorumlar baskındır.

İkinci kısım, ikinci parça lezzetinden doyum olmaz Crosby Stills Nash and Young’ın “Wooden Ships” parçasının başka bir yorumudur. Parçayı David Crosby, Stephen Stills ve Paul Kantner üçlüsü yorumlamış, Kantner sözlerini değiştirerek Grace Slick’e güzel bir olanak sağlamıştır. Ama orijinali tabii ki bununla kıyaslanamaz.

Ve son parça “Volunteers”, bir sembol şarkısı olmakla beraber, aslında makale boyunca çıkış yolunu bulmaya çalıştığım bu “dönüşümün” çığlığı, başkaldırışın ve son nefesin en etkin parçasıdır. Hatırlatmakta fayda var, Marty Balin bir kış günü dışarıdaki çöp arabasının üzerinde yazılı olan “Volunteers of America” yazısını gördükten sonra sözleri bir çırpıda yazmış ve ardından yatağında yatan iki kızla seviştikten üç ay sonra Grace Slick ile yaptıkları çocuğu kucağına alarak hayatın gerçekten iyi bir yere doğru gideceğini düşünebilmiş midir?

Go Ask Alice.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Crown of Creation



Toplumsal olayların tuhaf bir şekilde kesişmesi beni oldu olası heyecanlandırmıştır; bir yerde savaş çıkar, beklemediğiniz bir yerde karşınıza savaş karşıtı bir reklam çıkar, sonra bakarsınız bambaşka bir yerde başka tarafa muhalif olmuş başka bir eylem çıkar ve bir süre sonra fark edersiniz ki bütün bir cereyanın etrafında oluşmuş bir dairenin parçası olmuşsunuzdur. Ve her şeyden öte, bilinmelidir ki, bir tarafa muhalefet olmanın en etkin yolu sesinizi yükseltmek değil, doğru zamanda doğru yere çıkıp sözlerinizi söylemenizdir. Çünkü insanlar eskisi gibi aptal değil, dahası, korkutucu şekilde kurnaz ve zeki bir toplumun karşısında sözlerinizle tutunabilmenin belki de tek yolu onları ikna etmek, gerçekten ağzınızdan çıkanın bir yerlere varıp varmadığını tartıp özeleştiri buyuran ifadelerle bir “tartışma ortamı” yaratabilmektir. 1968 senesi neden seneler sonra bu kadar göze çarpan bir sene olmayı başarmıştır veya neden halen annelerimizin kuşağına dönüp baktığımızda “bugünü” eleştiren yorumlarda bulunmayı ihtiyaç duyuyoruz? Sizce bu giriş paragrafın çıkış yolu nerede?

Sanırım anlatmaya çalıştığım şey, yoluna sarhoş bir şekilde çıkıp yolun sonunda ayılmaktan korkanların hikâyesidir. Şayet müzisyen değilseniz ve kendinizi ayık bir halde yakalamaktan korkuyorsanız, en kötü ihtimal bir plak dükkânına girer, gecenizi kurtaracak bir plak alır ve bu hikâyenin nerede biteceğini düşünebilirsiniz. Ama arkanızda milyonlarca insanın nefesini omuzlarınızda duyuyor ve ertesi gece için bir sirk gecesi düzenleyecekseniz, sorumluluktan öte bir yere tekabül eden konumunuzla hesaplaşmak sanırım daha zor bir şey. 68’ Eylül’ünde çıkan dördüncü albüm Crown of Creation’a belki de biraz böyle bakmak lazım.

Eğri oturup doğru konuşalım; Somebody To Love ve White Rabbit gibi parçaların bir nevi mirasıyla baş etmek kolay değil, dönemi, toplumu ve akımı ele alarak değerlendirelim, beklentilerin sonu gelmemektedir. Ve işin asıl “koyan” durumu, zaman su gibi akıp gitmektedir, Vietnam savaşının anlamsızlığının gölgeleri kendini başka yerlere bırakırken ve bir müzisyen olarak konumunuz gittikçe “özgür bir bölgenin dışına taşarken” evde oturup yarın insanlara neler diyeceğinizi düşünerek geçirmek de bir “Rock Star” hayalinin maalesef gerçekçi boyutudur ( Bob Dylan’ın başarısı biraz da buradan geliyor sanırım )

Kısa bir ifadeyle: Crown of Creation, Jefferson Airplane’in “hit” üç albümünden sonra inatla psychedelic akımına bağlı kalacaklarının toplamıdır. Diğer albümlerden daha “gerçekçi olmaması” biraz grup elemanlarının yelkenlerini suya indirmesiydi ama halen sadık kaldıklarını ve koca bir mensubun sembolik idolü olarak sahnede kalacaklarının bir tür göstergesiydi. Jefferson Airplane’in “özgür bölgeden taşıp” halen dinlenilmesinin bir başka nedeni de budur: Aman aman çalmak yerine, kendini zamanla daha sembolik bir anlama iten bir imajın sesi olmalarıdır.

68’ yazının sonunda Jack Cassady LSD almıştır ve çıplak bir halde sahilde yakalanıp tutuklanmıştır, Spencer Dryden otuzuna gelmiştir, Paul Kantner yazmaya devam ediyordur ve Grace Slick halen beyaz tavşanın peşinde son sürat koşmaktadır. Bir noktadan sonra hikâyenin renkleri tabii ki değişecektir ve albümünüzü bu renklerin ışığında çıkaracak ve ardından dinleyici kitlenizle karşı karşıya oturup nasıl olduklarını soracaksınız. Crown of Creation aslında çoktan patlamış bir bombanın gölgeleridir ama “özgür bölge” dediğim bu “kıyak” durum sizin istediğiniz zamanda kitlenizin “hazır ol” konumuna sokmanıza bir araç görevi yapmaktadır.

İşte, albümün birinci kısmı, ilk parçası “Lather”: Sakin, usul, yelkenlerini indirmeye hazır bir kuşağın sesleridir. Söylentiler doğrudur, Spencer Dryden’in otuz yaşına gelmesi ve bir şekilde “Ulan bazı şeyler acaba eskisi gibi değil mi,” sorgulaması başlamıştır. Parçanın bazı yerlerinin arka kısmına konulan helikopter ve bomba sesleri biraz da işin şımarıklığıdır. Airplane’in vazgeçemediği “psychedelic süslemelere” bol bol rastlarız.

Albümün sakinliği ikinci parçada da devam etmektedir; “In Time”, Paul Kantner ve Marty Balin’in beraber söylediği ve Grace Slick’in nakarat kısmında eşlik ettiği “klasik bir Jefferson Airplane parçasıdır”.

Üçüncü parça “Triad” Jefferson Airplane’in daha iyi bir “background” ile çalması halinde ne kadar daha başarılı olabileceklerinin en iyi kanıtıdır. Zira parça, The Byrds ile çaldığı döneme tekabül eden David Crosby’nin yazdığı bir şarkıdır ve Jefferson Airplane bu parçayı albüme koyarak başarılı bir şekilde yorumlamıştır.

Dördüncü parça “Star Track” biraz olsun albüme hız vermektedir, biraz blues, biraz uzatmalı rifflerle gene Airplane’da tanık olduğumuz karakteristik özelliklere şahit oluruz.

Altıncı “parça” “Chushingura” tıpkı ilk albümde yer verdikleri gibi, gene enstrümantal bir yorum denenmiş. Psychedelism her şeyden daha üstündür.
Ve belki de albümün en başarılı parçalarından biri “If You Feel” dinleyiciyi parçayla beraber bilinmeyen biri yere götüren ve gerçekten keyif veren bir parçadır. Sade, basit ve öz Airplane yorumu vardır; biraz da bundan bahsediyorum sanırım, çok abartmadan, dördüncü albüm olmasının getirdiği bir yük olmadan, kendileri gibi çaldıkları zaman aslında ne kadar güzel parçalar çıkabildiğine tanık oluruz.

Toparlayacak olursak, Crown of Creation bir anlamda Volunteers albümüne hazırlık aşaması konumunda bulunmakla beraber, bir tür “geçiş” albümüdür. Maddi açıdan çıkartılmış bir albüm demek çok yanlış olur, zira akla gelir, çünkü “Crown of Creation” parçasındaki gibi bir “duygusal harita olmadan” çaldıkları parçalar yoktur ve hepimiz Jefferson Airplane ile böyle tanıştık.

Sanırım zaman geçtikçe Alice düştüğü çukurun sonunu görmeye başlamıştır.

4 Mayıs 2010 Salı

After Bathing at Baxter's



Surrealistic Pillow albümünün sarhoşluğu aynı sene devam etti. Kasım 1967’de çıkardıkları üçüncü albüm After Bathing at Baxter’s, Jefferson Airplane’in 60’larla verdikleri hesaplaşmanın ötesinde, geçilmesi zor bir sınav gibiydi. Psychedelic Rock Movement akımının öncüsü olarak, San Francisco Oracle dergisine sundukları “uç ifadeler” ve milyonlarca insanın gölgesini bir şekilde omuzlarında hissetmeleri, bir, LSD kullanımını abartıp daha meşru bir yer edinmesi için hayatlarını sürdürecek veya iki, Surrealistic Pillow gibi bir albümün ardından LSD çılgınlığını müzikal boyutuna yoracaklardı. Zira ikisi aynı anda gerçekleşti: Jefferson Airplane elemanlarının anlaşılmaz uyuşturucu kullanımı, ama aynı zamanda müziklerini bu denli başarılı bir şekilde devam etmeleri ve her şeyden öte, 60’ sonlarından sağ salim çıkmalarını mucize olarak görürüm.

Ok çoktan atılmıştır bile, tam hız, dümdüz, hiçbir yere bakmadan, sarhoş bir haritanın güveniyle varacağı hedefi bilmeden. Renkler, sesler, şekiller ve renkler, sesler, şekiller daha önce hiç bu kadar net olmamış, birbirine karışan sesler, şekiller ve renkler sahneden atılan çığlıklarla da daha önce hiç bu kadar devrik ve karmaşık olmamıştı. 67’ senesinin yazında yapılan Monterey Pop Festival’inde yer alan Jefferson Airplane, oturmuş bir müzikal türü ve arkasına aldığı akımın güveniyle tam kadro sahneye çıkmış ve bu yolculuğun uzun bir süre devam edeceğini kanıtlamıştır.

Monterey Pop Festival’inde fark edilen samimi ortamın Jefferson Airplane adına yararı çok dokunmuştur. Sahne performansı açısından oturmuş bir birikim, kendinden emin ve şarkıya sadakatini koruyan bir hevesi aynı anda tutmak zor bir şey. “High Flying Bird” şarkısıyla sahneye çıkan Airplane, vokal açısından belirli bir görev dağılımı bulunmayan bu parçayı çalmak da ayrı bir zahmet ister. Belki de Grace Slick’in en verimli dönemine tekabül eden Monterey Pop Festival, bir kez daha Slick’in sesini dünyaya tanıtma olanağını vermiştir. “Today” parçası da akılda kalıcı tuhaf bir piyano sesiyle çalınmıştır, Slick’in Marty Balin ile olan uyumluluğu gene fark edilir.

Değindiğim gibi, grupların üçüncü albümü genelde bir tür “kırılma noktası”dır. Zira bunu altmışlardaki gruplara indirgersek, üçüncü albümün bile piyasalara çıkmasından önce, çoğu müzisyen ya psychedelic türüne kapılıp başarısız denemelerle kaybolmuş, ya da LSD akımının kurbanı olmuş, ama geriye baktığımızda sayısız albümle bize miras bırakmışlardır. Bunun örneği çok var. Zira Jefferson Airplane için aynı şeyi söyleyemeyiz; Airplane’i diğerlerinden ayıran en önemli nokta, kendilerinin Psychedelic Rock Movement akımının öncüsü olmalarıdır. Ama öncü olmak yetmez, daha ötesinde, işin “kıyak” durumu, bir öncü olarak çıktığınız müzik piyasasına diğerlerinden daha rahat bir konum bulursunuz. “Psychedelic akımı ne de olsa bu adamlar ortaya attı, ne yapsalar yeridir,” açıklamasına karşı komiktir, kimse karşı gelememiştir. Tıpkı Beatles’in durumu gibi, bir öncü olmanın rahatlığı ve egosu yatmaktadır işin içinde. Çıkış yolum, sanırım üçüncü albümün ikinci albümün gölgesinde kalmasını hesaba katmadan, daha genel bir bakışla, Jefferson Airplane’in kariyerinin bir tür “özgür bölge” içinde ilerlediğini düşünüyorum. Jefferson Airplane psychedelic yorumları kötü mü yapar? Hayır, ama daha iyileri tabii ki vardır.

Zira albümün birinci kısmı ilk parçası “The Ballad Of You & Me & Pooneil” parçasının girişi Jimi Hendrix’in elektrogitarıyla seviştiği zamanları anımsatan bir yorumla başlar. Ama bu çok sürmez ve vokaller gene baskın çıkar, Grace Slick ve Paul Kantner her zamanki gibi başroldedir.

İkinci “parça” demek ne kadar doğru olur bilinmez, “A Small Package of Value Will Come to You, Shortly” bir sürü sesin birbirine karışmış halin toplamıdır, plak şirketi RCA prosedür gereği bunu “enstrümantal” kategori içinde konumlamıştır. Parçanın özü, tahmin edildiği gibi, LSD akımının döneme vurduğu etkiyi göstermiştir, hayatında hiç kullanmayan biri için bir tür “empati” kurulmasına olanak verir.

Ve albümdeki en başarılı parça da hemen ardından gelir, “Young Girl Sunday Blues” bir önceki “parçanın” kahkahaları arasında başlar ve Marty Balin ile Paul Kantner’in vokalleriyle devam eder. Davulun parça boyunca neredeyse aynı ritimde kalması ve gitarın “groovy” dedikleri yan yorumlarla işin içine blues öğeleri sıkıştırması tadından yenilmez bir parça çıkarır ortaya.

Dördüncü parça “Martha” Jefferson Airplane adına kişisel bir parçadır. Merak eden araştırsın. Onun dışında acoustic öğesini toplu bir vokalle birleştirmeleri klasik bir Airplane yorumudur. Parçanın özünde görülen şiirsel yorum da tabii ki Paul Kantner’in tercihidir.

Altıncı parça “The Last Wall of The Castle” sözlerini Jorma Kaukonen’in yazdığı bir şarkıdır. Altmışlara has bütün karakteristik öğelere rastlarız, parça kronolojik bir düzenin dışında ilerler ve arada bir beklemediğimiz çığlıklar, riffler duyarız.

Albümün ikinci kısmı, üçüncü şarkısı “Two Heads” baskın psychedelic yorumlarla çevrili bir parçadır ve kanımca albümün en başarılı parçalarından biridir. Diğer şarkıların aksine, toplu bir vokal yerine, Grace Slick’in sesini dinleriz ve sanırım parçayı güzel yapan da bu. Hem psychedelic olması ve en önemlisi, psychedelic öğelerle dinleyiciyi boğmaması da güzel bir şeydir.

Son parça “Won’t You Try” gene Grace Slick ile Paul Kantner’in uyumlu kimyasını gösterir. Giriş ve sonuç kısımlarının hem aynı anda yapılması ama bir yandan da ikisinin bambaşka sözler takip etmesi ve tuhaf bir şekilde parçaya bir uyumluluk sağlaması, bir metafor olarak görürsek, psychedelic akımından ne kadar keyif aldıklarını ve daha da ötesinde, ne kadar başarılı bir şekilde yaptıklarının kanıtıdır.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Surrealistic Pillow



Jefferson Airplane Takes Off albümün yeni yeni filizlenmeye başlayan bir akımın “oluşma sürecine” tekabül etmesi, grup içi elemanlarında yaşanan değişiklikler ve psychedelic rock movement anlayışının henüz oturmamış bir “zihin haritası”na denk gelmesi, önceki makalede belirttiğim gibi, piyasalara muğlâk bir albümün sürülmesine ve çoğu kritiğin belirttiği gibi, Jefferson Airplane’in henüz karar aşamasında olduğunu göstermiştir. Ancak Grace Slick ve Spencer Dryden’in gruba katılması ve akımın kısa zamanda oturmuş bir kalıba sokularak değerlendirilmesi, kaçınılmaz olarak ortaya şaheser bir müzikal üretim sağlamıştır.

Bob Dylan’ın folk türünü elektrogitara aktarması, The Byrds ve The Mamas and The Papas’ın 66’ sonlarına kadar varlıklarını San Francisco’da göstermesi, bir müzik türünü öteye götürerek bir yaşam tarzına sokması her şeyi daha da ilginç yapmıştır: Goffmancı bir yaklaşımla gündelik hayatta fark edilen karşılıklı etkileşimlerin giderek değiştiğine işaret etmek isterim. Başka bir deyişle, bireylerin gündelik hayatta etkileşimde bulunmaları gerektiği ortamlarda, gözle görülür bir şekilde eskisine nazaran gerçek kimliklerini daha ön planda tutmaları ve “Cut The Bullshit” felsefesinin daha baskın bir yer edinmesi, ilişkilerin daha gerçekçi, uç ve tehlikeli olmasına olanak açmıştır. Tabii ki gündelik hayata sığdırabileceğimiz karşılıklı etkileşimlerin başında rol alan LSD dalgası, ortaya çıkan parçalar ve açıklamalar, cinsel ve ifade özgürlüğü temasının daima bir şekilde ön kapakta yer edinmesi de bir açıklamadır. Çıkış yolum, tüm bu ortamın yavaş yavaş “yaratılmasında” baş etken olarak görülen Jefferson Airplane’in “oturmuş bir zihin haritası” ve seyircinin yerine oturan taşları eşliğinde çıkarılan ikinci albüm Surrealistic Pillow’un vazgeçilmezler arasına girmesinin hikâyesidir.

Ocak 1967’de The Doors’un ilk albümünün piyasalara çıkması ve hemen bir ay sonra Surrealistic Pillow’un müzik marketlerine giriş yapması, büyük bir üretkenliğin başlangıcıdır. Müzisyenlerin mensubu olduğu şehirlerin müzikleriyle özdeşleştirilmesi, Amerikan Rüyası ütopyasına paralel giden bir anlayışın kabarmasıyla kalmıyor, büyük bir kartopunun 1967 senesinin içinden hızlıca aşağı inerek birikmesine ve 60’ kuşağı dediğimiz karakterlerin kendini utanmadan sahneye çıkmasına sebep oluyordu.

Los Angeles’tan çıkma grupların “kendine has” bir karşı kültürün oluşumunda rol alması, aynı zamanda San Francisco’nun Allen Ginsberg ve Timothy Leary gibi adamların önderliğinde yürütülen bir karnavalın giderek ucunu kaçırması, müziğin ve sözlerin tabu anlayışı babında sert bir şekilde kırılmasına da olanak açmıştır. Tabii ki bunun yanında, Jack Kerouac’in Beat anlayışı içinde meşrulaştırılan “caz, uyuşturucu ve şiir” üçlemesinin 60’ ortalarında kendini Haight-Ashbury kültürüne devretmesi de keyifli bir dönüşümdür.

Her ne kadar Grace Slick’in The Great Society’den ayrılmasını halen içerlesem de, bu tercihin ancak Slick’in Jefferson Airplane ile olan profesyonel birikimle birleşmesi ve ardından gelecek olan başarının yarattığı mazeretine sığınarak bunu bir açıklama olarak kabul edebiliriz. Zira The Great Society’nin listelerde “underrated” bir damgası vardır; caz ve blues öğelerinin psychedelic türüyle bağdaştırılma girişimlerine Jefferson Airplane’dan önce tanık oluyoruz. Henüz o anlayışın tam olarak oturmamış olması da grubun bir garage rock grubu olarak tanılmasına sebep olmuştur.

Aynı denemeyi de Jefferson Airplane ilk albümünde yapmıştır ama değindiğim gibi, yaşanan kararsızlıklar ve “bir akımın öncüsü olmanın sorumluluğu altında” müzikal boyutuna karar verilememenin kurbanı olunmuştur. Aksine, The Great Society’nin parçalarını dinlediğiniz zaman, yoğun bir psychedelic havasına tanık olursunuz ve bir anlamda Surrealistic Pillow albümünün habercisi gibidir. Bu anlamda The Great Society’nin de büyük bir katkısı vardır ve bunu es geçmemek gerekir.

SF, 1967: "O" fotoğraf. Çekim öncesi kavga ettikleri de bir dedikodu.

Surrealistic Pillow 67’ kışının sonunda piyasalara çıkartılır ve bir çığır açar. Grace Slick’in hipnotik sesi ve canlı performansı, Marty Balin’in Slick’le aynı tonlama seviyesinde kalması ve Paul Kantner’in arka vokal olarak “yerinde” yapılan girişleriyle birleşmesi, müzikal boyut açısından oturmuş bir zihin haritası eşliğinde “vazgeçilmezler” arasına ismini yazdırmıştır.

Albümün birinci kısmı, ilk parçası “She Has Funny Cars” daha şarkının başında kendini belli eden hızlı temposuyla bizi kısa zamanda psychedelic öğelere devredeceğini ve uzun bir zaman boyunca çıkamayacağımız bir yolculuğun ilk nefesidir.

Birinci kısım, ikinci parça “Somebody To Love”: Yoğun ve hızlı bir hipnotik seansına giren ve belki de “The San Francisco Sound” diye adlandırdıkları bir karşı kültürün en etkin ve güçlü parçasıdır. Parça bir anda başlar, alçakgönüllülükten uzak (olması gerektiği gibi), utanmadan ve beklemeden, baskın ve güçlü bir psychedelic frekans bandıyla şekillenen ve Grace Slick’in her şeye rağmen soğukkanlılığını koruyup sözleri olabildiğince yüksek bir seviyede söylemesi, albümdeki favori parça olmasına nedendir.

Birinci kısım, dördüncü parça “Today” bir ütopya şarkısı olmakla beraber, folk müziğinin halen devam edebileceğini kanıtlayan parçadır: Yavaş geçişleri, arka vokallerin tıpkı bir mantar gibi üreyerek çoğalması ve nakaratın bir ağızdan söylenmesi karşısında söylenecek pek bir şey yoktur, şarkı inanılmazdır.

Ve hemen ardında gelen beşinci parça “Coming Back To Me”, Marty Balin tarafından yazılmış ve söylenmiştir. “Today” parçasıyla görülen bir paralellik vardır, bir ütopik havası olması her şeyi daha güzel yapmaktadır.

Albümün ikinci kısmı, sanırım birinci kısmın son iki parçayı yavaş bir havada bitirmesine karşılık olarak hızlı ve yoğun psychedelic öğelerle karşılar ve yolculuk devam eder: “3/5 of a Mile in 10 Seconds” parçası, bir anlamda iki sene sonra piyasalara çıkacak olan “Crown of Creation” parçasıyla yüksek derecede benzemektedir. Jefferson Airplane’in yaptığı en iyi olaya burada tanık oluruz: Psychedelic öğeleri belirli bir duygusal haritaya takılmadan söylerler, bu da dinleyiciyi şarkıya kilitler ve tıpkı müzikleri gibi, uzun bir yolculuğun nerede biteceğini asla söylemezler. Şarkılar tuhaf bir şekilde kendilerini tekrar eder ve kronolojik bir gidişat yerine, küçük bir riff, küçük bir tef, birden yükselen bir vokal ve A! bir bakmışız davullar başlar ve gene şarkının başına dönmüşken, birden gene başka bir yere varırız ve bu böyle devam eder…

İkinci kısım, onuncu parça “White Rabbit” bana hep “acımasız” bir şarkı gibi gelmiştir. Çünkü günün sonunda San Francisco’da yaşayan herkesin gideceği sığınak olan Wonderland hayaline bahsetmiş olduğum “duygusal bir haritaya takılmadan” ulaşmaya çalışmaları, “Bir tane daha versene,” denilmesine kapı açarak başka bir kapıyı daha aralamasına olanak açmıştır. Ama şarkının özünde görülen uyuşturucu unsurunun Alice In Wonderland hikayesine uyarlanması belki de her şeyi daha zor ve güzel yapmıştır, değil mi?