29 Ağustos 2010 Pazar

I am the God of Hell Fire and I bring you FİRE!

Çocukları uyanmasın diye aralarında fısıldayarak konuşan kasabalılar, bir sonraki kuşağın kilise çanlarıyla uyanacağından habersiz olmalıydı; Kral II. Richards’ın 14. yüzyılın sonlarında kasabayı terk etmesiyle başlayan karanlık günler ne zaman bitmişti? Erken kararan bir akşamüstünde, ellerinde torbalarla tek sıra halinde evine dönen kadınların dedikodusunda, Arthur Brown muhabbetin neresindeydi ve ne kadar konuşuluyordu? Liverpool, Birmingham ve Londra’dan sonra, sürpriz bir şekilde, Yorkshire, İngiltere’nin merkez noktasına bir adam emanet edecekti.



Arthur Brown dinlemek zor bir şey; İngiltere’nin 68’sinde en iyi dönemlerini sahne performansı açısından yaşayan progressive rock akımının eski tüfekleri arasında gösterilen Arthur Brown, 60’lar konsepti altında belki de sahnede “tanıtım” açısından sınırları zorlayan bir adamdı. Gene aynı sene içerisinde, 1968’de piyasaya çıkarılan “The Crazy World of Arthur Brown” albümünün İngiltere’de büyük yankı uyandırması, belki de muhafazakâr ailelerin yetiştirdiği çocuklarının kuşağına bir tür kaçamak alanı yaratarak eski kuşaklara en güzelinden bir orta parmak çıkarmıştır. Kesif balık kokusu, işçi sınıfı ve Beatles hayranlığının artık İngiltere’de kenara atılmasını gerektiğini düşünen ve gerçekten “bir süreliğine başka bir şey denesek” tadında süren progressive rock akımının bizlere ne gibi bir miras bıraktığı başka bir mesele. Ama sanırım bizleri bu makalede birleştirecek ortak noktamız Arthur Brown’un zamanında gerçekten bir şeyleri denemiş olmasıdır. Beğenelim / beğenmeyelim, sahneye yüzünü boyayarak ve başının üstüne yanan bir metal kasket takarak çıkan Arthur Brown, benim açımdan koca bir RESPECT alarak listeme girmiştir.

68’de çıkan ilk albümünün hit parçası “Fire” uzun bir süreliğine listelerde bir numara olarak kalmayı başararak dikkatleri çekmiştir. Vincent Crane’in parçada dominant bir etki yarattığı elektronik organı ve “the god of hell fire” muhabbeti altında gamzelerimizi harekete geçiren bu parçanın İngiltere’den çıkmış olması da, belki her şeyin aynı kalması gerekmediğini ve meselenin kaliteli müzik yapmak değil, bir şekilde insanları eğlendirebilmekle ilgili olduğunu düşünüyorum.

Zira “Nightmare” parçasının klibinde aynı eğlencenin “fazlasıyla” sürmeye devam ettiğine şahit oluyoruz. Bir tür ev partisi gibi bir ortamda, ansızın kapıdan içeriye giren Arthur Brown, sorgulamadan şarkısına başlar ve kendisine zıt bir ahalinin önünde gösterisini sürdürür. Kanımca işin içinde Britanya’ya karşı duyulan alaycı bir ifade var. Bir tür “buralıyız, hayatımızı burada sürdürdük, sürdürmeye burada devam edeceğiz ve Allah kahretsin, kendimi sizlere nasıl ifade edebileceğim” sıkıntısının artık alaya vurularak “zamanında yaptık işte” olarak devam eden bir yolculuğun ilginç karesi gibi geliyor bana.

Arthur Brown, kadehim senin için!

19 Ağustos 2010 Perşembe

Record Collector III: The Shaynes, The Rogues, The Other Half

On dört yaşında bir çocuk, babasının kangren tutmuş plaklarını dinlemek yerine, evin bir an önce boş olmasını bekleyerek odasına gidecek, panjurları kısıp sınıfın en sivilceli çocuğundan ödünç aldığı dergiyi açıp otuz bir çekecekti. Evet, gördüğü resimler kafasını karıştıracaktı ama hayır, içerideki plaklar hayatını mahvedecekti. The Who, öznesine alçakgönüllü ama sahtekâr denilebilir miydi? Kim Fowley’nin aşırı metalik tat veren psychedelic müziğini eleştirenler, belki de “kısa ama yoğun süren” teşhisini koyan tarihçilerin ekmeğine yağ sürerek altmışların hippie’lerle başlayıp bittiğini söyletmiş, ardından “Biz yaşlandık,” deyip marketin en ucuz prezervatiflerini alıp birbirleriyle sevişmiştir. Tarih anlayışı hiçbir zaman bu kadar erotik, müzik hiçbir zaman bu kadar çapkın olmayacaktı.

Belki de bu yüzden, filmin kötü karakterinin kulaklarında çalan parça Bee Gees – Stayin Alive şarkısı olmalıydı. Büyük bir şehirde yaşıyordu ama 12. mahallenin dışına adımını atmıyordu. Mahallede yaşayan Bulgar ve Afro-Amerikalılarla edindiği sırlar, şahit olduğu ticaret ve muhabbet, ona bu metropol dedikleri dünyanın başka bir suratını gösteriyordu. Zira sıcak bir Ağustos gününde, apartmanın yangın merdivenlerinde şehrin trafiğine ve gürültüsüne karşı içtiği paf puf, ona cızırtılı bir radyodan Chuck Berry’i tanıtacaktı; artık odasının sol tarafı “Get your kicks,” sağ tarafı “Route 66” dese bile, annesinin buzlu limonatasını reddedemeyecek ama hayır, kuşağı gıdıklamaya başlayan “bir şeyler” aramaya başlayacaktı. Bu, onun gençliğinde neden her şeyi yaşadığını ve belki de, kırkına geldiğinde 12. mahalleden neden dışarı çıkmadığını anlatabilirdi.



İğneyle kuyu kazar gibi, edindiği sabrın karşılığını hiç ummadığı yer ve vakitte bulan şapşal bir hikâyenin kırılma noktası nerede patlak vermeliydi? Arthur Brown seyretmeye muhtaç İngilizlerin, başlarındaki yangını söndürmek için Kuzey Londra tarafında kalan en leş pubların biralarını kafalarına fırlatarak karşımıza geçmesi, Procol Harum kadar “deneysel” kalan başka bir kesme haksızlık olmasın diye, suratımın yarısını kaplayan kocaman kulaklıklardan çınlayan The Other Half’in 1968’de çıkardığı ilk stüdyo albümünü dinlemek kadar bencil bir davranış olamazdı. Ama üniversitedeyseniz ve sadece birkaç sene sonra aynı rahatlığı bulamayacak kadar şanslı bir dönemindeyseniz, hayata karşı bencillik yapıp peşinden koştuğunuz müziğin yanağından koca bir yanak alarak zevkinizi doyurabilirsiniz.



Los Angeles dışında The Doors’un müziğini “garabet” olarak adlandıran bir medyanın kirli elleri, The Other Half gibi California kökenli gruplara da sıçramış olacaktı ki, San Francisco’ya göç edip müziklerine burada devam etmişlerdir. Haight-Ashbury tayfasına yakından ilişmiş olmaları, müziklerini sektöre sokmak için yeterli bir davranış olarak gözükse de, psychedelic, garage ve belki de ilerleyen senelerde bir muhalif olarak karşılarına çıkan punk türünü de araya sıkıştırmaları, bir cemaate ait olmadan müzik yapmak anlamında alkışlanacak bir hareketti. İlk albümlerinden Flight of The Dragon Lady parçası, hızlı temposuyla başlayıp kızgın bir sesle sürdürten, psychedelic müziği punk tarzı bir vokalle bastırmasıyla da ilgileri kısa zamanda kendilerine çekmiştir. Gitarist Randy Holden’in Yardbirds yerine The Other Half tayfasına katılması da nasıl yorumlanır, bilemiyorum.

Bunun yanında The Shaynes’in çok da parlak bir kariyere ulaştıkları söylenemez. Seneler sonra, 1983’te The Return of The Young Pennsylvanians adı altında pazara sürdürülen toplama kasetin içinde yer alan From My Window parçası, akıllara gene ( ve ısrarla ) Beatles ve Kinks gruplarının dominantlığını yansıtsa da, hayır, “kelebek gibi yoğun ve kısa” yaşandığını söyleten kuşağı melankolik, funk ve garage öğeleriyle kafa karıştırıcı bir güzellikte sunmuştur.



Son olarak nereden, hangi sene ve kimlerle çaldıkları hakkında en ufak bir bilgiye ulaşamadığım The Rogues grubunun, sadece psychedelic ve garage türlerini en yoğun şekilde iki dakikaya sıkıştırmasıyla ve toplu vokalleri nakaratlarda patlatmasıyla, aslında altmışların müziğinden neden çok, ama aynı zamanda çok da fazla bir beklenti içinde kalmamamızın sebeplerinden biri gibidir. How Many Times parçası, bize bu anlamda gene “kısa, ikna edici ve akılda kalıcı” bir şarkıyla ispatlamıştır; parçanın solo kısmı sadece bir ayrıntı olarak değil, döneme tekabül eden müzik anlayışının sunduğu “güzelliği basitte ara” sloganının kapağıdır.

12 Ağustos 2010 Perşembe

Bu ne biçim hikaye / Naciye böyle? / Dinar Bandosu / Ali Ece

Müziğine alçakgönüllü, halkına açık, İstanbul’un nefesini çoktan yemiş Dinar Bandosu’nu ilk defa şu sözlerle tanımıştım: Kız Kulesi’nde yedi gece / Yeni Cami’de yedi cüce / Asitane’de yedi gece ve İstanbul’u yiyen dişi cüceler… Kadıköy’deki buluşmamıza The Who gömleğiyle otuz iki dişini göstererek gelen Ali Ece’nin keyfi, kısa bir süre sonra hepimize bulaşarak bindiğimiz arabaya ya da yansıyor. Sıcak bir Ağustos günü; arabayla yapılan Kadıköy turu ve radyoda son ses çalan Ian Brown şarkısı eşliğinde gidiyoruz evine. Henüz taze müzik yapan Ece ve Furkan'ın önderliğinde çalan Softa'ya sevgilerini sunmayı unutmayan Ali Ece’nin, cümle içinde cümle sarf ederek başlattığı muhabbetin yoğunluğuna bir an kapılsak da, ses kaydedicimi açmayı ihmal etmiyorum ve başlıyoruz konuşmaya.

İstiyorsan önce biraz kendinden bahset, Ali Ece ve Dinar Bandosu nasıl gerçekleşti?

Küçükken ben kekemeydim, uzun zaman kekeme kaldım yani, on altı yaşına kadar falan. Bir sürü şey denediler, yok basketbol, yok karateydi geçsin diye. Ama özel ilgim müzikti. Babam çok küçükken klasik gitar almıştı, ben de söylerdim, şarkı söylerken kekelemiyorsun çünkü. Sonra kendi kendime öğrendim gitar çalmayı… Babamın plakları vardı, hepsi de durur hala, Beatles’lar, Rolling Stones’lar, amcamın, babamın… Annem de bana havalimanından Beatles kasetleri alırdı, onları kendi kendime çalardım işte. Rahmetli dedem, Mehmet Ece, o da musiki hastasıdır, ama severdi Beatles’ları, yeni fikirlere her zaman çok açıktı...

Sanırım sen sonra asker dönüşü ilan asmışsın, benimle psychedelic müzik yapacak birileri var mı diye, sonra ne oldu?

Dinar Bandosu’nu ilk dedemle kurdum aslında, dedem ney çalıyordu, onun sevdiği müziklerin üzerine ben gitar çalıyordum, musikiler olurdu, TRT’de koca koca adamlar çıkardı, arka tarafta yirmi kadın, çok güzel müzikler onlar. 12 Eylül çağı ve sonrasında da zaten televizyonda dinlediğimiz en düzgün müzikler onlardı. Pop müzik iğrençti, Rock müzik yoktu. Barış Manço 80’ yılından sonra hep synthezirla kaydetti, adamın da günahı yoktu, kendi tercihi değildi, prodüktörler masraf olmasın diye, yok işte halk seni istiyor diye, hâlbuki işin gerçeği bambaşkaydı. Barış Manço, Kurtalan Ekspres ile beraber çalarken %100 Rock müzik yapıyordu ve minibüslerde onlar çalıyordu. Aynı şekilde Erkin Koray, beyin ameliyatından sonra hep tek başına çaldı. Babam buradan iki adım öteye, Göztepe’den sahile indiğinde oradaki sinemalarda Moğollarla falan konserleri olurmuş; nereden nereye! O yüzden küçükken dedem-babaannemle dinlenebilecek en güzel müzikler sanat müziğiydi ve ben çok severdim bu müziği. Orhan Gencebay’ı da çok severdim, birlikte çalanlar bizim akrabaydı, hatırlıyorum işte bak bu şu o şu diye.

Dedem de benim gönlüm hoş olsun diye TRT 3’de Pink Floyd açardı, Rock Market’te. Echoes’u hiçbir zaman unutamam, rahmetli dedem çok sevmişti mesela ilk dinlediğinde, gitti onun üzerine ney çaldı, ben de gitar çalmaya çalışmıştım …

Ben aslında ilk defa lisede grup kurmaya karar verdim ama dediğim gibi 12 Eylül ürünü bir kültür içinde yaşadığımız için her şey çok kısıtlı ve kabızdı, en aklı başında çocuklar hep Metal yapmak istiyordu. Ben de onlara katılırdım, bas gitar çalardım ama kafam o müziklere çok basmazdı.

Proudpilot vardır, genellikle Peyote’de çıkarlar, çok iyidirler. Vokalde Ekin, bassda Pınar ve davulda Kaan var, bir de benle Tarkan vardık, grubun adı başkaydı o zaman.

O zamanlar grubun adı için o kadar çok kavga etmiştik ki, ben Psychocandy olsun istiyordum çünkü The Jesus and Mary Chain’in Psychocandy albümünü çok severdim, hala da en sevdiğim albümlerden biridir. Çok da iyi gruptur, gitarları Velvet Underground gibidir, hem psychedelic, hem garage vardır; 80’li yıllarda bunu yapmış olmaları, vokal düzenlemelerinde 60’lara has o mükemmel pırıl pırıl vokalleri – The Supremes gibi- olması ve biraz da The Byrds ruh haline yakın olmaları fazlasıyla ruhuma hitap etmişti. İkinci albümleri “Darklands” direk The Byrds’ın 1980’lerde yaşasa çıkaracağı cinsten bir albüm gibidir. İskoç olmaları da tabii ki apayrı bir olay, Adanın kuzeyinden gelmeleri farklı bir ruh hali yansıtır zaten. Devamlı yağmur yağar, onun verdiği bir melankoli vardır ama çok da sıcaktır.
Kendinizi o zaman psychedelic müziğin içinde buluyor musunuz?

Aslında ilk albümün adını “Saykodelikdeşik” koyduk, biraz dalga dümen olsun diye, çünkü herkesin “’Yok efenim’ bizim yaptığımız müzik psychedelic” ya da “Sizin müziğin psychedelic’le ne ilgisi var!” diye yorumlar yapılıyordu. Bizim gruplarla ilgili en büyük sorun – yani gruplar derken Rock müzik etiketiyle sadece Pop müzik yapan, mainstream grupları söylemiyorum – onların içinden gelen ve bunun hakkında en güzel şeyi zaten Özlem Tekin söylemiştir: “Yaşadıkları hayata bak, şarkı sözlerine bak, ne alakası var,” diye.

Genç bir kesim var, müzik yapıp hayatı kazanmak zevkli bir uğraş – ya da olsa gerek diyeyim- bir ara ben de öyleydim, sadece müzik yaparak para kazanıyordum, güzeldi ama bir süre sonra öyle bir noktaya geliyorsun ki adam senden ısrarla slow şarkı yazmanı istiyor, benim içimden gelmiyor ki slow yazmak, niye yazayım, slow’luk bir durum yok ki ortada yazayım. Ülkede görülen düzenin bozukluğundan dolayı kafayı sıyırmış insanın dramını birazcık da komediyle harmanlayarak yazıyoruz Dinar Bandosu’nda, ne yaşıyorsak ve hangi kültüre, dünyaya aitsek onun müziklerini yazıyoruz. Ülkemizde de Peyote’de toplanan bir takım gruplar var, o gruplar ilk olarak Baba Zula’nın bir önceki versiyonu Zen ile başladı.

Murat Ertel’le dostluğunuz nasıl başladı?

Öz ağabeyim gibidir o benim! Çok tatlı bir insandır, çok iyi bir insandır, sıfır ego bir insandır. Babası da çok değerli bir adamdır. Murat Ertel bir gün duymuş bizi bir yerden, bizler de Baba Zula’yı çok seviyorduk, sonra beraber bir şey yapalım mı diye konuşuldu ve bir şekilde bir araya geldik. Ama biz ilk önce, ben daha askere gitmeden önce, 2003 yılıydı, Dinar Bandosu’nun aslında ilk kurulduğu zaman o gecedir: Syd Barrett toplaması vardı bir tane, “Have You Got It Yet?” diye, sanırım on iki CD’den oluşuyordu. Dünyanın her ülkesinden bir grup Syd Barrett şarkısını kendi kafasına göre yorumluyordu. O zamanlar grupta en iyi çalan bendim, o kadar vahimdi durum yani! Rus ressam Tatlin şöyle der: “Zihniyet ve ruh tekniği önceler.” Hakikaten de müzik açısından çok verimli günlerdi. Şeker vardı, onunla beraber çalardık ve bir şekilde istediğim gibi çalabilirdim. Ama hiçbir zaman Jimi Hendrix veya David Gilmour gibi efsanelerin, gitarın başyapıtlarının başvurduğu teknikleri kullanmazdım, öyle bir derdim de yoktu, zaten adamlar zamanında en kralını yapmış.

Gitarla olan ilişkimde, mesela Hendrix’ten bir numara öğrenip onu kendi kafamdaki müzikle, toprağımla harmanlayabiliyorsam süper bir kaynaktır o. Bir ayak Hendrix’in tarafındaysa, diğer ayak da Erkin Koray’ın tarafında olmasını hedeflerim hep.

Sanırım bir nevi pergel gibi olması gerekir….

Tabii ki, o zaman çizdiğin daire büyük olur, yaptığın müziğin dünyası büyük olur, önemli olan da biraz budur sanki…

Bir ayağın İstanbul, diğeri de serbestçe dolaşıyor diyebilir miyiz?

Sadece İstanbul da değil. Grubu ilk kurduğumuz zaman, daha isim Dinar Bandosu değilken, o zamanki solistimiz Meriç Güleç idi, sesi Ian Curtis’e benziyor diye biz ona Meriç Kurtiz derdik. Bana da “Müslüm Barrett” derlerdi. Çok zordu o zamanlar, sadece Replikas ve Zen vardı. Sonra Baba Zula neyse ki iyi bir çıkış yaptı, Fairuz Derin Bulut ortaya çıktı, keşke daha çok çıksalar, hepsini çok severim ve özlerim.

Dinar Bandosu daha çok konser verse diyenler çok var…

Evet, var ama onu bize söylemeniz gerekmiyor. Mesela bizi İzmir’de seven çok var. İzmir’de beni tanıyan bin insanın dokuz yüzü futbol yazarı-yorumcusu Ali Ece olarak, yüz kişisi de gitarcı Ali Ece olarak tanıyor. İstanbul’da ise sadece belirli yerlerde beni gitarcı olarak tanıyorlar. Ama mesela İzmir’e sadece bir kere konser verdik çünkü arada aracı kurumlar var, mekân sahipleri var. Arkanda belirli bir para gücü olmadığı sürece işler çok zor, müzik öyle bir endüstri haline geldi ki, arkanda para gücü varsa çalar, parçanı yedirir, üstüne para kazanırsın. Eh bizim müzikleri de riskli, tehlikeli buluyorlar. Hâlbuki asıl halkın müziğini bizim yaptığımızı düşünüyorum, iddialı olduğum tek konu budur. Üç kere tamamen halka açık mekânda konser verdik: Biri Kadıköy-Karaköy vapuruydu, İstanbul Kültür Başkenti kapsamında 2008 yazıydı, Avrupa Şampiyonası daha başlamamıştı onu net hatırlıyorum, çünkü ona göre tarih belirlemiştik! Sadece 20 dakika çalmak için hayatımızda almadığımız parayı teklif ettiler, parayı konuşmadık bile! Vapura bir bindik, başı bağlı abla da, mini etekli abla da biz çalarken yan yana göbek atıyorlardı. Çaldığımız müzik de devrim müziğiydi, Terzi Fikri’yi çalmıştık. Mesela rahmetli Terzi Fikri’yi anma günü düzenlense o vapurda konuşmacı olsak, bizlere kesin siyasi-anarşist filan deyip olay çıkartırlardı. Biz orada Terzi Fikri’yi anlatan parçayı çalıyoruz, vapurdasın, elinde laptop’lu adam da bizi dinliyor, başı bağlı abla da dinliyordu; halka açıktı, herkes işe gidiyordu, nefisti! Biri çaldığımız parçayı Pink Floyd olarak duyuyor, öbür göbek atan ablalar onu Erkin Koray, misket havası veya Karadeniz müziği olarak duyuyordu, ne güzel bir şey!

Bir de Kadıköy meydanında bir konserimiz vardı, vapur iskelesinin oradaydı. O kadar çok hoşumuza gitmişti ki, halkla bir araya geldik, bırakmak yoktu! Halk bizi çok sevmişti ve bir kişinin bile yerinde oturduğunu görememiştik. Biz gayet halkın grubuyuz, iddia ediyorum, şu an listelerde bir numara olan birçok popçu aynı imkânlarda orada çıksa, bir kere bile bizim kadar içten çıkıp söyleyemez, çalamaz. Biz doğal çalıyoruz, aynı şarkıyı üst üste iki defa çal, yüz milyar vereceğiz deseler, “Arkadaş boşuna uğraşma, olmaz deriz!” Çünkü içimizden gelmez, biz neden aynı çalalım ki? İstediğimiz gibi çalarız yani!

Eurovision’a baktığımız zaman, son katılanlar daha çok Rock grubu olarak bilinenler katılıyor; rap’çiler, hiphop’çular (Ceza gibi) süper adamlardır mesela! Rock gruplarımızın yüzde doksanı Ceza’nın muhalif kimliğinin ve cesaretinin milyarda birine bile sahip değil maalesef. Rock müzik yapan herkesin muhalif bir kimlik göstermesi gerekir mi, bence gerekir, maalesef o konuda onlarla ayılıyorum. Sahneye çıkıp “Beni terk ettin, hayat ne kadar boktan,” demek ne kadar doğru bir şey ki? Arabeskçi ağabeylilerimiz o işin kralını yapıyor zaten. Ben müziği klasik müzik, arabesk müzik diye ayırt edemem, o zaman en sevdiğim faal şarkıcı olan Ian Brown’u da dinlememek lazım, çünkü onun “One Way Ticket To Paradise” parçası gitar, akort sisteminden haraketle kemanlarla çalsan o parçayı ve Orhan Gencebay’a söyletsen, nefis bir arabesk şarkısı olur çünkü ritim ve melodi yapısı Doğuluların arabesk dediği tarza çok benzer. Şarkı da zaten intihar bombacısını anlatıyor.

Sonuç olarak, biz Syd Barrett toplamasında çaldık, hatta Avustralya radyosunda çalınmış ama biz o sıralar askerdeydik. Şeker Diyarbakır’da, ben Bingöl’deydim. Biz dinleyemedik tabii ki, çekmiyordu oralardan Avustralya radyosu!
Dönüşte yepyeni bir Dinar Bandosu kurduk. Sonra internetteki ilanlardan Yılma Karatuna’yla tanıştık. Uzun süre basçı sıkıntısı çektik, çok basçı değiştirdik. Şu an iki tane çok kral basçımız var!

Sanırım sonra Asaf ağabey katıldı size?

Asaf ağabey zaten vardı eskiden ama o zamanlar hiçbir şey çalamıyordu. Yüz enstrüman getirir, hepsini toplasan yarım enstrüman kadar çalamazdı. Şimdi artık birkaç enstrüman çalabiliyor ama önemli olan da bu değil zaten, Asaf ağabey grupta başka türlü bir şeyi temsil ediyor.

Peki, Pascal Nouma’yı Peyote’ye getirme fikri nasıl oldu, ne ifade etmiş olabilir?

Ben Pascal Nouma’yla tanıştığım zaman takıldık birkaç defa, dedi ki “Sen hep Rock müzikler çalıyorsun, sürekli Ian Brown, One Way Ticket To Paradise vs vs ama bizim hip hopları da seviyorsun falan filan”. Sonra “Ben asıl sana bir şarkı yazmıştım” dedim, o da “Yok ya!” filan dedi, şaşırdı, sonra şarkıyı dinlettim, gözleri doldu, çok mutlu oldu, sözleri anlattırdı. Ben de sözlerin Çarşı’ya ait olduğunu söyledim, ilişkimiz sonra çok gelişti. Pascal da ilk konsere çok gelmek istediğini söyledi, biz de çok sevindik, o da geldi işte, sahneye çıktı, takıldı filan. Çağlayan’ın üzerinde Kamerun forması vardı, Pascal Nouma’nın da annesi babası Kamerunludur, yüzde elli Türküm, yüzde yirmi beş Fransız ve Kamerunluyum diye, yüzde elli Türklük de Beşiktaşlılıktan geliyormuş!

Türkiye’deki dinleyici kitlesini nasıl buluyorsun? Zeki bir kitle var mı, yoksa sektöre göre mi hareket ediyor? Sanki sektör biraz rahat bıraksa, acaba onlar kendi müzik haritasını bulabilir gibime geliyor.

Türkiye son otuz yılda o kadar kötü yönetildi ki, Türkiye’nin kültür genetiği ısrarla öyle bir bozulmaya çalışılıyor ki, insanların halen müzik dinlemek istiyor olması bile mucizeye eşdeğer. Hep şunu söylerim: Minibüs eşittir halk. 70’li yıllardaki filmlere baktığımızda Orhan Gencebay çok efsane ve Erkin Koray’la da bir takım işler yapıyor ve minibüslerde Barış Manço da çok çalıyor, Moğollar’ın şarkıları da paso çalıyor; bütün Türk filmlerin sahnelerinde minibüsle geline gider, ona buna para yetmez, evlenemez ve arka fonda Moğollar’ın efsane parçası Rue de L’orient çalar.



Lambaya Püf De parçası da aynı şekilde…

Aynen öyle, mükemmel bir şarkıdır!

Dinar Bandosu’nun “Sak Sak Naciye” parçası, “Lambaya Püf De”nin daha sert bir versiyonu gibi gelmişti, ikisi de bir çeşit erotizm besliyor.

Sak Sak Naciye’de ikoncanlarla dalga geçiyoruz. Mesela şu çok sinir: Ülkede kadınlar zaten baskı altındalar, kadınların rol modeli olarak ön sayfalara konulan o tiplemeler taşındığı zaman, genç kızlara ne diyebiliriz ki? Kız bir şeyi görüyor, “Ben de alacağım, bak ikonmuş filan” diye. Hâlbuki Metin Tekin’in eski eşi Şevval Hanım (Sam) , asıl ikon olması gereken kişi odur. Çıkıyor ortaya, delikanlı bir kadın, Metin Tekin’den boşanıyor, düşünsene, Türkiye’de bütün kadınların âşık olduğu en ünlü futbolculardan bir tanesiyle ayrılıyor. Ondan sonra Karadeniz müziği yapıyor, caz söylüyor filan.

Söylemek istediğim şey şu: Futbolda olduğu gibi, “Efenim taraftarımız çok holigan, olur mu böyle şey, teessüf ederim,” filan gibi konuşurlar. Tamam, da adam neler yaşıyor biliyor musun, sen fildişi kulende yaşarken adam sabah altıda kalkıyor, gidiyor işe iki kuruş para kazanıyor, tüm kazandığı parayı formaya veriyor, maça gidiyor, paranın diğer yarısı da ona gidiyor. Bunun için evlenmeyenler var, Fenerbahçe’yle, Beşiktaş’la, Galatasaray’la, Trabzonspor’la evli olan insanlar var, acıklı bir şey bu, düşünsene parasızlıktan evlenemiyorsun!

Aynı şekilde müzikte de öyle, “Efenim herkes MP3 indiriyor, biz tabii CD çıkarmayız!” Tamam da neden indirmesin ki, çocuk istediği müziği yoksa nasıl bulacak? 13th Floor Elevators vardı da biz mi almadık? Ian Brown’nun hiçbir orijinal CD’si Türkiye’ye gelmiyor, ne yapacaksın, tabii ki indireceksin! Ben buradan kalkıp uçakla İngiltere’ye gideceğim, en az bin pound ona vereceğim, yirmi pound CD’ye vereceğim, zaten memlekette beni delirtecek binlerce şey var halihazırda!

Mesela zamanında aldığım bir sürü orijinal kaset vardır. Bir örnek vereyim: Suede’in ilk albümü İngiliz Rock müziğin son yirmi yılda çıkardığı en iyi üç albümden bir tanesidir. Ama ülkemizde çıkarılan albümün kaset kalitesine bir bak: Uzelli’den orijinalini alalım dedik, İngiliz versiyonuna göre master düzeyi eksi bilmem ne desibel düşük yayınlanmış, çünkü müzik çok gürültülüymüş! Bırak ona ben karar vereyim! Alıcı olan, müşteri olan benim! Sen zaten en başta sanatçının sanat hakkını, fikir hakkını gasp ediyorsun! Sonra diyorlar ki orijinal kaset çıkarıyorduk almıyordunuz, e aldık hepsi duruyor işte!

Şimdi Dinar Bandosu’nun dinleyicileri keşke daha fazla konser verseniz diyor, tamam ben de istiyorum, keşke her gün çıksak, benim için her konser bir albüm kaydı gibidir, o ciddiyetle hazırlanır çalarız.

Ayrıca konserlerinizde doğaçlama çaldığınız zamanlar da oluyor.

E albümleri de bir şekilde doğaçlama kaydediyoruz zaten, albümde iki tane doğaçlama çalınmış parça var. Beyaz Geceler var mesela, şarkının adına orada karar verdik, çünkü aklımıza Dostoyevski’nin romanı geldi.

Suyu Isıt parçası da çok dikkatimi çekmişti…

Suyu Isıt parçası için bir mekân sahibi onu çok maço bulmuş, “Onu çaldırmam,” filan demiş. Bu asıl indirgemeci ve asıl maço kafadan kurtulmak lazım, aşk şarkıları illa sosyete aşkları üzerine mi olacak? Bu da çalışan işçi ağabeylilerimizin, ablalarımızın şarkısı. O kültür öyle, o diyor “Suyu ısıt,” diye, ben demiyorum ki! Gecekonduda yaşayan iki tane fakir emekçi insanın aşkını yazacaksan onların diliyle yazacaksın.

Mesela iki albümün şarkı isimlerine baktığımda, karşımıza Murat, Naciye, Osman, Şaban ve Mahmut gibi isimler çıkıyor…

Saykodelikzade Mahmut Paşa tamamen bizim uydurduğumuz bir karakterdir. Tarih çok güzel bir şeydir ama bizde öyle bir tarih anlatımı var ki, hem resmileştirilmiş, hem de çarpıtılmış bir anlayış olduğu için, çoğu tarih hocalarıyla dalga geçmeyi çok seviyorum. Bunun yanında ekşi sözlük, inci sözlük gibi kaynaklar çok güzeldir, gençlerin ne düşündüğünü çok iyi görebilirsin. Baktım ki tarih üzerinden çok güzel fanteziler yapılabiliyor, benim de aklıma böyle bir fikir geldi: Mahmut Paşa, Osmanlı’nın en kral zamanında Padişah tarafından Hindistan’a yollansın ve oradaki toprakları alıp gelsin. Bir gidiyor, Hindistan’ı çok beğeniyor ve toprakları almak isterken keyif verici bir takım maddelerle tanışıyor. Onları içiyor ve kendi kafasında beş yüz sene yaşayacağını sanıyor – şarkı aslında uyuşturucu karşıtı bir yandan – Sonra bir bakıyor ki Osmanlı dağılmış gitmiş. Düşmanlar henüz yeni gitmiş, sen de ortada kalmışsın boş boş geziniyorsun.

Aya Da Gidelim Osman’ın kapağı çok ilginç.

Kapaktaki köpek Asaf ağabeyinin köpeğidir. Gene işin içinde bir fantezi söz konusudur. Saykodelik bilinç dediğin bence çocukluk hayalleridir, çocuklukla büyümek istemeyen ama büyümüş olan insanların arasındaki kopuk bağlantıdır.
Lyon’da bir Türk gecesi için konser vermiştik. Lyon gayet burjuva şehridir, hali vakti yerinde olan ailelerin ve üniversite öğrencilerin çok sık yaşadığı bir yerdir. Bizimle beraber DDR grubu da gelmişti. Konserde bir çalmaya başladık ki herkes göbek atıyor, kimsenin umurunda değil. Türkiye’de ise Lyon’la sosyo-ekonomik açıdan aynı seviyede olan çaldığımızda insanların “Ay bu ne tür müzik nece bu?” gibi eleştiriler aldık. Ama umurumda değil, içimizden geçeni çalarız. Kimse de daha çok çalmamızı söylemesin. Ben de iki gün evvel sahneye çıkmış popçu bir kadının aldığı paranın aynısını isteyeceğim tabii ki. Biz de müzik sektöründe bir sınıfız, kendi sınıfımızın çıkarlarını savunacağız.

Aynı şekilde Baba Zula ve Replikas da el üstünde taşınmalılar.

Gevende?

Aynı şekilde, çok severim, çok renkli bir gruptur. Benim kuzenim Ömer de uzun zaman onlarla beraber çaldı. Keşke bütün gruplar bir araya gelip bazı konularda ortak tavır geliştirsek ama işte çok zor. Mesela Moğollar ile Baba Zula’nın arasının kötü olması anlaşılır bir şey değil, bir insanın dedesiyle amcasının konuşmaması gibi bir şeydir.

Sizin Baba Zula’yla ilişkinizin devam etmesi çok güzel bir şey.

Her zaman. Sırf Murat ağabey de değil ki, Levent ağabey, Coşar ağabey, hepsi çok değerli insanlardır.

Dinar Bandosu – Baba Zula ikilisini hep Jefferson Airplane – The Doors ikilisi gibi düşünmüşümdür, ilişkiniz çok güzel bir şey.

Eyvallah, onlarla aynı cümle içinde bile geçmek harika bir övgü, ağzınızdan bal damlıyor, çok teşekkür ederim.

O zaman Dinar Bandosu bir yana, altmışlarda canlı olarak görmek istediğin birkaç grubu sayabilir misin?

Bir kere The Who’nun altmışlardaki herhangi bir konserini görmek isterdim. Keith Moon teknik açıdan belki gelmiş geçmiş en büyük davulculardan değildi ama Rock & Roll ruhunun vücut bulmuş halidir. Onun yanında Sly and The Family Stone’u görmek isterdim.

Bir – iki ay evvel İstanbul’a Sly and The Family Stone’un bas gitarcısı Larry Graham geldi, çok güzel konserdi…

Adam mükemmel bir basçı, zaten bambaşka bir teknik geliştirdi ve ondan sonrakiler Graham’ı izlediler. Ama önemli olan Sly and The Family Stone zamanıydı, arkadaki kadın vokaller en az onun kadar önemliydi. Funkadelic’i ilk albümünden sonraki konserlerini izlemek isterdim. Bir de mutlaka Rolling Stones’un Brian Johnes dönemindeki bir konserine gitmek isterdim. Sonra Syd Barrett dönemi Pink Floyd, UFO’da çalarken onlar Soft Machine ile çalarlarmış, Soft Machine ile Syd Barrett’in olduğu Pink Floyd’a gitmek, o “Swinging” Londra çağına bir geceliğine de olsa gitmek çok isterdim.

Oasis hakkında ne düşünüyorsun?

Oasis’i sayıyorum ama içten bir şekilde sevmiyorum. Çünkü on beş, on altı yaşlarında ilk defa Stone Roses’ı dinlediğim zaman, daha sonra da Happy Mondays, The Charlatans ve o Madchester soundu kapsayan 89–92 seneleri arasında süren dönemi çok severdim. O dönemde zihinsel açıdan müzik adına çok güzel tohumlar atıldı, müzikten de ötesiydi, müziği görebilirdin, renkleri duyabilirdin. Ama araya kimyasal uyuşturucular girdiği için oradaki ağabeyler sapıttılar ve o dönemdeki optimizm heyecanın toplumsal muhalefetle flört etmesi ve Thatcher’ın iğrenç devlet politikası İngiltere’de holiganizmi başlatan nedenlerden biri oldu. Ama holiganizmi iyileştiren de enteresan bir şekilde Madchester ve Acid House çağında yayılan uyuşturucu – rave kültürüdür.

Gitarcılardan en çok John Squire’ı beğenirim, ama Stone Roses’ın ikinci albümü Second Coming’de gereğinden fazla Jimmy Page tribine giriyor ve çok solo var. Tıpkı Page gibi o da muhteşem çalar ama grubun kimyası o değildi ve keşke ikinci albüm o sound’da olmasaydı, nitekim grubun dağılmasına da sebep oldu. Onun dışında Happy Mondays çok iyidir ama o da uyuşturucunun mahvettiği gruplardandır. Solist Shan Ryder şöyle der hatta “Wembley’de çaldığımı fotoğraflardan hatırlıyorum,”

Son olarak Dinar Bandosu adına şunu söylemek isterim, belki iki albüm daha yaparız, belki on tane daha yaparız, belki hiç yapmayız, hiç biri umurumuzda olmaz. Ama istersek bir sonraki albümde elektronik müzik yapabiliriz ve bunu sadece kendimiz istediğimiz için yaparız. On iki tel akustik gitarlarla bezenmiş bir albüm de olabilir, bağlama, folk da olabilir, ne istiyorsak onu yaparız çünkü bu bizim müziğimiz. Hayatımızın en güzel anlarından taviz vermeyiz, vermezsin! Ama Dinar Bandosu’na futbol yorumcusu Ali Ece’ye verdikleri şansı hiçbir zaman vermediler, çünkü en başta bütün köşeler tutulmuş durumda. Ama bu da umurumda değil, bir kişi bile yazdığımız şarkıdan etkileniyor ve hayatında iyi bir anlamda değişikliğe yol açıyorsak ne mutlu bize! Gerisi de tıraş, hikâye; kapitalizmin kuru kuruya sayıklamalarından ibaret ve hiç umurumda değil…

10 Ağustos 2010 Salı

Plak / Kartpostal



Sahaflarda, orada burada gezinirken sıkça karşıma çıkan ve nedense Türkiye'de 70'lerin sonlarına doğru üretimi duran o şahane plak kartpostallar, belki de dönemin getirdiği kısıtlılık ve hayal gücüyle kaynaşmış olduğunun göstergesidir. Zira diyeceğiniz bir şey varsa kafanıza en yakın plağın arkasına mektup yazıp aynı zamanda müziğinizi de yollayabiliyordunuz.

Kız / erkek arkadaşınızla aranız bozuksa ya da sinirinizi birinden çıkaracaksanız, bu plak kartpostallar bir taşla iki kuş misali, hem yazacaklarınızla, hem de dinleteceğiniz parçayla hayata karşı bir panzehir görevi görür gibidir.

Buradaki parça ise "Cigaramın Dumanı / The Smoke of my Cigarette"