30 Nisan 2010 Cuma

Jefferson Airplane Takes Off



Marty Balin, 1969 senesinin bir kış gününde evinin önüne gelen çöp arabasının gürültüsüyle uyanır. Bir gece öncesinde rüyalarında beyaz tavşanlarla kavga eden çocukların ertesi sabah annelerine söyledikleri şeylerin ne kadar korkutucu olduğunu bilmeyen bir şehir efsanesiyle sevişen ve belki de son sarma sigarasından bir nefes alacak olan mavi elbiseli bir kızın düştüğü çukur, sanırım seneler sonra biraz olsun ucunu gösterdi bize. Boğuk bir uğultuyla şehrin üzerine yağan kar tanecikleri arasında gününü kurtaracak bir şarkı daha seçmeye çalışan ve şuh bir orospu kahkahasıyla kâbusun en kötü yerinde uyanıp mensubu olduğu kuşağı seneler sonra eleştirmeye çalışan göbekli kadınların dedikodusunu dinlemektense, Marty Balin’in yatağının iki ucunda çıplak bir halde uyuyan iki kızın o gün çok daha sonra uyanacağını bilerek başlayalım makaleye.

Balin çıplak bir şekilde üzerine aldığı yorganla pencerenin yanına gider ve titreyerek apartman kapısının önüne gelen çöp arabasına bakar. Kamyon büyük bir gürültüyle çöpleri almaktadır, içinde bekleyen şoför saatlerdir bulamadığı radyo istasyonunu aramaya devam ederken, dışarıdaki adam ise kalın eldivenlerinin içinde yazılı olan şiiri hayal eder. Uzaklardan bir yanıp bir sönen sokak lambalarına, bir çöp kutusunun yanında yaktığı ateşle ısınmaya çalışan bir dilenciye, ona bakan köpeğine, yatağında yatan iki kıza ve ayrılan çöp arabasına bakar. Sokağın sonuna gelen çöp arabasının virajında yazılı olan Volunteers of America yazısını görür, sigarasını söndürür, eline kâğıt kalem alır ve on dakikada yazdığı şiiri kenara koyduktan sonra yatağına döner ve uymaya devam eder.

San Francisco, 1965: Haight Ashbury bölgesi kısa zamanda tanık olduğu manzaranın karşısında üzerine düşen görevi üstlenerek Summer of Love akımının merkezi olmuştur. O dönem içerisinde San Francisco’da ikamet eden Marty Balin, Paul Kantner ve Jack Cassady üçlüsü, bir sene sonra doğacak olan çocuğunun annesi ve grubun vokali olarak bilinen Signe Anderson ile şehrin çeşitli barlarında konserler vermektedir. Aynı sene içersinde The Great Society ile çalan Grace Slick, “Somebody To Love” ve “White Rabbit” parçalarıyla sesini duyurmuş ve Janis Joplin’den sonra şehirde kendini bir “kadın vokal” olarak kabul ettiren ikinci şarkıcı olmuştur.

Tabii ki San Francisco’nun kendine has bir kültür doğurması ve aynı şehirde yaşayan insanların bu kültür etrafında bir araya gelmesi, her şeyden önce, bir akımın ve grubun arkasında yatan başarının yegâne fısıltılarıdır. Birbirinden bağımsız olmayan, iç içe ve korkusuzca bir aktiviteyi diğerine karşı tamamlayan sosyal bir birleşmenin ötesinde yatan devasal bir uyuşturucu dünyasından bahsedeceksek, bir grubu yalap şalap övmek yerine, her şeyin nasıl gerçekleştiğini anlamamız gerekir. Çıkış yolumuz, Fillmore sokağında bulunan The Fillmore gece kulübü hakkında birkaç şey öğrenmek olsun.

Kulübün sahibi Bill Graham LSD kullanımını barlarda kısa bir dönem için meşrulaştıran düzenleyici olarak tanınır. Kulüpte sadece beş grubun yer alması ve bir hafta içinde belirli bir program içerisinde çalmaları, belki de Fillmore’un neden bu akımla beraber bir paralellik sağlayabildiğinin bir kanıtıdır. Ve tabii ki şehirde Grace Slick’ten sonra tek kadın şarkıcı olarak bilinen ve Big Brother and The Holding Company ile çalan Janis Joplin, Grateful Dead, Quicksilver Messenger Servive ve Jefferson Airplane’in yer alması, bütün bu senaryonun nereye doğru varacağını göstermiştir. Bu denli küçük ve kendine has bir kültürün çok değil, sadece iki sene sonra milyonlarca insanı bir araya getirmesi, acaba bu akımın bir başarısı mıydı, yoksa uyuşturucu dalgasının mı?

Birini diğerine göre ayıramayız; Lester Bangs The Doors için “Devamlı Jim Morrison’ın aylak ve şarapçı kimliği altında çalarlar, bu da dinleyiciye “şiirsel” bir gösteriş sağlar ve bir bakarız ki kendisini Baudelaire ile karşılaştırırız,” demiştir, yani ortada yatan ve aslında uyuşturucunun illüzyonu ile bir hesaplaşmadır söz konusu. Sanırım bir akımın karakterlerini birbirinden çok ayırmamak gerekir, birinin gölgesi diğerinin neden bir aktiviteyi yaptığını gösterir. Belki de bu yüzden Martin Balin seneler sonra “Elimizde poşetler dolusu LSD vardı ve hepsini M&M atar gibi seyircilere fırlatırdık,” dediği zaman, tıpkı anıları gamzelere saklar gibi, bir kuşaktan keyif alabilmenin sırrı burada yatar.

Signe Anderson çocuğunu doğurur ve kariyerine bir anlamda son verir. 1966 senesinin başlangıcı her şeyi daha da hızlı yapar; Jack Cassady bir akşamüstü Grace Slick’e uğrar, Jefferson Airplane’da vokallik önerir, Slick kabul eder ve o günün akşamında yeni kadroyla Fillmore’da çalarlar. Sonuç sanıldığından daha başarılı geçer, Marty Balin ile olan uyumluluğu o kadar iyidir ki, Grace Slick ile bir ilişkisinin yaşanıp yaşanmadığı bile tartışılır. Ama dedikodular da boş çıkar ve dünya kısa zamanda Jefferson Airplane’in şaheser müzik kimyasına tanık olur.

Jefferson Airplane Takes Off albümünün kayıtları 1965 senesine tekabül eder, yani Grace Slick henüz gruba dâhil değildir. Ortaya ilginç bir manzara çıkar: Yeni yeni fitillenen bir roketin ilk alevlerini görürüz. LSD çılgınlığının San Francisco’da yükselmeye başladığı ve insanların yavaş yavaş Fillmore’da kendini belli eden bir tavırla Jefferson Airplane’in 60’ ortalarında çıkan ağır taşlardan olacağını göstermesi, Airplane’i salt bir rock grubu olmaktan öteye götürür ve bir anlamda bir sorumluluk üstlenilir. Artık her şey iç içedir; konserler, festivaller, toplanmalar, gösteriler, her şey, bir şekilde Jefferson Airplane’in “yanlışlıkla başlattığı ve zor bir kuşağın zor uyuşturucularla baş etmesi” gösterisine dönüşür.

Ama bundan öte, ağır bir folk havasıyla kaydedilen albümün, ilerleyen dört-beş ay içerisinde müzik sektörün birden bire yaygınlaşan uyuşturucularla değişmesi ve kendisini psychedelic akımına bırakması, Jefferson Airplane’i bir tür ikileme bırakır. Albüm kayıtları esnasında Grace Slick’in henüz olmaması, folk türüne yakın çalmaları ama bir yandan da Marty Balin’in psychedelic akımına kapılması, albümü “kararsız bir müzik anlayışı” içerisine sokmuştur. Bundan dolayıdır ki, Grace Slick ile verilen canlı performanslarında bir tuhaflık görülür. Folk-blues havasıyla kaydedilen albüm konserlerde psychedelic türüyle çalınır ve ortaya başka bir şey çıkar: Albüm gölgede kalır ama buna karşılık Jefferson Airplane daha geniş bir kitleye seslenmeye başlar.

Zira albümün vokalleri Marty Balin, Paul Kantner ve Skip Spence üçlüsünden oluşur. Söylemekte fayda var, Jefferson Airplane’in vokal seçimi tıpkı müzikleri gibi belirli bir “zihin haritasından” oluşmaz, yani parçalarının farklı kısımlarında farklı grup elemanları parçaya dâhil olur. Bir tür “çeşitlilik” hâkimdir ve parçalar kronolojik bir düzenin dışında ilerler.

Albümün birinci kısmı ilk parçası “Blues From An Airplane” üçlü bir vokalle başlar, The Mamas and The Papas grubuna benzer bir yorum vardır: Stabil bir elektro gitar tonlaması, arada bir kendini gösteren bir tef çınlatması ve bir arada söylenen sözler.

İlk kısım, üçüncü parça “Bringing Me Down” Jefferson Airplane’in albümü her ne kadar folk-blues havası içerisinde kaydetse de, 60’ ortalarında San Francisco’da bulunup Fillmore’da çalmanın bir eseri olarak bize psychedelic türüne olan yakınlıklarını gösterir. Evet, folk ve blues öğeleri temel taşlarıdır ama bir sene sonra çıkaracakları albümün ne kadar başarılı olacağını gösterir.

Birinci kısım, dördüncü parça “It’s No Secret”: Kaçınılmaz bir “Beatles” mirası görülür sözlerde, yalın ve cici kelimeler, birine karşı duyulan yoğun duygular, tabu anlayışı içerisinde utanmanın bir yere varmayacağı fikri… Bu açıdan pek de hazmetmediğim ve bence müzikal boyutu harcayan sözlerin dominantlığına rağmen, gene ucundan kurtarmış bir parçadır.

Beşinci parça “Tobacco Road” 64’te The Nashville Teens tarafından piyasalara sürülmüş bir single parçadır. Orijinal kaydı her zaman kendi kalitesini korumuştur ve Airplane’in ilk albümüne bu parçayı koyması gereksiz olmuştur.

İkinci kısım, üçüncü parça “Let’s Get Together” Quicksilver Messenger Service grubunun üyesi Chester Powers tarafından yazılan ve ayrıca Buffalo Springfield’in “Smile On Your Brother” parçasıyla tanınan şarkıdır.

Beşinci parça “Chauffeur Blues” albümdeki favori parçamdır, zira Signe Anderson’in şahane sesine tanık oluruz. Arkada yoğun bir blues havasının bir an olsun bile eksilmemesi, sanki ilerleyen zamanlarda daha şimdiden psychedelic türüne yöneleceklerinin habercisi gibidir. Ama bu da, Memphis Minnie tarafından yazılan ve Jefferson Airplane tarafından yorumlanan bir parçadır.

Son parça “And I Like It” Marty Balin’in solo duruşunun ne kadar iyi olduğunu gösteren erotik bir parçadır, yoğun blues öğesiyle çalınmıştır ve kanımca en başarılı ikinci parçadır.

Değindiğim gibi, albümün varlığından öte, Jefferson Airplane kariyerindeki asıl başarısını albümü kaydettikten sonra verdiği canlı performans ve Grace Slick’in gelmesiyle yakalamıştır. Ama onun dışında, dönemin kaydığı tür açısından yaşanılan kararsızlık, daha çok Fillmore’da çalan bir grup olarak henüz profesyonel olmaması ve grup elemanlarının kimliklerinin müzisyenlikten öteye kayıp toplumsal bir hareketin öncüsü olarak ağırlık kazanması, bütün senaryoyu bir hayale teşvik etmektedir: Albüm başarısız ve sıkıcıdır.

25 Nisan 2010 Pazar

Buffalo Springfield Again



Hunter S. Thompson’ın 1971 yılında yazdığı “Fear and Loathing in Las Vegas” kitabını bilmeyen yoktur. Kitabın bir yerinde Raoul Duke, otelinin odasında gecenin bir vaktinde uyuşturucunun etkisindedir ve yazı yazmak üzere masasının başında oturmaktadır. Dışarıdan gelen boğuk uğultuyu dinler, kâh bir çığlık, kâh sesi pek seçilemeyen iki-üç kızın kahkahası ve arka planda bütün gecedir çalan aynı şarkı. Değişime aç bir kuşağın oku çoktan atılmıştır bile, şanslı olanlar okla birlikte tam hız ilerlemektedir, şansız olanlar okun bir yerinden tutunup biraz olsun bu kuşağın parçası olmak istiyordur. Klozetin içinden çıkan hapların şekerleme niyetine ağızlara atıldığı, arka ceplerden yarım kalmış sarma sigaraların içildiği ve zevk nefeslerinin utanmadan şehrin merkezine ulaştığı gecelerden bir tanesinde, Raoul Duke bütün bunların ne anlama geldiğini çok iyi bilmektedir, ama “zor çocuk”u oynamayı çok sevmiştir bir kere, o yüzden geriye kalan tek şey bu kuşağı sorgulamaya devam edip uyuşturucularla sessizce muhabbet etmektir.

Neil Young’ın “I’m a dirty old man,” diye haykırmasından ve Crosby Stills Nash and Young’ın Woodstock semalarında “Wooden ships on the water, very free and easy” şeklinde sabaha kadar yattıkları göle doğru üflemelerinden daha gerilere gidelim: 1967 senesinin Ekim ayında çıkardıkları ikinci stüdyo albümü Buffalo Springfield Again, belki de yaşanmakta olan yaygaranın içinde “kendi halinde müzik yapmaya çalışan” beş adamın hikâyesini anlatmıştır bize. Onları sessizce tanıdık ama ayrılmaları bir hayli gürültülüydü, zira grubun dağılmasından sonra Neil Young sahnelere tek başına çıkarak bir nevi Bob Dylan gibi bir müzisyene en güzelinden göz kırpmış ve daha sonrasında Crosby Stills Nash and Young grubuna katılarak “işlerin aslında o kadar da kötü gitmek zorunda olmadığını” göstermiştir.

Buffalo Springfield’in müzik piyasasında sadece iki sene kalmış olması tabii ki üzücüdür, ama bunun nedenini bir şekilde grubun elemanlarında aramak gerekir. Zira grupta yer alan ve henüz kendini yeterince tanıtamamış Neil Young, Stephen Stills ve Bruce Palmer gibi müzisyenlerin “kariyer açısından müziklerine tam olarak odaklanamamış” olmaları bir neden olarak görülebilir. Başka bir deyişle, Buffalo Springfield bir nevi dört sene sonra tam olarak başlayacak olan Crosby Stills Nash and Young grubunun “yan grubu” olmaktan öteye gidememiştir. Burada kimsenin suçu yok, ama bir noktadan sonra ne kadar 60’ların çemberi etrafında dönerseniz dönün, kariyer basamaklarında yükselmenin yarattığı prosedürden kaçamazsınız.

Ve tabii ki bunun yanında, folk türünün Buffalo Springfied’in çıkış dönemine paralellik göstererek yavaş yavaş kendisini (Bob Dylan, merhaba bu arada) elektrogitara bıraktığı döneme tekabül etmesi, bir anlamda Neil Young ile Stephen Stills’in daha büyük projelerde yer almasına olanak açarak Buffalo Springfield’in dağılmasına sebep olmuştur.

Buffalo Springfield / Mr Soul


Albümün birinci kısmı, ilk şarkısı olan “Mr. Soul” şahsen en başarılı parçadır. Buffalo Springfield’in varlığını çok ön plana koymadan ve fazla uzatmadan, şarkıya bir an önce başlayıp sona doğru ilerleme peşinde olmayan ama söyleyecek bir ton sözü olan “cool” bir şarkıdır. Başka bir deyişle, parça sanki yaralıdır, kötü bir deneyimin süzgecinden geçmiştir ve işin eğlencesinde değil, bir an önce söylemek istediğini ifade edebilme derdindedir. Bu açıdan Steve Stils’in çekinmeden gitarına abanıp sözlerini Neil Young ve Richie Furay’e devretmesi ve bunun sonucu olarak ortaya folk türünün Bob Dylan’dan sonra dinleyiciye sunulmuş en etkin elektro – folk performansı çıkması, bu adamların ne kadar iyi çaldığına işaret eder.

Üçüncü parça “Everydays” başarılı bir blues – folk bileşimidir, tıpkı gecenin bir vaktinde bir bar taburesinde oturan yaşlı bir adamanın açık kalan televizyonda takımının aldığı yenilgiyi sarhoş bir halde izlemesi gibi, parçanın kendisi yenilginin ve vurdumduymazlığın tatlarını tattırır, hoş bir zevk alma duygusudur.

Buffalo Springfield / Expecting to Fly


Dördüncü parça “Expecting To Fly”, aç bir jenerasyonun peşinden kovaladığı uyuşturucu dalgasının buyurduğu ütopik gökkuşağı gibidir; hatta biraz daha abartayım: Belki de Scott Mc Kenzie’nin “If You’re Going To San Francisco” parçasından bile daha etkili bir şekilde 60’ kuşağını anlatan parçadır. Çünkü dönemin sarhoşluğuna fazla kapılmadan, mensubu oldukları kuşağın birer sözcüsü olarak bu kuşağın hikayesinin nereye doğru gittiğini bir şekilde anlatmaya çalışırlar. Ve bir anlamda, sözleri bakımından zor bir şarkıdır, ama bir kere dinlenildi mi, kolay kolay vazgeçilmez bir parçadır. En azından herkesin listesinde bulunması gereken bir parçadır diyeyim.

Yedinci parça “Sad Memory” Buffalo Springfield’in folk türüne olan sadakatini gösterir; sakin bir parçadır, içerlerde bir kırgınlık hissedilir ve bir aşk şarkısının ötesindedir.

Buffalo Springfield / Good Time Boy


Tabii ki de hemen sonrasında gelen ve tamamen zıt bir yorumla bir anlamda Sonny and Cher’in “The Beat Goes On” parçasını hatırlatan girişlerle “Good Time Boy”, lezzetine doyum olmaz.

O halde bu makale bize ne anlattı? Buffalo Springfield’in toplam üç albümünden ikincisi olan Buffalo Springfield Again belki de büyük bir başarı öyküsünün gölgede kalmış sahnesidir. Belki de “aç kuşağın” fırlattığı okun ulaşacağı noktasına çoktan ulaşmış ama kendisini yeterince dinletememiş bir grubun hikâyesidir.

Led Zeppelin



Mayıs, 1968: The Mamas and The Papas “California Dreaming” şarkısının ütopyasını sahnede yeterince belli ederek son albümü olan “The Papas and The Mamas” albümünü çıkarmıştır. 11 Temmuz, 1968: The Doors üçüncü stüdyo albümünü “Waiting For The Sun”ı piyasalara çıkartarak belki de kariyerlerini dönemin ve mevsimin paralelliğine tam da “denk” gelecek uyumlu bir zamanlamanın keyfini yaşayacaktır. Aynı ay içerisinde Cream, kariyerlerinin dönüm noktasına şahit olacakları “Wheels of Fire” albümüyle blues – psychedelic ikilisini müzik sektörüne sokarak bir “ilk”e imza atacaktır. Avrupa’nın her yerinde öğrenci ayaklanmaları süredursun, Amerika Vietnam’a yollanan askerlerin bir an dönmesi için çeşitli protestolarına devam ederken, uyuşturucu kullanımı Dünya’da eşi benzeri görülmemiş bir şekilde hızını arttırıyor, müzik sektörü bütün bu cereyanın etrafında insanlara vazgeçilmez ve kutsal bir “ifade özgürlüğü” sağlayarak bir tür sığınak görevi yapmaya başlıyordur. Amerika ila Rusya arasında devam eden politik çatışmanın uzantısı, daha 68’ sonlarında kendini başka yerlere bırakacağını belli ediyordu; muhtemelen Dünya onlar için yeterince büyük bir mekân değildi, bir sene sonra çatışmanın Uzay’da geçeceğini, John F. Kennedy’nin binlerce insan karşısında bir tür “mastürbasyon” yaparak Amerika’nın aydınlık bir gelecek bekleyeceğini söylemesini, Jim Morrison’ın daha uzun seneler bizimle kalıp müziğine devam edeceğini, nerede ve nasıl bir şekilde bulunduğunuz fark etmeksizin, siz istediğiniz sürece daima bir papatya bulup onu saçınıza takabileceğinize inandığınız ve hayatın aslında o kadar da “boktan” bir yer olmadığını düşündüğünüz bir senenin sonuna gelinmiştir. Ve işin “mistik” yanı, bütün bu olaylar dizisinin kimsenin herhangi bir tahmin yürütemediği dönemin “tuhaf” yerine işaret etmesiydi.

Hayatın sunduğu bu “tuhaf” yerinde, 12 Ocak 1969’da Londra’dan gelip “Bakın işte, dünyada bir sürü şeye şahit olduk, biz de bunu denedik,” diyen Jimmy Page’in ne demek istediğini kimse anlayamazdı. Bir daha geri dönüşü olmayacak efsane bir albümün ve kariyerin ilk nefesleri İngiltere’de kendini belli etmeye başlamıştı. İnsanlar yavaş yavaş, mesafe tanıyarak değil; birden, anında, tıpkı uzaklardan duyulan gürültülü bir sese herkesin aynı anda aynı yöne bakması gibi ve devamında neler olacağını merak ederek o yöne bakmaya devam etmeleri gibi, Dünya Led Zeppelin’e karşı besledikleri duygularını bir şekilde böyle hissetmiştir. Ne olduğu tam olarak bilinmeyen, korkutucu, anlaşılmaz ama tahrik edici.

Belki de bu yazının en zor kısmı, günümüzde Led Zeppelin’in ilk albümün halen tahrik edici olmasına devam etmesidir. Dünya kısa zamanda Page – Plant ikilisini tanımış, görmüş ve en önemlisi benimsemiştir. Zira müzik yazarların henüz ilk defa dinlediği Zeppelin’i çeşitli Rock dergilerine ele alarak keyfini bir güzel çıkardığı mesleklerin “polyanacılığı” çok uzun sürmeyecektir. Albümün çıkmasından birkaç ay sonra, kritik ve dinleyicilerin bir tür şımarıklıkla grubu ağır eleştiri toplarına tutması, belki de üç sene sonra Creem dergisinin Led Zeppelin’e yapacağı kötü şakanın habercisi gibiydi.

İlk albümün yoğun bir blues havası etrafında şekillenmesi, belki de ilk albümün bu denli popüler bir yere gelmesinde etken roldü. Zira 1965’te bir sene The Yardbirds’le çalan Jimmy Page’in iki sene sonra tamamen zıt bir birikimle ortaya çıkması, Page’in “içinde kalan gerçek dalga”nın göstergesidir. Blues gibi Amerika’da bir tür “içini dökme ifadesi” olarak algılanan ve daha çok tarım hayatıyla içli dışlı bir kesimden gelen bu türü, hem İngiltere’den gelmiş bir grup olarak, hem de psychedelic ve heavy metal türleriyle bağdaştırmak herkesin harcı değildir. Çünkü 60’ ortalarında çıkan İngiliz gruplar, çoğunlukla The Beatles’dan gördükleri mirası kullanarak farklı türleri araya sıkıştırıp yeni “yan türler” ortaya çıkarmış ve piyasalarda “hit single” başarısını göstererek kariyerlerini yükseltmiştir. Eğer İngiltere kökenli bir grupsanız ve Blues gibi Amerika’ya özgü bir kültürü kendinizce yorumlayacaksanız, bu, yetenekten önce cesaret isteyen bir şeydir (belki de ikisi birbirinden ayrılmaz bir parçadır). Ve bu da bir anlamda bize Led Zeppelin’in cesaretini ve daha da ötesinde, başarısının kanıtıdır.

Daha basit ve başka bir ifadeyle, blues türü bir şekilde psychedelic akımla (iyi yapıldığı takdirde) tıpkı yemek yaparken malzemelerini “zamanında” koymanız gibi ortaya çıkan lezzetli bir bileşimdir. İlk albümden tanık oluruz ki, bütün malzemeler zamanında tencereye atılmıştır, işin zevkli kısmı artık Robert Plant’e düşer, ister sigara içerken, ister televizyondan izlediği güzel bir maçı seyrederken, elindeki mikrofonu tencereye batırarak yemeğin hazırlanmasına yardımcı olur.

Zira Zeppelin’in bahsettiğim yoğun blues sevgisine albümün ilk kısmı, üçüncü parçası olan “You Shook Me” ile tanık oluruz. Parçanın orijinali Willie Dixon tarafından yazılmıştır, daha sonra Muddy Waters 1962’de asıl yorumu katarak parçanın piyasalara sürülmesinde başrol görevi yapmıştır. Parçanın kendisi bir blues parçasında tanık olduğumuz bütün karakteristik özelliklere sahiptir, “twelve-bar-blues” nüansı vardır, melankolik ve üzgün yapısını kendini belli eder, ama müzisyen halen ayaktadır ve söyleyeceği çok şey vardır. Led Zeppelin’in bu parçayı gene “Led Zeppelish” süzgecinden geçirmesi, “call and response” tekniğini kullanarak ikinci vokalin şarkı boyunca ilk vokalle eşlik etmesi ve arka planda iliklerinize kadar hissedeceğiniz elektrik organ yorumunu kullanması albümün en başarılı parçalarından biri haline gelmesine yardımcı olmuştur. Belki de blues türü hiçbir zaman rock müzikle bu denli yan yana gelmemiştir.

İlk kısım, ikinci parça “Babe I’m Gonna Leave You” yine 50’ sonlarında folk şarkıcısı Anne Bredon tarafından yazılan, daha sonra Joan Baez’in yorumuyla tanınan bir şarkıdır. Zeppelin parçaya sadık kalarak acoustic öğesini kullanmıştır ve işin içinde Robert Plant’in şaheser yorumu vardır; sesini hep yüksekte tutar ama aynı zamanda kısık bir şekilde söylemeye devam eder, bir nevi gene blues parçalarında gördüğümüz “storytelling” tercihini yapar. Parçanın 01:12 kısmında arka arkaya “Babe babe babe babe” demesi ve 01:52’de çığlık atıp diğer elemanların parçayı sanki bir uzay boşluğuna atıp birden BOM patlatması ve Plant’ın kendinden geçmesi yazmakta olduğum bu tanımlamada anlaşılacak bir şey değildir. Aynı şekilde, 03:26’da Plant’ın gene “konuşması” devam eder ve 46. saniyede ansızın sesini yükseltmesi ve parça boyunca kendini tekrarlayan enerjisiyle, anlaşılmaz bir havada kendimizi şarkıyı halen dinlerken buluruz.

İkinci kısım, birinci şarkı “Your Time Is Gonna Come” dönemin vazgeçilmez merakı olan Doğu kültürüne işaret eder, parça, kiliselerde tanık olduğumuz organ sesiyle başlar. Ardından davullar devreye girer, yavaş ve sakin, mutluluk ve kızgınlık duygularını bir arada yaşarız, hayat halen güzeldir ama değişim devam etmektedir.

İkinci kısım, üçüncü parça “Communication Breakdown” albümün en hızlı ve sert şarkılarından bir tanesidir. Robert Plant’in kızgın ve güçlü sesi, John Paul Jones’un basıyla devamlı etkileşim halindedir ve şarkı ne hızlanır, ne yavaşlar, nasıl başladıysa öyle bitirir. Bu açıdan Led Zeppelin’de sevdiğim “sürprizler” yoktur ve dolayısıyla psychedelic unsurunu dışarıda tutarak iki sene sonra daha baskın bir şekilde heavy metal’e yöneleceklerinin habercisi gibidir.

Ve ikinci kısım, dördüncü parça olan favori şarkım “I Can’t Quit You Baby”, Robert Plant’in güçlü çığlığı arasında tıpkı bir bomba gibi patlayan Page’in gitarıyla başlar. Parça, dinleyicide yoğun bir erotizm besler, bir tür “sevişme sahnesini” getirir gözlerimizin önüne. Ayrılmak üzere olan bir çiftin belki de son sevişmesidir, iki taraf ta üzgündür, birbirlerine kızgındır ve âşıktır, ama yapılacak bir şey kalmamıştır, o yüzden sert ve acımasız bir şekilde sevişirler. Melankolik ve üzgün havayı anında hissedersiniz ve Robert Plant gene bu sahnede başroldedir.

Albümün son ve en uzun şarkısı “How Many More Times” enerjik ve hızlı bir bolero ritmiyle başlar. Parçanın kendini aynı ritimle tekrarlatmadığını zannederiz: Geçişler, uzatmalar ve denemelerle örtülüdür ve kendimizi bir yerden başka bir yere ulaştığımızı hissederiz, ama aslında şarkı iskeletini oluşturduğu parçanın başındaki bolero ritmiyle devam eder. Bunun yanında, Zeppelin’in hemen hemen her konserinde bu parçayı çalması ve daha da ötesinde, bunu listesindeki son parça olarak tercih etmesi bize şarkının ötesindeki anlama işaret ediyor: Eğer çeşitli akımları bir parçada sıkıştırıp hepsini bir arada kullanmak istiyorsanız, bunu birbirine karıştırmak yerine, hepsini tek tek, ayrı bir kulvarda yorumlamak gerekir. Başka bir deyişle, tıpkı yetenekli bir oyuncuyu takımınızda “doğru mevki”de oynatmak ve ondan gerçek anlamda yararlanmak ister gibi, akımları ve tercihleri kullanırken onları parçanın “doğru” yerine koymak gerekir. Zira psychedelic bir soloyu elli saniye kadar çalıp ardından heavy metal’e ağırlık veren bir yorum yapılacaksa, ikisinin birbiriyle bağdaşması ve göz kırpması gerekir. İşte, belki de bir grubun türüne tam olarak karar veremediğimiz zamanlar, aslında biz fark etmeden o grubun başarısı hakkında konuşuyoruz demektir. Bu açıdan, “How Many More Times” parçası belki de müzik yazarlarına yapılacak en “sinir bozucu” şakasını yapmıştır; çünkü bir hafta veya bir gece önce şarkıyı ister arabada saatte yüz kilometre giderken, ya da kız arkadaşımızla sevişirken dinleyelim, ertesi sabah uyandığımızda aklımızda kalan şey şarkının ne kadar iyi olduğu değil, sadece, basit bir ifadeyle, şarkının kendisidir.

22 Nisan 2010 Perşembe

Led Zeppelin II



9 Ocak 1970, Londra. Hyde Park’a günler öncesinden gelip çadırlarını kuran binlerce insan parklarda gezinip hayatın sunduğu o “tuhaf” yerinden ayrılmadan hayatlarını sürdüreceğine inanıyor. Bir köşede yaşlı bir adam asker üniformasıyla Vietnam’a yollanan İngiliz askerlerin geri dönmesi için gerekenin yapılması için çığlık atıyor, hemen yanında iki çift, üstü çıplak, dudaklarının ucunda otun son nefesi, saçlarına karışmış başka otlar ve arkalarında sevişen binlerce başka çiftler. Kafanızı biraz çevirdiğinizde, bir başka köşede bir heykelin tepesine tırmanmış bir adam göreceksiniz, üzerinde bembeyaz bir bornoz, uzun saçları ve sakalıyla İsa olduğunu iddia eden ve işin daha ilginci, ona inanan bir sürü başka genç. Havada uçuşan baloncuklar, rengârenk çiçekler, Batı’ya doğru akıp giden otun dumanları ve günün sonunda, hava kararıp insanların parktan ayrılacağı o dakikalarda, bize son durağı gösterecek mekân olan Royal Albert Hall. Led Zeppelin ikinci albümünü çıkaralı henüz üç ay olmuş, dünyanın her yerinde, bir şekilde, bu dört adamın konseri konuşuluyor. Heyecan dorukta.

Konserin yapılacağı salonda gürültülü bir uğultu, aylarca beklenen konser en sonunda gerçekleşecektir, herkesin aklı sahnede, mantığı ve kafası günler öncesi ikamet ettikleri Hyde Park’ın insanlara teslim ettiği uyuşturuculardadır. Konsere beraber gelenler birbirini kaybetmiş, tek başına gelenler ise kendilerini bambaşka yerlerde bulmuştur. Rock müzik tarihinde bir daha uzun zaman gerçekleşmeyecek bir canlı performansın ilk dalgaları kendisini göstermiştir. Ve ışıklar sönmeye başlar, koca salonu tüyler ürpertici bir çığlık kaplar, sahnenin ışıkları yanar ve elinde sigarayla sahneye Robert Plant çıkar. Arkadan sinsice, kendini göstermeden yerine oturan John Bonham hiç beklemeden davulunu çalmaya başlar ve kimse bir şey anlamadan konserin yolculuğu başlar. “We’re Gonna Groove” parçasıyla seyirciyi yerinden oynatır.

İkinci albümün başarısını yazmadan önce Led Zeppelin’in Royal Albert Hall konserini yazmak gereklidir diye düşünüyorum. Zira bu konser, bir şekilde ikinci albümün uzantısı gibidir, albümdeki çoğu şarkıya tanık olur ve sahne performansı açısından ne kadar başarılı olduklarını da görürüz. Olaya bambaşka bir yerden girmek istiyorum, bir müzisyenin kendisini seyirciye karşı “tanıtma biçimi” veya “şarkılara paralellik gösteren vücut dilinden” bahsediyorum. Zira bu açıdan Robert Plant bunu Rock tarihinde yapabilen nadir sanatçılardan biri olmuştur.

Robert Plant herhangi bir enstrüman çalmıyor, salt sesi ve duruşuyla grubunun ayrılmaz bir parçası ve ikonudur. Canlı performanslarına baktığımız zaman, Plant’ın uyuşturucu dalgasına kapılsın – kapılmasın, çalınan parçalarla ne kadar iç içe olduğunu, her hangi bir çalgı çalmamasına rağmen grup elemanlarıyla ne kadar “yakın” bir temas kurabildiğini, Zeppelin parçalarında görülen “dengesiz akış” ve “kronolojik” bir sıra olmadan çalınan parçalara rağmen kendisinin ne kadar hâkim bir duruş sergilediğini görmek mümkündür. Bunun yanında “vücut dili”ni bir o kadar yerinde kullanan bir sanatçıdır, uzun saçlarını parçaların giriş ve kapanış bölümlerine göre savurması, sağ eliyle tuttuğu mikrofonu atılan sololarla paralellik kuracak bir şekilde değerlendirip kendinden geçmesi, beklenmedik anlarda sesini kâh kısıp, kâh yükseltmesi, Led Zeppelin konserlerinin bu denli enerjik ve dinamik geçmesinin baş sebeplerinden biridir. Zeppelin bir orkestraysa, kuşkusuz Robert Plant bunun şefidir. Jimmy Page ile parçaları bir şekilde “görsel” bir biçimde yorumlaması, canlı performanslarında çalınan şarkıların “tencere – kapak” uyumunu sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda Robert Plant’e doğaçlama söz üretmesine de katkı sağlıyor. Bu uyumu sağlamak çok zor bir şey ve bu adamlar bunu çok iyi yapıyor.

Unutmayalım ki ikinci albüm Led Zeppelin’in kariyer açısından en üst seviyeye ulaştığı noktadır. İki saat bu albümü övecek durumda değilim, dinleyen zaten kendi yorumunu en iyi şekilde yapar. Ama yazmakta fayda var, albüm 1969 senesinin bitmesine üç ay kala çıkarılır, yani bir anlamda Woodstock Festivali gibi toplum açısından fikirlerin ve bakış açıların“sosyal kırılma”ya uğradığı zor bir gölge altında çıkarılmıştır.

Yine psychedelic unsurlara rastlarız, ama bu albümde önemli olan bu değildir. Daha ötesinde, albüm birinci kısmında, ilk parçasıyla başlayan “Whole Lotta Love” şarkısıyla açılışı yapar. Parça aslında 1962 senesinde Willie Dixon’ın yazdığı “You Need Love” şarkısının Led Zeppelin tarafından yorumlanmış halidir ve aynı zamanda Robert Plant’in favori şarkısıdır. Sözler değiştirilir, müzikal bağlar Zeppelin süzgecinden geçirilir ve ortaya bir şaheser çıkar. Geçişler çok ilginçtir, şarkının ortasında “üst seviyeye ulaşan ağır bir psychedelic yorumuna” rastlarız ve şarkı “heavy metal”e kaçan bir ağırlıkla sona erer.

Albümdeki favori şarkım “What Is And What Should Never Be” bir oğlanın kızı evden kaçırıp bir arabayla Dünya’yı gezme hayalinden bahseder. Toplumsal normların henüz halen kırılgan ve kapalı olduğu bir döneme işaret edilir (hele ki Amerika’ya nazaran daha gelenekçi ve muhafazakâr bir topluma sahip olan İngiltere gibi bir coğrafyada) ve bir şekilde zor bir tabu sisteminden kaçan gençlerin dönüştüğü “hippie kültürüne” de gönderme yapar.

Albümün birinci kısmı, son şarkısı “Thank You” kanımca Crosby, Stills, Nash and Young grubunda rastlayabileceğimiz sözlerle yazılmıştır. Ama tabii ki Zeppelin’in Londra’lı bir grup olması ve kökensel bağlarını İngiltere’den almış olması aynı havayı vermez, gene de müzikal bağlarını bu parçada çok benzetirim. Şarkının hikâyesi ise çok acıklıdır, merak eden araştırsın.

Ve ikinci kısmın birinci şarkısında birden bambaşka bir havaya kapılırız. “Heartbreaker” parçası albümün en zor şarkısıdır; parçanın büyük bir bölümü çok fark edilmese de, aslında John Bonham’ın davulu ve Plant’ın sesiyle şekillenir. Parçanın bitmesine yaklaşık iki dakika kala sadece Jimmy Page’in solosu olması ve parçayı büyük bir “karmaşa”yla bitirmeleri, şarkının başını “her zamanki” gibi unutturur.

İkinci kısım, üçüncü parça “Ramble On”, baskın bir acoustic gitar, sakin bir bas ve Plant’in sesiyle başlar. Tıpkı “What Is And What Should Never Be”, “Heartbreaker” ve “Whole Lotta Love” parçalarında olduğu gibi sakin bir havadan ansızın enerjik ve uç bir noktaya ulaşırız. Dinleyicinin gene kafası karışır ve parça büyük bir karmaşanın arasında sona erip sessizliğe gömülür.

Sanırım her şeyi daha zor ve güzel yapan da bu: Tıpkı 1970 senesinde Hyde Park’ta bulunan binlerce insanın hissettiği ortak duygu; “Hiçbir zaman aynı yolda takılma, işin sonunda Batı’ya gidip şafak kırmızısını görmek ve hayatın ne kadar güzel bir yer olduğunu bir daha ve bir daha hatırlamak var,”

21 Nisan 2010 Çarşamba

Led Zeppelin III



1968 senesinde peş peşe çıkarılan iki albümün başarısı acaba üçüncüsüne bir gölge mi katacaktı, yoksa Hendrix ve Joplin gibi müzisyenlerin ölümünden sonra bayrağı eline alan yegâne Rock grubu olup yeni bir akımın öncüsü mü olacaktı?

Kolay değil, ağzı açık kalan, uzatılan ele koldan çeken bir kuşağın ihtiyaç duyduğu “sığınakların” aslında o kadar da güvenilir ve keyifli olmadığı anlaşılan bir döneme tekabül eden, 60’ların abartılı renklerin doğal rengine döndüğü ve insanların eskisine nazaran müziğe daha mesafeli yaklaşmaya başlayan bir seneye girilmiştir. Basında sıkça rastlanmaya başlanan ölüm vakalarını, sosyal güvenlik kurumlarının pireyi deve yaparak hippie kültürünü ağır bir şekilde eleştirmeye başlamasını ve Led Zeppelin’in ses getiren iki senelik bir turne sonrasını düşündüğümde, Page – Plant ikilisinin Galler’de bulunan ve daha sonra albümde de adını koyacakları “Bron-Yr-Aur” isimli bir kır evinde aylarca oturup albüm üzerine çalışmaları şaşırtıcı değil.

Albüm, 1970 senesinin Temmuz’unda piyasalara çıkar ve müzik kriterleri tarafından “hayal kırıklığı” olarak yorumlanır. Evet, üçüncü albüm “dörtlü seri” açısından diğerlerine nazaran daha sönük kalmıştır ama “hayal kırıklığı” ifadesi yanlıştır. Zira bu ifadenin altında yatan bir neden dinleyicilerin beklentisinden kaynaklanmıştır. Birinci ve ikinci albümlerinin sarhoşluğu ve enerjisi üçüncü albümde kendini aratır. Bu durum, kanımca “talihsizlik” diyebileceğim bir zamanlamanın özetidir, şöyle ki: Bob Dylan’ın 1965 senesinde folk müziği elektrogitara taşımasıyla beraber 60’ ortalarından itibaren çoğu grubun stratejisi, güneş gözlüklerini yere atıp “at gözlüğü” takarak kariyerlerini Dylan’ın güvencesiyle sağlama almaktı. Yani başka bir deyişle, folk / country müzik öğelerini bir şekilde elektrogitarla belirli bir bağdaşma içine sokulmaya çalışılması “bir taşla iki kuş vurma” muhabbetini ortaya çıkararak çoğu müzisyeni zengin etmiştir. Hem 60’larda köyden kente göçün başladığı, hem de kendini “şehirli” diye hitap eden bir kesme aynı anda seslenebilmek bir tür “marifet” olarak gözüküyordu. Bu noktada, zamanında Led Zeppelin’in üçüncü albümüne “hayal kırıklığı” denilmesindeki çıkış yolu, sanırım Page – Plant ikilisinin bütün bu cereyanın etrafında dolaşıp “bambaşka” bir şey denemesinden kaynaklanmıştır.

Denildiği gibi, üçüncü albüm gerçekten de yoğun “folk” ve “acoustic” öğelerle doludur. Ama ortaya atılan “hayal kırklığı” ifadesinin altında yatan büyük bir dâhilik ve cesaret yatar.

“Tarih tekerrürden ibarettir” mi denilmeli bilmiyorum, ama Zeppelin’in üçüncü albümü gene insanların alışık olmadığı bir müziğe karşı duyduğu önyargıyı sergilemiştir. Parçalarda kararı bir türlü verilemeyen çeşitli duygusal öğeler kaplıdır, Page’in küçük bir solosu bir parçayı beş saniyede bambaşka bir yere taşırken, siz anlamadan PAT Plant devreye girer ve gene bambaşka bir hava hâkimiyet olur. Ve bunun “folk” müzik gibi daha muhafazakâr bir alt yapıdan gelinip Zeppelin tarafından yorumlanmış olması muhakkak ki çoğu kesim için “ters” bir şey olarak görülmüştür. Bu açıdan albüm başarılıdır, çünkü ortada bir cesaret söz konusudur ve parçalar bu bakımdan gayet başarılıdır.

Albümün ilk kısmı, ilk parçası “Immigrant Song” ile başlar; tıpkı “Misty Mountain Hop”ta görüldüğü gibi, parçaya hâkim olan ve şarkı boyunca kendini tekrarlayan bir müzikal bağ / riff vardır, dinleyiciyi kendisine kilitleyen, sanki aklımızın tuhaf bir yerinde bize fısıldayan bir ses “Beni dinlemeye devam et, bak ne diyeceğim,” der, parçayı yoğun bir heyecanla dinler, sonu nereye varır merak ederiz. Bir başka anlamda, parça aslında yoğun “heavy metal” öğeleri içerir, The hammer of the gods / will drive our ships to new lands" gibi sözler bir şekilde dinleyicide “tanrısal” veya “mitolojik” nosyonlar akla getirir. Görüldüğü gibi, 60’ların “papatya sevdası” uyuşturucuların değişmesiyle birlikte başka yönlere doğru gitmek üzeredir. Jim Morrison’dan, parçalarında sık sık karşılaştığımız mitolojik terimler hep vardır, ama bu terimler, bireyleri toplumdan bir nevi “özgürleştiren” ve sorumluluğu azaltıp bir arabayla bilinmeyen yollara girme merakıyla başlatılan bir yönde gidiyordu; Zeppelin de aynı şekilde hayatın bit “tanrısal” ve “mistik” boyutuyla uğraşır, ama bunu The Doors kadar derine inerek yapmaz. Heavy Metal 70’lerin başında ağırlığını vermeye başlar ve bunu üçüncü albümdeki “Out On The Tiles” ve “Since I’ve Been Loving You” parçalarında hissederiz.

Hemen devamında gelen “Friends” parçası, “hayal kırıklığı” diye eleştiren yazarların buluştuğu ortak paydaydı. Parça acoustic gitarla başlar, arkadan küçük davullar eşlik etmeye başlar ve dinleyiciyi anında etkisi altına alan bir melodiyle dikkat çekmeyi başarır. Parçada az önce bahsettiğim “mistik” ve “gizemli” hava kendini çok belli eder.

Üçüncü parça “Celebration Day” kanımca albümün en başarılı parçasıdır. Aslında klasik bir Zeppelin parçasıdır, kronolojik bir melodiyle çalmazlar, nakaratı vardır evet, ama dinleyiciye sürpriz yapmaktan vazgeçmezler ki, bu noktada karşımıza gene psychedelic müziğin bıraktığı miras çıkar. Ve bunu Led Zeppelin çok iyi yapar.

Albümün ikinci kısmı, üçüncü parçası “That’s The Way” gene eleştirilen acoustic bir parçadır. Gene dediğim gibi, birçok insanın “Bob Dylan varken Zeppelin neden bunlarla zaman kaybetsin ki,” mantığı maalesef halen mevcuttur. Zira kimse bu parçanın İngiltere’den çıkma bir grubun çıkardığını aklına getirmez.

Son parça olan “Hats Off to (Roy) Harper” kanımca son zamanların en ve tek başarılı folk / psychedelic öğelerini bir arada barındıran parçadır. Robert Plant’in sesi buğuludur, bazı sözlerinin kısımları uzatılmıştır, bu da işin içine psychedelic bir hava katar, arka fonda susmayan kızgın bir acoustic gitar… Bütün bunların kombinasyonu önceki yazımda belirttiğim “Led Zeppelish” üslubundan başka bir şey değildir.

20 Nisan 2010 Salı

Led Zeppelin IV



İki buçuk sene içinde çıkarılan dört albüm, haber verilmeden, önceden tanıtılmadan, tıpkı evrende yaşandığına inanılan ve tek açıklaması Büyük Patlamayla birlikte oluşan bir kuvvet gibi, güzergâhı şans eseri çizilen ve hazırlıksız yakalanan bir kuşağın merakıyla tanıştık. Alt katta saatlerce susmayan bir bebek ağlaması, üst komşunun akortsuz piyanosu, yağmurla beraber akıp kaybolan tonlarca söz, dört adam ve Led Zeppelin…

Eğer şarkıların hepsi topyekûn bir hikâye oluşturuyorsa ve biz insanlar bunları dinleyerek hikâyenin bir parçası haline geliyorsak, bu hikâyenin sonundan başlamak gerekir. Zira bütün hikâyelerin başı saf, temiz ve heyecanlı bir bekleyişin ilk adımlarıdır; ama şahsen başı beni pek de ilgilendirmiyor, çünkü yazılacak kelimelerin gölgesi bu dört adamın geçmişiyle hiçbir zaman ilgilenmedi. Hikâye Led Zeppelin ile başlayıp onunla bitmektedir, bu açıdan pek de heyecanlı bir yazı okumayacaksınız.

1971 gibi zor bir seneden bahsedelim. LSD kullanımı istatistiklerin çıkardığı grafiklerden ötürü başka bir tehlikeye işaret ediyordu, artık toplum içinde meşru bir yer kazanması, Rock müzik ve cinsel özgürlük açısından ayrılmaz bir rol oynaması, hem dönemin hükümeti, hem de sosyal güvenlik kurumların kontrol altına alamadığı bir tehdit oluşturuyordu. Bir sene önce Jimi Hendrix ve Janis Joplin hayatını kaybetmiş, bir sene sonra da Jim Morrison’ın beklenmedik ölümü herkesi şaşırtmıştır. Bir hayat felsefesine inanan milyonlarca insanın içine kurt girmiştir bile ve bunun en etkin aktörlerinden biri olan bu müzisyenlerin ölümü salt “kaybedilmiş sanatçı” olarak değil, daha da ötesinde, “Acaba ne yapıyoruz?” gibisinden özeleştiri buyuran sıkıntılı senelerin başlangıcına işaret ediyordu. 60’ların ayrılmaz aktörü LSD hikâyeyi nerede bitirecekti?

70’ler bu açıdan ilginçtir, 60’ ortalarında başlayan ağır psychedelic öğeler müzik dâhil, hayatın her alanında başka bir şekil vermekle kalmıyor, yavaş yavaş merakını kaybettirip başka bir ortam yaratıyordu. İşte, tam da bu “geçiş” zamanı dediğimiz ve hayatın her alanında insanlardan tanık olunan muğlâk havayı biraz olsun kıran Led Zeppelin, insanlara bir “sığınak” sunarak dört serili albümlerinin sonuncusunu çıkarmıştır.

Led Zeppelin’in dördüncü albümü bir anlamda bize bir şey kanıtlamıştır: Jimmy Page’in grup içindeki dominantlığı sayesinde 60’lardan sonra ayakta kalan nadir “ağır taşlar”dan biri haline gelmiştir. Psychedelic unsurları şarkılarında fazla ön plana koymadan, ama koydu mu tam koyan ve uzun bir süre sadece aynı ve tek unsurla müzik yapan Zeppelin, belki de değişen akım ve zaman karşısında eğilmeyen tek grup olmuştur. Daha da ötesinde, dördüncü albümün asıl başarısı, akımlar arasında sanki dans eden Plant – Page ikilisi, seyircinin kulak zevkini önemsemeden, kâh Blues, kâh Psychedelic, kâh “ne düğü belirsiz bir havanın içine bürünerek” diye eleştiren Creem dergisi yazarların türüne hala karar veremediği ve bence tek yolu “Led Zepplish” diyebileceğimiz bir albümle çıkmışlardır.

Albümün ikinci kısmı, ilk şarkısı olan “Misty Mountain Hop”u ele alın; şarkı dört buçuk dakika aynı piyano ritmiyle devam edecek bir girişle başlar, ardından Page gitarıyla başlar, sonra davullar ve Robert Plant devreye girer, sanki tam hız yokuş aşağı giden bir bisikletteymişsiniz gibi ama aynı zamanda soğukkanlılığını koruyan bir edayla söylenen sözleri dinleriz. Arada bir dinleyiciye “fake” atar, beklenen bir girişi uzatır, ardından beklenmedik bir soloyla bambaşka bir hava katar. Ve en önemlisi, kısa sürede dinleyici arasında meşrulaştırarak kabul ettiren bir üslup ve dille başarır bunu.

Aynı havaya “Rock & Roll” şarkısında da tanık oluruz. Arka fondaki bütün enstrümanlar tam hız şarkıya devam eder, Robert Plant bir yerinden şarkıya dâhil olur ve söz – enstrüman bakımından zıt görünen bir ilişki hissedilir, ama her şeyi daha güzel yapan da bu değil midir?

“When The Levee Breaks” albümün son ve en ağır şarkısıdır. Sanki yerçekimi yoktur, yavaş yavaş, acele etmeden, kendinden emin ve dominant Blues öğeleriyle kaplı bir girişle başlarlar, ardından Plant “erotik” bir sesle “psychedelic”Sİ diyebileceğim bir yorumla şarkıya yön verir.

Ve tabii ki “Stairway To Heaven”, yavaş bir folk havasıyla başlayan ve sakinliğini parçanın başındaki gibi korumayan, Zeppelin parçalarında sıkça karşılaştığımız o “dengesizlik” havası şarkının bitmesine iki dakika kalan atılan soloyla hissedilir ve parçanın nasıl başladığını hatırlamazsınız bile. Başka bir yönden bakarsak, parça bir şekilde mensubu oldukları kuşağın eleştirisini yapar; zira bir kızın uyuşturucu dalgasına kapılarak kendi ölümünü hazırladığını anlatır, ama dönem o kadar renkli ve heyecanlıdır ki, ölüm bile bu festivalin bir parçası olarak algılanmıştır. Sanırım 60’larda yaşanılan bu illüzyonun başka bir tarafı da bundan ibaretti, Plant’in dediği gibi: “There’s a lady who’s sure / All that glitters is gold / And she’s buying a stariway to heaven”

14 Nisan 2010 Çarşamba

The Beatles Yanılsaması


Az önce balık ağını teknesine çeken ve son zamanlarda ne kadar az balık tuttuğunu düşünen balıkçı ağır adımlarla haftanın beş günü öğle sularında uğradığı kahveye girer, “Her zamankinden,” deyip yemeğin gelmesini bekler ve karşısındaki televizyona ifadesiz bakışlarla bakar. Ford’un son marka arabası, Dunhill, Rohtmans ve Silk Cut sigaraları, çekici bir kadın “Doyasıya içinize çekin, mutlu olun” diyor ve Noxzema tıraş köpüğü reklamı, önceden tıraş edilmiş bebek poposu bir surat otuz iki dişini göstererek sırıtıyor.

Yemek gelir, iki kalın kızartılmış sosis, kızartılmış domates, omlet, mantar, fasulye ve çay. Balıkçı kafasını bir daha kaldırmayacakmış gibi tabağına eğilip yemeğini afiyetle yemeye başlar. Garson tek başına bardakları temizlerken dışarıda yağmur yağmaya başlar, sessizliğin sessizlikle yırtıldığı sokaklar erken kararan akşamüstleriyle muhabbete başlar ve bütün kasaba aniden daha yalnız, renksiz ve mutsuz olur.

Yemeğini bitirir, ağzını elinin tersiyle siler ve ufak bir geğirmeden sonra pencereye bakarak tekrardan ne kadar az balık tuttuğunu düşünür. Birden televizyonda bir ses belirir, dört genç çocuk, takım elbiseleriyle çok da tıraş reklamını aratmayacak bir biçimde sırıtarak sahneye çıkar. Şarkı başlar, garson ve balıkçı nedenini tam olarak bilmeseler de ekranı izler. Garson iki dakika sonra bugün kahveyi erken kapatacağını, balıkçı da içinden bir süreliğine uzaklara gideceğini söyleyecektir ve kasabaya daha önce kimsenin şahit olmadığı bir renk gelecektir. Siyah dumanların duvar boyu adını yazdırdığı bu kasabaya bir şeyler mi oluyordu?

Sene 1964, John Lennon ve Paul Mc Cartney’nin Liverpool’un küçük kasabasından ayrılması iki seneye tekabül etmiştir bile ve geriye kalan tek kötü anı 50’lerin tek tük, banal, sıkıcı ve gri rengi kalmıştır. Özellikle Britanya halkının sıkça karşılaştığı ve sıkıntısını çektiği dominant maskülen kültürün içinden, saçına papatya takıp Hare Krishna akımını takip eden bu dört gencin neden dünyanın en popüler grubu olduğuna bakmak gerekir. Ya da olaya daha farklı bakıp belki de cevapları sorularda bulmak gerekir diye düşünüyorum: Neden bugün “The Beatles Rock Band “ diye bir oyun piyasalara çıkartılıyor?


Evet, insanlara değişik açılardan ifade özgürlüğü sağlaması bakımından müzik dünyasında önemli bir konumdadır. Lennon’un “şair” ve “muhalefet” tavrı, Mc Cartney’nin “atılgan” ve “yakışıklı” imajıyla kısa zamanda uyum göstermiş, bunun yanında Ringo Starr’ın müziğe olan yeteneği ve tabii ki de Harrison’ın her şeye uyum sağlamış olması da grubun senelerce “imaj” bakımından başarılı olmasına katkı sağlamıştır.

Ama bir konuda büyük bir “yanılsama” içinde bulunduğumuzu söylemek istiyorum. Zira bir grubun başarısında mekân ve zamanlama çok önemlidir. Toplumun duymak istediği ve daha da ötesinde önceden karşılaşmadığı ifade biçimleri karşısında sarhoş ve teslimiyetçi bir tutum gösterir. Bu noktada karşımıza The Beatles çıkıyor: Sahne performansı açısından pozitif ve güler yüzlü, sözler bakımından “cici” ve “tatlı”, duruş olarak da olabildiğince alçak gönüllü. Zaten yoğun bir tabu sisteminden henüz kurtulmaya başlayan bir jenerasyonun açlığını kabartacak malzemelerin en başında müziğin olması, The Beatles’in zamanlama olarak mükemmel bir anda ortaya çıktığını belirtmek istiyorum.

Ama burada The Beatles’in müzik kalitesini mi, yoksa piyasadaki başarısını mı konuşuyoruz? Ukala bir ifadede söylemek istemezdim ama The Beatles’a karşı daima “ilklerin” ve “en iyi” çatısı altında bakıldığından dolayı dinlediğimiz Beatles parçalarına gereken eleştiriyi yapamıyoruz. Çıkış yolum, en az Beatles kadar iyi müzik yapmış bir sürü British Invasion grubunun “ignore” edilmesi ve “underrated” olarak listelerde takılmasıdır.

60’ ortalarında çıkan parçalarda sıkça rastladığımız psychedelic unsurlar The Beatles’da cılızdır, “I Want To Hold Your Hand” ve “Can’t Buy Me Love” gibi şarkılar dönemin tabularını kırmak açısından başarıya ulaşmış parçalardır, ama gerisini getirememişlerdir. Bahsettiğim bu yanılsama da burada başlıyor, önceden empoze edilmiş bir imajın üstüne çıkmak çok zordur, hele ki bir grup olarak bir “ilk”i başardıysanız.

Ama olur da bir gün müziğini konuşmak istersek, o halde ibreyi başka taraflara yöneltmemiz gerekir: The Animals, The Kinks, The Spencer Davis Group, The Small Faces ve The Count Five gibi gruplar Beatles’in 60’ sonlarına doğru aslında yapmak isteyip yapamadığı müziği yapmıştır; hem “beat” unsurlarını, hem de “psychedelic” geçişlerini başarıyla kombine etmişlerdir. Mc Cartney’nin sonradan bir ton para harcayıp grubun imajını kurtarmaya çalışması, iyi haber olarak “Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band” gibi mükemmel bir albümün çıkmasına olanak sağlamıştır ama kötü haber olarak da, toplumu fanatizme yönelten bu sevginin kurbanı olarak John Lennon’un ölmesine sebebiyet göstermiştir.

The Beatles tarafında bugün değişen iki şey var: Birincisi, balıkçı ve garson artık her gün aynı yemeği yemiyor ve müziği seviyorlar. İkincisi ise, çocukları babalarının plaklarını dinlemek yerine “The Beatles Rock Band” oyununu oynamayı tercih ediyor.

13 Nisan 2010 Salı

When You're Strange


Tom Dicillo'nun belgesel-film niteliğinde çektiği When You're Strange, geçen hafta Amerika'da gösterime girmiştir.

Film, Rolling Stone dergisinin yayın editörü olan Ben Fong Torres'in ve The Doors üyesi Ray Manzarek'in arşivinden de yararlanarak çekilmiştir.

12 Nisan 2010 Pazartesi

The Blues Project / Projections



The Blues Project, 60’ başlarında kırsal kesimden şehir hayatına göçün nüksettiği, cebinde beş kuruş parayla giden ve birçok müzisyenin kırık gitarlarla köhne stüdyo odalarını bir saatliğine kiralamak için cebindeki son parasını sayan bir kuşağın, Bob Dylan’ın 1965’te resmen elektrogitara girmesiyle kabaran bir akımın küçük parçasıdır. Aynı sene Greenwich’ta ortaya çıkan The Blues Project, bir sene önce, 64’te dâhil oldukları compilation album (toplama albümü) ile sesini duyurmuş, country-folk müziğinin kırılıp kendini psychedelic akımın içine bıraktığı en üretken yılların içinden müzik piyasalarına girebilmesi açısından da ilginçtir.

Aslen sadece iki sene boyunca çalmış olmaları da üzücüdür. İlk albümlerini 1966’da Al Kooper ve Danny Kalb önderliğinde New York’taki “Cafe Au Go-Go” mekânında konser kaydı olarak çıkarmış, aynı sene çıkardıkları ilk ve tek başarılı albümleri “Projections” ile defteri açmadan kapamışlardır. Oysa ırk ayrımı bakımından, “beyazlara” nazaran siyahîlere daha çok “oturtulan” blues-rock türünün eşit şekilde dağılmasına da olanak sağlamış ve belki de bunun öncülerinden biri olarak da kabul görmüştür.

The Blues Project / I Can’t Keep From Crying (1966)


1967’de gerçekleşen Monterey Pop Festival’ine katılması ve aynı sene grup üyelerinin bir daha bir araya gelinmeyecek üzere ayrılması her şeyi daha anlamlı kılıyor. Evet, aktif olarak stüdyo albümlerine ara vermeden devam etmişlerdir, ama grubun hatırlanması gereken albümü olan “Projections” ile kariyer sınırlarını çok zorlamadan tadında bırakıp bitiren “orijinal” grup elemanlarının bir daha bir araya gelmemesi takipçileri için önemli bir unsur taşımış olmalıdır.

The Blues Project / Two Trains Running / Live 1981


Projections albümü bu bakımdan önemli bir anlam taşımaktadır:

1 “I Can’t Keep From Crying”
2 “Steve’s Song”
3 “You Can’t Catch Me”
4 “Two Rains Running”
5 “Wake Me, Shake Me”
6 “Cheryl’s Going Home”
7 “Flute Thing”
8 “Caress Me Baby”
9 “Fly Away”

"İlk Beş Şarkı" Sorunu


Nerede olursanız olun; ister gün ortasında, arabanın içinde kızgın bir güneşin altında trafiğin ilerlemesini bekleyin, şehrin uzak kaldığı bir ghetto’da gittiğiniz ve sabaha doğru bar çıkışında konuşamayacak kadar sarhoş, ama hayatınızın boktan gittiğini düşünebilecek kadar ayık olun, ya da az sonra bir adamın burnunu kıracağınız bir anda olsun, ya da henüz yeni uyanmış olun ve o gün ne yapacağınıza dair en ufak bir fikriniz olmasın, sizinle beraber tıpkı bir kuyruk gibi gelen geçmişinizden sıkıldığınızı fark edeceksiniz. Bunun aslında salt geçmişimiz olmadığı, daha derininde, geçmişi “tecrübe” yapan o ince çizginin dinlediğimiz şarkıların olduğunu, sevgililerimizden ayrıldıktan sonra koca bir sinema salonuna tek başına 16.45 matinesine gittiğimiz ve film hakkında en ufak bir fikir yürütemediğimiz veya hayalimizde dolaşan fötr şapkalı dedektifin yağmurlu bir gecede Brooklyn caddesinden birer hayalet gibi geçen silüetiyle dans ederken fark edecek, ardından kendimizi eski kutuları açıp eski plakları dinlerken bulacağız. Ve müzik bize tekrar aynı şakayı yapıp bizi masamıza götürecek ve bir şekilde dinlediğimiz en özel “İlk Beş Şarkı” listesini yazdıracak.

Çıkış yolum, sanırım hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceğim “İlk Beş Şarkı” listesini en sağlıklı şekilde yazabilmenin ipuçlarını bulmaktır. Ama bunun mümkün olmadığını biliyorum, bir şarkıyı diğerine seçmek kadar zor ve zahmetli bir iş yoktur.

O halde ne yapacağız? Her ay zevksiz listelerle karşımıza çıkan dergileri alıp bir şekilde kendimize bir yol mu bulmaya çalışacağız?

Bir “İlk Beş Şarkı” listesi yapmanın birinci yolu, şarkılarla tecrübelerimiz arasındaki ilişkiyi kesmektir. Şarkıları anılarımız üzerinden sınıflandırıp onlara farklı bakmaya başlamak kadar yanlış bir şey yoktur. Bu, bir filmi kitabına göre eleştirmek kadar “ters” bir şeydir.

İkincisi, en basitinden, şarkıları neye göre sınıflandıralım? Bir yandan Bob Dylan arka sokakta tanıştığı zengin bir kadına aşkını anlatırken, bir yandan da Neil Young artık yaşlandığını ve pis bir adam olarak köhne bir evde yaşamak istediğini 120.000 insan karşısında söylerken, siz hala hangi şarkıyı listeye koyacağınızdan emin değilsinizdir. Ve sonra bütün sınıflandırma eylemi daha da acıklı bir hale gelecek: Dylan mi, Young mı? Lay Lady Lay mi, Dirty Old Man mi? Pof.

Üçüncüsü, sevdiğimiz bir şarkıdan bahsetmek, bir yazarın kendi kitabını veya bir annenin çocuğunu anlatması kadar “cıvık” bir şeydir. Tabii ki gecenin bir vaktinde güzel bir kafayla sevdiğimiz bir şarkıyı arkadaşımıza önermek kadar güzel bir şey yoktur, ama sanırım çoğu zaman kendimizi kaybedip şarkıya yorumlarımızı katıp onu başka bir yere sürüklüyoruz.

Kitap güzelse okuyucu konuşur, şarkı da kendisi hakkında konuşması gerekir. Bizim değil.

Görüldüğü gibi, acı bir kahveyle kendimi hazırlamaya çalıştığım “İlk Beş Şarkı” listesinin gölgeleri karanlık ve umutsuz bir hal aldı.

Ama hepimizin sanırım karşı gelemediği o “liste” ve “en iyi” düşüncesi bizi daima en alakasız anlarda bulacak ve gene çeşitli sancılarla bir sürü şarkı eleyip günümüzü kurtaracağız.

Eminim herkesin cebinde günü kurtaracak bir şarkı vardır.

10 Nisan 2010 Cumartesi

Summer of Love


Summer of Love 1967 yazında San Francisco'nun Haight Ashbury mahallesinde başlayan ve kısa sürede Amerika’nın çeşitli şehirlerine uzanan bir kültürel ve politik ayaklanmadır. Medya tarafından konulan bu başlığın 1969'daki Woodstock Festival 'inde sona erdiği söylenir.

Bu sosyal fenomeni anlamak için Detroit ve Newark 'da gerçekleşen arbedeye de bakmak gerekir. Zira yaşanan olaylar Afro-Amerikan kesiminin 60'larda sıkıntısını çektiği ayrımcılık muamelesine karşı verdikleri tepkinin hat safhasıdır. Küçük bir eylem ile başlayan olay, dönemin başbakanı Lyndon B. Johnson'ın olay mahallesine askeri güç yollamasıyla büyür, sonuç: 43 ölü, 467 yaralı ve 7,200 tutuklanma. Bundan dolayı medyanın iki tarafa bölünmesi, kimilerinin “The Long Hot Summer” olarak da nitelendirdiği ayaklanma olarak da literatürde geçmektedir.

Haight Ashbury Mahallesi “Summer of Love” akımının merkez noktasıydı. Bu ana merkezi, Amerika’nın ve dünyanın çeşitli coğrafyalarına giden insanların “çıkmış oldukları yolun ortasında kendilerinden ve parçası oldukları akımdan emin olmadıkları zaman” başvurulan ve bir güvence ve rahatlık sağlayan mekân olarak görülebilir. Zira mahallenin kendisi bir “ghetto”dur, içinde kendine has insan grubunun yaşadığı, çeşitli uyuşturucuların denendiği, beden açısından olabildiğince özgür iradelerini kullanmayı seven ve bunu birer “entelektüel” olarak yapmayı amaç edinmiş bohem bir kitleye seslenir.

Akımın medyatik tarafı ikiye bölünmüştü. Bir taraftan Amerika’nın baskın medya tarafı, Haight Ashbury mahallesinde yaşananları bir “karşı kültür”ün uç noktaya varmış ifade özgürlüğü olarak nitelendiriyor, Hunter S. Thompson New York Times’a yazdığı tefrikalarla günbegün rapor veriyordu. Bir taraftan da bu “karşı kültürün” kendi medyası vardı; bunlardan en etkin ve popüler olanı ve 1967’de yarım milyon okuyucuyu kendine çekmeyi başaran “San Francisco Oracle” dergisiydi. İki tarafın medyası da farklı sebeplere ve işaretlere yoğunlaşsa da ikisi aynı yerde buluşuyordu: San Francisco’da bir şeyler oluyordu!

Lyndon B. Johnson'ın Amerika için sarf ettiği pozitif yaklaşım, iktidarda bulunan hükümetin halka ve gençlere takındıkları sevecen, iyimser ve çalışkan profilinin kırılmaya başladığı 67' yazının “hippie culture” çatısı altında başlayan, vazgeçilmez referansları olan LSD, “free love” ve Timothy Learty, Allen Ginsberg gibi yazarların da destek verdiği ayaklanmanın toplum tarihinde bir yaşam tarzına dönüşmesiyle ilginçtir. Amerikan gençliğinin ülkelerine karşı duymaya başladığı alienation (yabancılaşma) teriminin bir parçası olmamak amacıyla da kendi aralarında başlattıkları bu ayaklanmanın psikoaktif uyşturucu, cinsel özgürlük, yaratıcı ifade özgürlüğü gibi kırılgan ve soyut olgulara başvurmaları kimilerine göre salt eğlence, kimilerine göre de gerçekten amaçlandığı gibi bir ayaklanma olarak görülmüştür.

Öyle veya böyle, ayaklanmaya bir isim verilmeden ve biraz da dönemin ve toplumların bir “tesadüf” sonucu bir araya gelen akımların sonucu olarak da görülebilir. Zamanında akımın bir parçası olan insanların bugün "peki ne değişti?" sorusuna verilemeyen bir cevabın olması, belki de her şeyi daha acıklı yapmaktadır.

9 Nisan 2010 Cuma

Lovely Days Festival



10 Temmuz 2010'da İsviçre'de yapılacak olan festivale "Woodstock Festival"inde sahne almış Canned Heat, British Invasion gruplarından biri olarak kabul edilen The Spencer Davis Group ve tabii ki The Doors'dan Ray Manzarek ve Robby Krieger'in katılması ilginç.

http://www.lovelydays.at/

The Great Society / Conspicuous Only In It's Absence


The Great Society 1965–66 seneleri arasında San Francisco'da Grace, Darby, Jerry Slick ve David Miner tarafından kurulan psychedelic rock grubudur.

Aslında grup ne hiç bir zaman kesin bir tarihte kurulmuş, ne de kesin bir zamanda dağılmıştır. Zira grubun kendisi, Jefferson Airplane'de vokal olan Grace Slick’in önceki projesi olmuştur. Çalınan parçaların bazıları Jefferson Airplane'da bir başka yorumu olarak çalınmış ve stüdyo albümü olarak da piyasaya sürülmüştür; bunlardan bazıları “White Rabbit” ve “Somebody To Love”.

The Great Society / White Rabbit (1966)


Zor olan kısmı, bu iki şarkıyı farklı iki grupta da yorumlayan Grace Slick’in hangi versiyonu daha “çarpıcı” olmasıdır. Ama bu ayrımı yapmak da bir o kadar zordur; “White Rabbit”in The Great Society versiyonu daha uzundur, şarkı beş dakikaya yakın aynı gitar tonlamasıyla dinleyiciyi tuhaf bir şekilde kendine çekmeyi başarır ve şarkıya karşı bir merak oluşur ve bitime bir dakika kala sözler başlar ve şarkı sona erer. Bunun yanında Jefferson Airplane versiyonu, daha önce bahsettiğim gibi, çoğu 60’ ortası grubun parçalarında görüldüğü gibi kısacık ama daha akılda kalıcıdır, çünkü burada da sözlerin daha baskın ve dominant olduğu görülür, orkestra daha arka plana itilir. Bu noktada hangisi daha dinlemeye yatkındır, orası bir tercih meselesi.

The Great Society / Somebody To Love (1966)


“Somebody To Love” da aynı şekilde, The Great Society versiyonunda pek bir karakteristik özelliği olmayan ve 60’ kuşağın belirleyici müzik unsurlarını kullanmayı seven bir orkestra çıkar karşımıza ki bir şekilde bu her şeyi daha güzel yapar.

Tabii ki dinleyicinin iki şarkıyı Jefferson Airplane versiyonuyla tanıdığı için The Great Society versiyonunu tercih etmemek bir cevap olabilir, ama burada unutmamamız gereken şey Grace Slick’in ailesiyle birlikte kurmuş olduğu grubun henüz başlamamış olan bir akımın ilk dalgaları olmasıdır. Bu açıdan heyecanlı bir albüm olarak gördüğüm ve 1968’de çıkardıkları “Conspicuous Only In It’s Absence”’ın dinlenilmesini tavsiye ederim.

The Great Society / Sally Go Round The Roses (1966)


Conspicuous Only In It's Absence (1968)

1 "Sally, Go 'Round The Roses" (Stevens, Sanders) – 6:32
2 "Didn't Think So" (Slick) – 3:23
3 "Grimly Forming" (Vandergelder) – 3:53
4 "Somebody to Love" (Slick) – 4:27
5 "Father Bruce" (Slick, Slick, Slick, Minor) – 3:31
6 "Outlaw Blues" (Dylan) – 2:27
7 "Often as I May" (Slick) – 3:43
8 "Arbitration" (Vandergelder) – 3:58
9 "White Rabbit" (Slick) – 6:15

Grace Slick


Grace Slick, (1939- ) Jefferson Airplane, Jefferson Starship, The Great Society ve Starship gruplarının ana vokalidir. Aynı zamanda 30 seneye yakın solo kariyeriyle de tanınmıştır.
Sesini hep aynı ritimde tutar, kelimeleri uzatır, yavaş giden bir parçada birden patlar, sesini yükseltir, birden bire bambaşka bir havaya bürünerek sesini şarkıya göre değil, şarkıyı kendine göre yorumlamaya başlar ki o anda kendinizi psychedelic müziğin ne denli şakalar yaptığını fark edersiniz ve tuhaf bir zevk almaya başlarsınız. Çünkü şarkının nereden başlayıp nereye gideceğini hiç bir zaman kestiremezsiniz.

60'lı yılların psychedelic müziği çoğu toplumlar için "korkutucu" ve "yabancı" bir tür olarak karşılarına çıktığı için Grace Slick ve dönemin Amerikasının arasında daima bir samimiyetten kaçınmak isteyen eski kuşakların mesafesi sorun olmuştur. Ama Grace Slick’in bu "ne düğü belirsiz" akım olarak görülen ve uyuşturucu cereyanıyla şekillenen müziğin içine "nükteci" sözler sıkıştırması bence her şeyi daha eğlenceli ve ilginç yapmıştır. Şöyle ki: Henüz yeni yeni başlayan ve müzik, toplum, siyaset, başkaldırı, aşk, isyan, ne olursa olsun, dönemin toplumlarını ve içine rahatlıkla dâhil edebileceğim 68’ öğrenci ayaklanmasının oluşmasına katkıda sağlayan bütün karakteristik özelliklerini sıraladığımda "uyuşturucu" unsurunun bunun içinde epey bir rol aldığını söyleyebilirim. İnsanların anlamadıkları ve yabancısı oldukları şeyler karşısında korkmaları kadar doğal bir şey yoktur; 60' ortalarında başlayan "özgür irade" çatısı altında yapılmak istenen bütün eylemlerin bir şekilde insanların karşısına "eğlenceli" olarak sunulması gerekiyordu ve bunun en etkin yolu müzikti.

Bu noktada karşımıza Grace Slick çıktı. White Rabbit şarkısını ele alın: şarkı Alice In Wonderland’in hikayesini referans alır ve dönemin uyuşturucu dalgasına paralellik gösteren sözleriyle insanların içine önce bir "merak" sokar, sahnedeki duruşu ve sözleri, giyimi ve saçları, güzelliği ve vurdumduymazlığı, açıklamaları ve Amerika’ya karşı duruşu, hepsini bir arada topladığımızda ve zaten her şeye aç ve hazır bir kuşağın beklentisi karşısında San Francisco’da gerçekleşen “summer of love” başkaldırının gerçekleşmesi kaçınılmaz bir olay olarak görüldü. Çıkış yolum, toplumların yabancı olduğu bir şey karşısında onları kendinize çekmenin ve "rahat ol, aslında korkulacak bir şey yok" diyebilmenin özgürlüğünü hem yaptığınız etkin müzik ve sözlerle, hem de ikna edici ve samimi bir şekilde ulaştığınız normlarla kazanırsınız.

Bilinmesi gereken bir başka olay daha vardır Grace Slick 'in hayatında: halen pek de gerek yoktu ama "yapmış işte" dediğim bu olay dönemin Amerikan başkanı Richard Nixon ile alakalıdır. Zira Nixon'ın kızı Tricia Nixon, Grace Slick 'i beyaz saraya davet eder ve başkanla tanışması için bir "çay partisi" düzenler. Grace Slick yakından arkadaşı olan ve politik bir aktivist olan Abbie Hoffman'ı da yanında olmasını ister. İkisinin aslında yapmak istediği şey Richard Nixon’ın çayına "600 mikrogram LSD " koymaktır. Zira güvenlik görevlileri bunu fark eder ve plan suya düşer. Sonrası ise hâkim karşısındaki duruşmalar ve mahkemelerle devam eder. Ama olayın en ilginç yönü, bir müzisyen olarak beyaz saraya kadar davet edilmesi ve bunu olanağı bu şekilde değerlendirmesiydi.
Grace Slick halen hayattadır ve müzik dünyasının en önemli kadın vokallerinden biri olarak görülmesi gerekir.

Break On Through Article


It was just an exact same Sunday afternoon, like everybody used to do; the garbage man was collecting empty bottles, the kids were playing poker and one of them was just about to loose his last chip who’d probably take his girlfriend to a cheap-pornographic movie if he’d win, a mother was cleaning the dishes while she was imagining the handsome young army boys in the commercial she saw before the movie, her husband was chopping a tree and thinking roughly about last night’s game, how his team had been defeated by a last second shot, a dealer was selling his last weed for forty dollars to a young twenty year old girl who thought Mick Jagger was an asshole and there was a boy who was sitting in his room, smoking pot, listening to the radio and thinking about absolutely nothing! At this very exact casual and hot Sunday afternoon, the common point of all these people and the rest of the town which I cannot imagine to type it in lines was that, they all were listening somehow the station radio. No matter what they were caring for and how the sound was bumming into their ears, all of them were one of the members of thousand of people who’d presently listen the song that was a sandwich with a delight of certain respectful and tasty music correlations. The song was waiting in his mad wings in order to approach the town, like a big flash of lightning in the sky, shortly, but greatly pleased to be noisy.

The first specific sound had been known by Billy Higgins’s brazilian flavored drum opening, provided out of the blue, a triggering sound. The drum was like a short trailer of a mysterious movie that was distracting in seconds the whole attention of the town, like a blurry letter of a stranger that gives fear and curiosity at the same time. I could already imagine the coming thunder that would enlighten the town not with vision, but with mind. The following sound jumped off the page, suddenly, unexpected and without any hesitation, a familiar sound that had been known by Ray Charles, it contained all the characteristic features of a Latino piano base. The thunder continued to be louder and was ready to collapse with its own noise, like millions of dominos, to let fall down to the ground and be buried for good. And that was also the exact same time when it began to rain.

Even after tens of re-mastered releases, the song took up its characteristic position, aware of the fact that it was its first release. And it totally knew as much as anybody does, in no case, no matter where and how, it would never give the same enjoyment and experience compared to its first tune. In this light of awareness, it began to float up to the sky and turned back to the radio, and the third sound showed up, a young mad voice with a small number of lyrics, based on a day and night, destroy and divide, to run, to hide, to rip off and to be high, to simply break on through, and to be on the other side.

For no particular reason, somehow, people couldn’t imagine the sound as an act or movement, but as an ‘uninvited cabaret show’ that was moving forward into the town. When I lay down under the open sky and listen this song, I realize that each time I have to cut the bullshit and think despite all concrete facts that this sound was not invited. You can put this song into many different aspects or explanations; you can lean back in your seat and regard the lyrics as Michael Mc Clure said, “Exploration for consciousness through getting high, through strange psychedelics,” or regard through William Blake’s lines “The road of excess leads to the palace of wisdom.”, or identify the voice of Jim’s as Sinatra, who used the same microphone with the same masculine attitude, not to prove the song, but to simply go forward of the unique fact that “It has been written and there you go, this is the show the audience is going to watch.” Some say the song is about a clash between prudence and incapacity, likely for the lines of “The day destroys the night, night divides the day.” A struggle with darkness that leads in the end to a mysterious, strange and shiny world, leading to the first symptom that would be inevitably active in many societies through a lost and hungry generation.

Before Jim’s lines, Robbie and Ray are locking on in one track together and this provides a suitable sound decision and prepares you conspicuously for the input of the lyrics. And all of sudden, you bump into a lunatic and masculine voice; a voice that has not something important to say, but to go further with Robby Krieger’s changing riff of a Paul Butterfield Song “Shake Your Moneymaker”.

What makes everything better and hard is that the song is short, like the British Invasion bands, The Animals or The Kinks who used to play mostly for about 3 minutes. And the harder part is in the lyrics, they repeat in the same angry voice but never end up in a last sentence that would give a conclusion about what the audience just listened about. And at this point, this ambiguous and cloudy mood turns into a big curiosity against Jim Morrison. He had somehow this patience and confidence both against the audience and to the other members of the band (especially to John Densmore who had a slight grudge against Morrison) that we all have a lot of time to understand each other and should enjoy the show in the most wildest way.

In the simplest sentence, Break On Through was a song like a zip file which contained all characteristic features of the mid-sixty’s arising generation. And don't forget: If you’re going to make a long trip, make sure you take along all your needs. It’s up to you with which songs you want to go along with, but make sure you take your toothbrush.

8 Nisan 2010 Perşembe

Hello

I catch myself in the most far out moments, that I would take the risk to live my life stuck in the sixties. There’s no “big” or “unexplained” reason for doing this, I simply like the mood, the people, the words, the music and everything which embraces the era.
But furthermore, whenever I ask to my dad or mom something about that time, they somehow turn their heads and start to talk about something else and there I am again, sitting all alone with Jim Morrison, trying to catch a few words from him. The inner mystery lays in this taboo I think, that “Yeah we did a lot of mess, but now let’s move on to our lives and see how it works,” And I’m quite sure they catch themselves as well as me, that those times were somehow different.
The difference of the sixties arises from a dull and depressive period of the fifties. Yes, there was Elvis, Chuck and those unique movies. But think as a metaphor, they all were black and white and people were suffering from a lack of color. And of course, the fact that the generation who “ruled on his own bureaucracy” in the sixties were the children of the parents who went and witnessed the Second World War. The sixties generation corresponded in the most slightest time of the post-war generation, and in a sense, being a part of the post-war period is something dangerous and dreadful to old generations.
Suddenly, the drugs appeared and the usage was countless and increased till’ the mid 70’s. A snowball had started its progress with taking the drugs and music. Martin Luther King was shot, Dylan went to electric in 65’, two years later The Monterey Pop Festival and Woodstock in 69’. All this specific years took its energy and confidence with a huge of attendants who would do anything to experience something new and simply, to be happy in the most available opportunity.
In this sense, I’m not a “fan” of this sixties era, but I’m a fan of this curiosity and generation who believed they could live their lives smiling and waving to their parents’ generation as saying “fuck off” and create a new sense of saying “fuck me” to be happy.
As Jenny Diski states in her book: “Older people of all classes were horrified at the waste and lack of quality, but that was part of the pleasure for us: to see the shock and disapproval and bafflement in the eyes of the generation who had scraped by and lost all kinds of treasures during the war, and discovered when it was over that they still had to make do and mend: a generation who genuinely valued the patina o age.”