20 Nisan 2010 Salı

Led Zeppelin IV



İki buçuk sene içinde çıkarılan dört albüm, haber verilmeden, önceden tanıtılmadan, tıpkı evrende yaşandığına inanılan ve tek açıklaması Büyük Patlamayla birlikte oluşan bir kuvvet gibi, güzergâhı şans eseri çizilen ve hazırlıksız yakalanan bir kuşağın merakıyla tanıştık. Alt katta saatlerce susmayan bir bebek ağlaması, üst komşunun akortsuz piyanosu, yağmurla beraber akıp kaybolan tonlarca söz, dört adam ve Led Zeppelin…

Eğer şarkıların hepsi topyekûn bir hikâye oluşturuyorsa ve biz insanlar bunları dinleyerek hikâyenin bir parçası haline geliyorsak, bu hikâyenin sonundan başlamak gerekir. Zira bütün hikâyelerin başı saf, temiz ve heyecanlı bir bekleyişin ilk adımlarıdır; ama şahsen başı beni pek de ilgilendirmiyor, çünkü yazılacak kelimelerin gölgesi bu dört adamın geçmişiyle hiçbir zaman ilgilenmedi. Hikâye Led Zeppelin ile başlayıp onunla bitmektedir, bu açıdan pek de heyecanlı bir yazı okumayacaksınız.

1971 gibi zor bir seneden bahsedelim. LSD kullanımı istatistiklerin çıkardığı grafiklerden ötürü başka bir tehlikeye işaret ediyordu, artık toplum içinde meşru bir yer kazanması, Rock müzik ve cinsel özgürlük açısından ayrılmaz bir rol oynaması, hem dönemin hükümeti, hem de sosyal güvenlik kurumların kontrol altına alamadığı bir tehdit oluşturuyordu. Bir sene önce Jimi Hendrix ve Janis Joplin hayatını kaybetmiş, bir sene sonra da Jim Morrison’ın beklenmedik ölümü herkesi şaşırtmıştır. Bir hayat felsefesine inanan milyonlarca insanın içine kurt girmiştir bile ve bunun en etkin aktörlerinden biri olan bu müzisyenlerin ölümü salt “kaybedilmiş sanatçı” olarak değil, daha da ötesinde, “Acaba ne yapıyoruz?” gibisinden özeleştiri buyuran sıkıntılı senelerin başlangıcına işaret ediyordu. 60’ların ayrılmaz aktörü LSD hikâyeyi nerede bitirecekti?

70’ler bu açıdan ilginçtir, 60’ ortalarında başlayan ağır psychedelic öğeler müzik dâhil, hayatın her alanında başka bir şekil vermekle kalmıyor, yavaş yavaş merakını kaybettirip başka bir ortam yaratıyordu. İşte, tam da bu “geçiş” zamanı dediğimiz ve hayatın her alanında insanlardan tanık olunan muğlâk havayı biraz olsun kıran Led Zeppelin, insanlara bir “sığınak” sunarak dört serili albümlerinin sonuncusunu çıkarmıştır.

Led Zeppelin’in dördüncü albümü bir anlamda bize bir şey kanıtlamıştır: Jimmy Page’in grup içindeki dominantlığı sayesinde 60’lardan sonra ayakta kalan nadir “ağır taşlar”dan biri haline gelmiştir. Psychedelic unsurları şarkılarında fazla ön plana koymadan, ama koydu mu tam koyan ve uzun bir süre sadece aynı ve tek unsurla müzik yapan Zeppelin, belki de değişen akım ve zaman karşısında eğilmeyen tek grup olmuştur. Daha da ötesinde, dördüncü albümün asıl başarısı, akımlar arasında sanki dans eden Plant – Page ikilisi, seyircinin kulak zevkini önemsemeden, kâh Blues, kâh Psychedelic, kâh “ne düğü belirsiz bir havanın içine bürünerek” diye eleştiren Creem dergisi yazarların türüne hala karar veremediği ve bence tek yolu “Led Zepplish” diyebileceğimiz bir albümle çıkmışlardır.

Albümün ikinci kısmı, ilk şarkısı olan “Misty Mountain Hop”u ele alın; şarkı dört buçuk dakika aynı piyano ritmiyle devam edecek bir girişle başlar, ardından Page gitarıyla başlar, sonra davullar ve Robert Plant devreye girer, sanki tam hız yokuş aşağı giden bir bisikletteymişsiniz gibi ama aynı zamanda soğukkanlılığını koruyan bir edayla söylenen sözleri dinleriz. Arada bir dinleyiciye “fake” atar, beklenen bir girişi uzatır, ardından beklenmedik bir soloyla bambaşka bir hava katar. Ve en önemlisi, kısa sürede dinleyici arasında meşrulaştırarak kabul ettiren bir üslup ve dille başarır bunu.

Aynı havaya “Rock & Roll” şarkısında da tanık oluruz. Arka fondaki bütün enstrümanlar tam hız şarkıya devam eder, Robert Plant bir yerinden şarkıya dâhil olur ve söz – enstrüman bakımından zıt görünen bir ilişki hissedilir, ama her şeyi daha güzel yapan da bu değil midir?

“When The Levee Breaks” albümün son ve en ağır şarkısıdır. Sanki yerçekimi yoktur, yavaş yavaş, acele etmeden, kendinden emin ve dominant Blues öğeleriyle kaplı bir girişle başlarlar, ardından Plant “erotik” bir sesle “psychedelic”Sİ diyebileceğim bir yorumla şarkıya yön verir.

Ve tabii ki “Stairway To Heaven”, yavaş bir folk havasıyla başlayan ve sakinliğini parçanın başındaki gibi korumayan, Zeppelin parçalarında sıkça karşılaştığımız o “dengesizlik” havası şarkının bitmesine iki dakika kalan atılan soloyla hissedilir ve parçanın nasıl başladığını hatırlamazsınız bile. Başka bir yönden bakarsak, parça bir şekilde mensubu oldukları kuşağın eleştirisini yapar; zira bir kızın uyuşturucu dalgasına kapılarak kendi ölümünü hazırladığını anlatır, ama dönem o kadar renkli ve heyecanlıdır ki, ölüm bile bu festivalin bir parçası olarak algılanmıştır. Sanırım 60’larda yaşanılan bu illüzyonun başka bir tarafı da bundan ibaretti, Plant’in dediği gibi: “There’s a lady who’s sure / All that glitters is gold / And she’s buying a stariway to heaven”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder