28 Aralık 2010 Salı

Beady Eye Takibine Devam: Four Letter Word

Beady Eye üzerine çeşitli eleştiriler devam ediyor: Müzik kalitesinden şüphe duyanlar, ikna edici olmayan duruşları, parçaların fazlasıyla aynı çizgide devam ediyor olması ve bir noktadan sonra dinlenilmeyecek kadar kendini tekrarlayan nakarat ve gitarların kafa şişirmesi. 28 Şubat'ta çıkacak olan 'Different Gear, Still Speeding' albümünün açılış parçası olarak seçtikleri ve geçen hafta grubun resmi internet sitesine koydukları 'Four Letter Word' klibi, grubun tanıtımı açısından önemli bir fikir vermektedir.

Beady Eye / Four Letter Word (2010)


Grubun aşağı yukarı önümüzdeki aylarda bizlere ne türde bir imaj sunacağını anlamaya çalışıyoruz. Liam Gallagher'ın agresif ve umursamaz vokali, arka ve ön planlarda yoğun bir şekilde görülen 60'lar fantezisiyle uyum içinde, İngiltere'nin 'Mod Subculture' çatısı altında uyarlanan ve kanımca kendi alanlarında 'istediklerini yapabilmiş' bir müzik ve konsept içinde devam ediyorlar.

Önceki yazımda da belirttiğim gibi, Beady Eye, kesinlikle Oasis grubunun bir uzantısı olarak karşılaştırılmamalı; Liam Gallagher'ın obsesif bir şekilde sürdüreceği John Lennon ve 60'lar takıntısı, önümüzdeki aylarda karşımıza farklı yerlerden çıkacak.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Record Collector VII: Johnnie Jackson and The Blazers / The Psychotics / Elmer & Brenda Parker and The Nite Lighters

Yaklaşık iki sene önce okuduğum bir anonim öyküde, belki de çok yabancılığını çekmediğim ve tuhaf bir şekilde zevk aldığım bir adamın yaşantısı yazıyordu. İkinci el plak ve eski müzik dergilerine karşı duyduğu obsesif takıntısı, iğneyle kuyu kazar gibi teker teker dinlediği parçalardan çıkacak olan yazıları ve sabahladığı günleri takip eden başka uzun gecelerin küçük törencikleri arasında bir yerlerde kurmuş olduğu bu hayatın neresi çekiciydi?

Eski gazeteleri ve plakları üst üste dizmekten, odasında adım atacak yer bulamıyordu. Bir tür labirente benzeyen duman altı odasında yoğun bir küf ve toz kokusu hâkimdi. Üzerindeki bornozunun cebinde sakladığı ıslak tütünleri ara sıra masanın üzerine koyuyor, bir sarma sigara sarıyor, kocaman kulaklıklarını takıyor ve tekrar – maksimum üç dakikalık garage / pop – parçalarını dinleyerek yirmi senedir uğraştığı o ‘kusursuz liste’ hayaline bir adım daha yaklaşıyordu.

Kimseler girmesin diye kapısının kilidi yoktu, ancak kendisinin de bu odadan çıkamayacağını da hesaba katmış mıydı? Ucuz b-side plakları ve uykusunu getiren yoğun küf kokusu belki de ona yardım edebilecek son dostlarıydı. Hikâyenin acıklı tarafı yalnız olması değil, belki de ‘kusursuz liste’ hayalinin gerçekleşemeyeceğini adım be adım anlamaya başlayıp panikle daha çok parça dinlemeye başlamasıydı. ‘The Dark Side of Vinyl Collection’ adında bir kitap yazmayı bile düşünüyordu, ama bir şekilde, hiçbir şeye zaman yoktu ve hayata dair her şey oldukça yoğun ve kalabalıktı.

Soul müziğin eski tüfeklerinden Johnnie Jackson and The Blazers tayfasının ‘What You Gonna Do’ parçası, ardı ardına açılan parçalar ve çeşitli funk / soul grubunun tuhaf hikâyeleri arasında kendini göstererek gecemi tavlamıştır. Senesini kestiremedim, ancak gitarist Andy Dyson’ın aynı parçayı 64’te canlı bir performansta çalması, aşağı yukarı 61-63’ seneleri arasında piyasalara ‘single’ olarak çıktığını gösteriyor. Sersem ve aylak temposu parça boyunca sürüyor, vokal Merle Spears’in ‘ikna edici-paylaşımcı-hikâyeci’ tarafı soul müziğiyle tencere-kapak uyumu sağlıyor, kesinlikle dinlenilmesi gereken parçalardan bir tanesi.

Johnnie Jackson and The Blazers / What You Gonna Do


The Psychotics grubunun 66’ senesinde piyasalara sürdükleri ‘If You Don’t Believe Me, Don’t’ parçası, gene dinlenilmesi gereken bir başka şarkı: Parçanın merkezinde hissedilebilen kızgınlık ve teslimiyet arzusu, genellikle garage parçalarında görülmeyen tuhaf bir bluesy havası katmış, belki de nadir örneklerinden bir tanesi. Vokalin yavaşça ve acele etmeden söylemesi, ister istemez garage türlerindeki kızgınlığın başka bir şekilde sunulabildiğini gösteriyor.

The Psychotics / If You Don't Believe Me, Don't (1966)


Gene senesini kestiremediğim, ancak ‘disco era’ dönemine yakın olduğuna inandığım, tahminimce 60’ sonlarına tekabül eden eğlenceli bir funk / soul parçası ‘Go To Get Back To Louisiana’. Brenda Parker’ın büyük bir sabırla söylediğini düşündüğüm arka vokali, parça boyunca süren kaypak ve bluesy havasıyla dinleyiciyi içinde tutuyor, araya sıkıştırılan saksafonlar ve davulun standart vuruşları, özlemini duyduğum R&B müziğinin bir başka tarafını gösteriyor gibidir.

Elmer & Brenda Parker and The Nite Lighters / Go To Get Back To Louisiana


Dinleyin, dinlettirin.

23 Aralık 2010 Perşembe

The Asteroids Galaxy Tour / Fruit (2009)



Psychedelic Pop müziğin 2010 senesinde devam ettiğini iddia etsek bile, bunun olabildiğince 'naif' olduğunu söylersek yanlış mı olur? Kimine göre naif, kimine göre 'oldukça fazla' bile kaçabilecek bir müzik sunan The Asteroids Galaxy Tour tayfası, henüz 2009'da çıkardıkları 'Fruit' albümüyle piyasalarla tanışmıştır. Tabii ki grubu göklere çıkarma peşinde değilim (zira grubun peşindeyim evet) ancak icra ettikleri müzik ve vokalist Mette Lindberg'un yazmakta olduğu sözler karşısında alınlarının tam ortasına bir 60'lar damgası vururken buldum kendimi.

Danimarka / Kopenhag'dan gelen TAGT, yapmakta oldukları basit ama çalgısal olarak kompleks müziğiyle aklımıza ister istemez 60'ların pop çatısı altında üretilen funk/psychedelic müziğini hatırlatıyor. 'Satellite' parçası, zamanında oldukça yoğun Hint merakı üzerinden üretilen müziğin bugünkü pop/psychedelic müziğine nasıl geçiş yaptığını gösteriyor gibidir. Saksafonunu utanmadan müziğin merkezine koyuyor olmasıysa, belki de grubu takip etmek için başlı başına bir neden olmakla beraber, 'acid jazz' çatısı altında günümüzün yer altı gruplarına da bir tür meydan okuduklarına da işaret etmektedir.

Albümün favori parçası 'The Golden Age', gene baskın saksafon ve elekro gitar ikilemesiyle ilerliyor ve Mette Lindberg'un sade ve akılda kalıcı 'funkish' sözleri karşısında çok da bir tercihimiz kalmıyor ve adeta "Bizi takip edin" dedirtiyor. Açılış sözleri, belki de Dyke and The Blazers'ın kırk sene önce başını çektiği Broadway Scene zamanlarını hatırlatıyor:

I wish I lived in the Golden Age/
giving it up on the Broadway stage /
Hang with the rats and smoke cigars /
have a break wit Frank and count the stars /
Dressed to the night / we've had to much /
Shiny jewels / casino cash /
Tapping feet / wanna take the lead /
A trip back in time is all I need /

The Asteroids Galaxy Tour / The Golden Age (2009)


Klipte karşılaştığımız psychedelic tercihlerse, "kitsch" olarak görülenin ironikçe kabul edildiği bir dönemin çok sonralarına, günümüzün müzik endüstrisinde ne kadar rahatça hareket edilebilip bir 'başka dünya' içinde eğlenmenin özlemini gösteriyor gibidir. 'Amsterdam Acoustics' çatısı altında söyledikleri Satellite ve The Golden Age parçalarının akustik versiyonları da bir o kadar iyi.

Çıkış parçası olan 'The Sun Ain't Shining No More', gene Lindberg'un naif ve bir şekilde aksi sesiyle favorilerin başında.

The Asteroids Galaxy Tour / The Sun Ain't Shining No More (2009)


Dinleyin, dinlettirin.

12 Aralık 2010 Pazar

Bob Dylan'ın Sözlerini Satın Almak



60'ları satın almak, en kişisel olanından en bilindik olanına kadar giden bir süreç: Amerika'nın en zengin koleksiyonerlerinden biri olan Adam Sender, çok yakında 64' senesinde piyasalara sürülen The Times They Are A-Changin' parçasının orjinal el yazısı nüshasına sahip olacaktır.

Kenarları yırtık sayfanın sözleri bile birazcık olsa da dağılmış.

Ama sanırım bu kağıt parçasının satın alınacak olması başka bir şey anlatıyor gibi.
Parçanın milyonlarca insana hitap etmesine zıt, mahrem bir çatı altında yazıldığını ve tahminimce parçanın adını sonradan koyduğunu düşündüğüm bu nüsha, belki de bir takım şeylere sahip olmanın ne kadar bencilce olduğunu hatırlatıyordu.

Müzayedeyi düzenleyen ve içine komisyon odasının hesaplarını da dahil eden bir takım kişilikler, bu günlerde bu kağıt parçasından gelecek olan parayla ne yapacaklarını düşünmektedir.

Zira koleksiyon parçası olarak kabul görülen bu kağıt parçası, dönem ve müzikle yakından uzaktan ilişkisi bulunmayan statüsü coşmuş adamların eline geçmektedir. Bunun haberini yapmak, başlıklara kişiliklerin öznesini ön planda tutarak biraz daha fazla para kazanan diğer haberciler de, belki kırk sene önce bu adamdan neden nefret edildiğini de yazar.

Ama bu açıdan bakmak kimsenin işine gelmez: Kağıt parçası 422,500 dolara satın alınacak.

Bu sözler hepimizin, farklı yer ve zamanlarda, bir şekilde, hepimiz bu parçayı dinledik. The Times They Are-A Changin', haklısın sen de.

10 Aralık 2010 Cuma

Record Collector VI: Iron Butterfly / Jimmy C & The Chelsea Five / Jr Walker & The All Stars

Çiğ et, kokuşmuş balık ve geride kalan başka kötü kokuların yarattığı politika sevdası: Komik günler yaşanmaktadır, İstanbul ve Ankara arasında gidip gelen bir polis-devlet rüyası, takım elbiselerinin içinde büründükleri bir otuz bir hikâyesi ve onları seyrederek zevk alan başka kişilikler. Müziğe daha önce hiç duymadığımız kadar ihtiyacımız var, farkında olmadan yapmaya devam ettiğim çeşitli Top 20 listelerinin sabırsız çırpınışı ve uzaklardan duyulan başka bir polis sireninin tehditkâr bakışları arasında bir yerlerinde, belki de dik bir tepenin yamacına ulaşmaya çabasıdır bütün bu hikâyenin anlamı. Abartmak gerekiyor belki de, daha önce hiç abartılmadığı kadar, dinlemek, sabır göstermek, bir daha, bir daha ve bir daha yazmak gerekiyor, tabii ki, daha önce hiç yazılmadığı kadar.

Halkını bir tür ‘fuck body’ olarak görmekten hoşlandığını itiraf edemeyen insanların içinde yaşamaktayız, nereye varacağını bilemediğim ve bütün bu 60’lar cereyanını bir tür macera olarak görmekten alıkoyamadığım bir tarafım, belki de sizlerin bugün bu insanların yanından geçtiğini söylüyor ve umarım evinize rahatça vardığınızı diliyor.

Iron Butterfly / In A Gadda Da Vida - Part 1 (1968)


Iron Butterfly / In A Gadda Da Vida - Part 2 (1968)


Zaman kaybetmeden, listeye ‘vurucu darbeyle’ girmek gerekiyor bu yüzden: Iron Butterfly / In-A-Gadda-Da-Vida parçası, 1968 senesinin en güzel dönemine tekabül etmektedir: Atlantic Records plak şirketinin belki de The Doors’dan sonra piyasalara tanıttığı en başarılı ve ‘kısa dönemli’ psychedelic rock grubudur. Ahmet Ertegün’ün Iron Butterfly tayfası yüzünden birden fazla plak şirketiyle arasının açılmasına şaşırmamalı: Albüm kaydı toplam on yedi dakika süren bu tuhaf yolculukta, sıkılıp yorulmadan ve en önemlisi utanmadan on parmağıyla org klavyesine sonuna kadar yüklenen Doug Ingle ve davullarına tıpkı bir aşk-nefret ilişkisi gibi teker teker vuran Ron Bushy’nin halen aramızda olmasına sevinmeliyiz. Ve tabii ki can alıcı soruyu belki de şöyle sormalıyız: Yumurta-tavuk sorusuna paralel, Iron Butterfly miydi bu akımdan çıkan, yoksa akımdan çıkan Iron Butterfly miydi?

Garage müziğinin ‘evi’ Dallas / Texas bölgesinin can sıkıntısından şans eseri ortaya çıkardığı Jimmy C & The Chelsea Five tayfasının 64’ senesi kaydı olan Leave Me Alone parçası, belki de Beatlemania çılgınlığının tuhaf bir şekilde tuhaf yerlere sıçradığını söyler gibidir. Nakaratları topluca, parçanın gerisini tek başına söyleyen Scotty Celsur’un kurmuş olduğu bu grubun ne yazık ki devam edememiş olması üzücüdür, ama okumuş olduğum son röportaja göre keyiflerinin gayet yerinde olduğu da kayıtlar geçilmelidir.

1964: Pespaye çalışı, acele etmeyişi, köhne bir caz barda konser verdiğini biliyor olması ve bundan daha büyük bir hazın olmadığını fark ediyor olması, belki de ‘Junior’ Autry DeWalt Mixon Walker isimli müzisyenin senelerce ‘underrated’ bir grup olarak kabul edilen Jr Walker & The All Stars tayfasıyla neden vakit geçirdiğini anlatır gibidir. Cleo’ Mood / Shotgun / Tune Up / Road Runner gibi lezzetine doyum olmaz akıl kaçırtıcı Soul / R&B parçalarıyla uzun yıllar boyunca Motown plak şirketiyle çalışan ekibini şiddetle dinlemeyi öneririm.

Jimmy C and The Chelsea Five / Leave Me Alone (1964)

9 Aralık 2010 Perşembe

Help! The Captain Threw Up



Henüz 2009’da bir araya gelen Ozan Çanak, Uygar Çetiner ve Mert Hocaoğlu üçlüsüyle müzik, 60’lar, sektör ve gelecek hakkında lafladık, eğlendik. Calm Cow, Silver Dust ve Hostages and Refugees gibi parçalarıyla çalgısal / deneysel türleri arasında gidip gelen ve 60’ları es geçmeden, kendi deyimleriyle “klasik rock tınılarından” söz eden Help! The Captain Threw Up grubu, yakından takip edilmesi gereken, İstanbul’da ikamet edip yeterince tanınamamış gruplardan sadece bir tanesi. Peyote’de gerçekleştirdiğimiz röportajın belki de ana sonucu, müziksiz bir dünyanın düşünülemez olmasıydı. 22 Aralık’ta Kertenkeleler ile Dogzstar’da çıkacak olan Help! The Captain Threw Up’u izleyin, izlettirin.

Grubun ismi ortaya nasıl çıktı?
Ozan Çanak: Bir akşam stüdyodan çıkmıştık, Peyote’de Eskiz konserine gelmiştik ve yolda yürürken grup ismi düşünüyorduk çünkü Miller Music Factory yarışması vardı. Ona katılmak için en azından bir grup ismi koyalım diye düşündük. Yolda gelirken de birbirimize saçma sapan grup isimleri önerdik. Sonunda Uygar bana “Kaptan kustu” dedi, “Bunun İngilizcesi neydi ya?” gibi bir muhabbet başladı, zorlaya zorlaya bir şey bulduk sonunda.



My Space sayfanıza “60’lı ve 70’li yılların klasik, saykodelik rock tınılarından izler taşımaktadır” demişsiniz. Parçaları çok beğendim ama daha çok psychedelic öğeler bekledim açıkçası, mesela Velvet Underground’un yirmi dakikalık kayıtları vardır, pek bir yere varmaz, zor da dinlenilir ama yapmışlardır. Sizler daha “dinlenebilir” bir şekilde sunuyorsunuz, ama Türkiye’de böyle bir müziğin az olduğunu varsayarsak 60’lar üzerinden gitmek daha yararlı olmaz mı?
O.Ç: Parçaları yazarken aslında o kadar kontrollü yapmıyoruz her şeyi. Daha yeni yeni başladık “Burası şöyle olsun, böyle olsun,” diye, daha çok amatör kafada yapıyorduk bir sürü şeyi. Mesela ben Mert’in yazdığı basları kayıtlarda duyuyordum normalde, “Aa güzel olmuş ya,” diyordum ve bir şekilde başlıyorduk.
Uygar Çetiner: Bir şarkıda başka bir şarkı için davul bulduğum oldu mesela.
O.Ç: Bunları çok düşünmüyorduk işte ama yavaş yavaş bu tür şeyleri düşünmeye başladık artık, yeni parçaları daha uzun tutmayı düşünüyoruz, bazı yerleri daha uzatıp daha farklı yapacağız, zamanla oluyor bu tür şeyler.

Gene sayfanızda Calm Cow parçası için yaptığınız bir video klip var, şarkılarınız çalgısal olduğu için sadece enstrümanları çekmişsiniz. Onu da çok beğendim. Albüm çıkarma hayaliniz var mı?
Mert Hocaoğlu: Tabii öyle bir şey isteriz. Sonuçta başlarken böyle bir amaç uğruna başladık, ama şu an programımızda öyle bir zaman yok, duruma bağlı biraz.

Türkiye’de reklam üzerinden giden bir müzik sektörü var ve sizler henüz çok yeni bir grupsunuz. Bunun yanında tahmin edebileceğimizden çok grup var ve bir şekilde bu gruplara zor ulaşıyoruz. Acaba tanıtılmıyor mu?
O.Ç: Aslında bizim reklam piyasasıyla henüz bir alakamız yok, belki de bundan kaynaklanıyordur, Dogzstar’da çalıyoruz en fazla, oradaki ahali ve oraya gelen insanlar tanıyor bizi.

Dogztar, Peyote, Bronx gibi kulüplerin böyle bir önemi oluyor bir sürü grup için.
U.Ç: Tabii ki, zaten üç beş tane mekân var İstanbul’da, Arka Oda ve Nublu da dâhil edilebilir buna, ama seyirci olmadan zor yürüyor bu işler.
O.Ç: Paraya dönük bir olay, bu yeni bir şey değil, ama kendi zevklerine dönük de bir şey. Sonuçta bundan kırk sene önce Velvet Underground kayıtları sattıysa ve bu işten insanlar para kazandıysa bugün de kazanabilir. Önemli olan öyle bir ortamı en iyi şekilde kurabilmektir.
U.Ç: Duyulduktan sonra dinleyici kitlesi kendiliğinden oluşuyor zaten, kaç milyon insan var ortada, mutlaka başlıyor bir noktadan sonra.

My Space sitesi bu alanda önemli mi sizce?
O.Ç: My Space’in çok bir katkısı yok. İnternet tabii ki güzel, insanlara ulaşabiliyorsun ama konser veren bir grupsan ve amacın kendi kendine müzik yapmak, insanlar dinlerse dinlesin değilse, internet çok etkili olmuyor bence. En azından çok popüler olmayacak gruplar için diyelim.

Eskiden cover çalıyordunuz, neler çalardınız?
M.H: 60’lar / 70’ler: Beatles, Jimi Hendrix, The Who, Led Zeppelin gibi grupların temel parçalarını çalardık.
O.Ç: Onur diye bir arkadaşımız vardı o da vokaldeydi, şimdi turizm acentesinde çalışıyor.
U.Ç: Brit-Rock grubu kuracaktık güya sonra yalan oldu!
O.Ç: Bir de Ozan diye bir arkadaşımız vardı, çok iyi gitaristi, şimdi o da bize katılacak konserler için.



O zaman siz üç kişi durmayacaksınız, önemli bir şey.
O.Ç: Zaten besteleri üç kişi yapıyoruz, konserler için de beş kişi oluyoruz. Klavye koymayı düşünüyoruz. Bunun yanında solo atmayı pek sevmiyoruz açıkçası. Aytaç diye bir arkadaşımız var, o da pek hoşlanmaz. Klavye konusunda sololar olmaz o yüzden, pek saykodelik olmaz ama gene de andırır.
M.H: 60’ / 70’lerden etkilenme olayı da biraz içimizde var aslında, yıllardır hem dinlediğimiz, hem de çalmayı sevdiğimiz için kendiliğinden gelişiyor o tercihler.
O.Ç: Bu arada saykodelik müzikten neden o kadar etkilenmediğimizi söylemek istiyorum: Bizim 60’lardan aldığımız temel dürtü Beatles ve adamlar o kadar saykodelik çalmaz aslında, daha “kontrollü” çalmayı tercih ederler.
U.Ç: Ama gene de hepimizin içinde bir Pink Floyd yatıyor.

O zaman son olarak bir Top 3 yapalım: 60’lardan favori albümünüz ve canlı olarak görmek istediğiniz grup?
U.Ç: Favori üç albüm: Pink Floyd – Meddle (1971) / Pink Floyd – A Saucerful of Secrets (1968) / The Beatles – Revolver (1966)
Canlı performans: David Gilmour – Meltdown Festival (2001) / Pink Floyd – Pompeii (1972) / The Beatles – Çatı Konseri (1969)
O.Ç: Favori üç albüm: Pink Floyd – Animals (1977) / The Beatles – Abbey Road (1969) / John Frusciante – The Empyrean (2009)
Canlı Performans: Band of Gypsys – Fillmore East (1969) / Pink Floyd – Pompeii (1972) / The Who – Royal Albert Hall (2000)
M.H: Favori üç albüm: The Who – Quadrophenia (1973) / The Doors – Morrison Hotel (1970) / The Beatles – Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band (1967)
Canlı Performans: Pink Floyd – The Wall konserleri / The Beatles – Pompeii (1972) / The Beatles – Çatı Konseri (1969)

Help! The Captain Threw Up: http://www.myspace.com/helpthecaptainthrewup

6 Aralık 2010 Pazartesi

Düşük Bütçeli Filmlerin Dayanılmaz Güzelliği III: First Spaceship On Venus / The Frozen Dead / The Plague of the Zombies

Hoşlanmakta olduğu kızla gerçekleşecek ilk buluşmasını izlediği düşük bütçeli uzay-korku filmi yüzünden unutması doğal bir şey miydi? Çok sonraları, yaklaşık iki kilo yediği patlamış mısırlarını dişlerinin arasından ayıklarken aklına gelmesi ve hayal kırıklığı duygusunu gece izleyeceği bir başka filmle kabartmak istemesine ne demeliydi? Ucuz garage plakları, ikinci el retro seks dergileri ve düşük bütçeli uzay filmleri etrafında dönen hayatın neresi acıklı, neresi eğlenceliydi?

Geçen hafta, hiç ummadığınız insanların bile meraklı gözlerle NASA’nın açıklamasını dinlediğine şahit olmak ilginçti. Daha da ilginci, merakın ana kaynağının konuyla ilgili olmadığını, daha ötesinde, acaba Carl Saganvari bir senaryonun gerçekte olup olamayacağını görebilmekti: Yeşil başlı küçük adamlar ve belki de tek gözlü bir yaratığın gerçekten dünyaya gelmesi halinde, insanların ne tür durumlarda bulunacağını hayal etmek bile, başlı başına büyük bir hayal gücü eğlencesidir.



Alman-Japon ortak yapımı First Spaceship on Venus (1960), tahmin edilebileceği üzere, Dünyaya Venüs’ten gelen bir uzaylının başlatmış olduğu bir kaos filmidir. Tabii ki insanlarımız uzaylıyı izlemekle yetinmeyecekti: Kısa bir sürede inşaat edilen özel bir uzay istasyonundan Venüs’e giden on astronotun yaşadığı tuhaflıklar silsilesi ve merkezinde yatan korkunç bir hayal gücü, bizleri gene yapacağımız işleri unutturup kendi dünyasına götürecekti.

The Frozen Dead (1967), öte yandan bambaşka bir senaryoyla karşımıza çıkıyor: Laboratuarından çıkmayan deli bir profesör, yaklaşık elli ölü Nazi askerinin kafalarını bir tür soğutma makinesinde dondurup uyutuyor. Seneler sonra, üçüncü imparatorluğu başlatmak adına bu uyuyan kafaları başka insanların vücutlarına takıp tekrardan bir Nazi dönemi başlatmak istemesi, epik saçma bir hayal gücü konsepti altında izlenmesi gereken filmlerin başında geliyor.

Son olarak, The Plague of the Zombies (1966) Cornwall adında bir köyde yaşanan tuhaflıklarla başlıyor. Ana karakterlerden Doctor Thompson, yardım almak üzere Profesör James Forbes’dan yardım istiyor. Profesörün köye gelmesiyle ortaya çıkan asıl vurucu darbe, zamanında köye uygulanmış bir vodoo ritüeli yüzünden ölü insanların canlanarak insanları üzmesidir.

Tekrar ediyorum: İzleyin, izlettirin.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Modern Çağ / Aylık Popüler Müzik Dergisi / 1968



Yazı İşleri Müdürü Kayhan Çağlayan İstanbul bürosuna gece geç saatlerde vardığında, belki de aklında tek bir şey vardı: Bir an önce, yarım bırakılmış onlarca kahve bardaklarının arasında saklanan daktilosunun başına geçerek geceyi yazmakla geçirip sabah yatağına yatmaktı. Sakaselim Çıkmazının çaprazında duran köhne bir binanın çatı katında kurmuş olduğu düzenini takip etmekteydi: Sabah yedide yatağa yatmaca, üçe kadar uyku, beşte plak toplama, ekip toplantısı ve sonra gene gece yazması. Bilinmeyen bir dünyada üretilen bir müzik dünyası, fikir çatışmaları, uyuşturucu, seks ve moda çılgınlığı, Londra’da piyasalara sürülen yeni Jimi Hendrix single’ı, kaçak yollardan İstanbul’a getirilen tonlarca plak ve bir tür suça ortak olurmuş gibi gecenin köründe topluca, sessizce dinlenilen Beatles parçaları.

45 devir plak listesinin oluşturulma sürecinde sarf edilen sözcük sayısı, açılan sigara paketleri, bir bir dökülen ifadeler ve anlamsız bir şekilde duyulan hayranlığın en üst seviyelere ulaştığı sarhoşluk saatleri: İstanbul 1968’de, İstiklal Caddesi’ni boydan boya geçmeye çalışan meraklı gençlerin meraklı gözleri altında, koca bir aydan sonra ilk defa açıklanacak olan yeni liste heyecanı. Birbirini ezerek depar atan bir sürü gencin bir an önce listeye ulaşabilme heyecanı arasında bir yerlerde, İstanbul’un yaşamakta olduğu dominant gri tarafına bir şekilde küfür edebilme cesaretini gösterilebilen o nadir anlardan bir tanesi: Beat ve Pop müzik, Türkiye’de.

Arka kapağında bulunan siyah-beyaz bir Electric Prunes resmi, hemen arkasında yazılan “Bu plaklar diskoteğinizde mevcut mu?” başlığı altında yazılan Billy Stewart, Joe Tex, The Knight Brothers ve The Young Rascals parçaları ve hemen yanı başında duran bir Petula Clark resmi, üstünde kocaman harflerle San Francisco yazılı.



Hemen başka bir köşede Okuyucularla Baş başa başlığı altında yazılan mektuplar, Kadıköy’den Levent Sargut: “Ben beat ve pop müziğine hayran gençlerden biriyim. Zaman geçtikçe Avrupa’daki toplulukların çalışma tarzları hakkında bilgi sahibi olabilmek için inanın tam yedi çeşit müzik mecmuası almaya başladım, fakat ekserisinden bir şey anlamadığım için sonunda sadece ( Salut le Copanis ) ile ( Modern Çağ) da karar kıldım.”



60’ başlarındaki Beatles çılgınlığının devamı gibi, takım elbisesiyle çıkmaya devam eden gençlerin vesikalık fotoğraflarıyla Fan Kulüplerini tanıtıp, mektuplaşmak istedikleri insanların bir tür özelliklerini yazan sevgili Beat severler, kısır bir bilginin kısır şartları altında, sevdikleri müziğin peşinden koşar gibiler.
Kayhan Çağlayan ve Modern Çağ ekibinin bütün yazarları: Olmayan bir Dünyanın içinde yaratılmaya çalışılan bir ortak duygunun inatçı ve inançlı müzik dergisi. Kulakları iyi işiten gençler, gece yarılarında İstanbul için Beat vakti anonsunu bile duyabilirmiş.

29 Kasım 2010 Pazartesi

Kabataş Vapur İskelesi / Haziran 1969



Haberin kendisi bütün olayı anlattığı için fotoğrafı koymakla yetiniyorum. Sadece, yazılan haberle resim arasındaki tuhaf ilişki ve tabii ki, resmin sağ tarafında bulunan memurun kalkan sağ eline dikkat çekmek isterim.

17/6/1969
Orta yaşlı bir kadın, bu sabah Kabataş Arabalı Vapur iskelesinde genç erkeklerin bile cesaret edemeyeceği bir hareket yapmış, hareket etmekte olan vapura atlamıştır. İskeleye koşarak gelen orta yaşlı kadın, memurların arkasından bağırıp çağırmasına hiç aldırış etmeden, kapağını kapamakta olan arabalı vapura atlamıştır. Kadının bu hareketini dehşetle seyreden yolcular sonra kendisini alkışlamışlardır. Fotoğrafta, hareketi ile herkesin bakışlarını üzerinde toplayan kadın vapura atlarken görülmektedir. Foto Haber Ajansı

25 Kasım 2010 Perşembe

High Society / Mind-altering drugs in history and culture



Türkçe karşılığını “ilaç” veya “uyuşturucu” olarak kullansak da, etki ve deneyimlerin aslında bu iki kelimenin ötesinde yattığını görebiliriz. Bir adam düşünün ki uzun vadede hayatını belirli “törencikler” doğrultusunda yaşayabiliyor. Kahve, çay, alkol, sigara, kafein ve seks gibi küçük ayrıntılarda saklanan “mutluluk” kıvılcımlarına ihtiyacı var, onlar olmadan yaptığı her şey bir tür eksiklik olarak kabul edilecek, günlük yaşantısında kendisini motive eden bütün karakterler çığlık atarak “Bir an önce bizi bulmalısın!” feryatları arasında şekil alacaktı.

“Drug” kelimesinin tam olarak karşılığı olmaması, belki de toplumların “zihin karıştıran karakterlerle” nasıl tanışıp nasıl etkileşmiş olduklarıyla ilgilidir. Başka ifadeyle, Batı’nın gözünden daha çok “oryantal kültürlerin mistik dünyası” şeklinde algılanan Doğu kültürü ve aynı şekilde, zamanında Hayat dergisinin uzun bir süre için “Batı’nın çılgın eğlencesi LSD!” şeklinde algılanan lisan, kültür ve ahlaki değerlerin nasıl tartılıp algılandığı meselesidir. Yer, zaman ve toplumların içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durumlar, bir şekilde karşı karşıya kalınan “drug” dünyası karşısında çeşitli yaşam tarzları üretmekte ve tüketmektedir.

Toplam altı başlık altında değerlendirilen High Society sergisi, belki de insanların bir takım bağımlılık ve ihtiyaçlara karşı ne kadar meraklı, zaaf durumunda bulunmaktan aslında rahatsız olmayan ve hayatlarımızın içinde ne derece etkin bir konumda bulunduğunu söylüyor. Başına fes takmış bir tırtıl nargilesini içmeye devam etsin, “drug” dünyasının aktif bir şekilde tavana vurması ve alt kültürleri en güzel yerlerinden yakalayıp bir 60’lar kültürü yaratması açısından, içine kapsayabileceğimiz Hare Krishna felsefesinin Batı’yla tanışması, Nudist Groups, Jesus Freaks ve Groupies gibi “dönemsel ve kısa vadeli” anların self-experimentation bölümüne konulması çok zevkliydi.

Öte yandan mesleği “psychedelic researcher” olan Thomas Lyttle, bizleri blotter art olarak tanımlayabileceğimiz akımın içine sokuyor. LSD ile aynı yasak maddeyi içeren ve zamanında Asyalıların resim çizmek için kullandığı bir tür kâğıdın şans eseri ressamları sarhoş etmesiyle ortaya çıkan başka bir hikâye.

High Society, toplumların ortak alışkanlıkların farklı dönem ve geçmiş deneyimleriyle bir şekilde bir araya gelebileceğini söylüyor, Alice in Wonderland masalıyla da veda ediyor.

High Society: http://www.wellcomecollection.org/whats-on/exhibitions/high-society.aspx

22 Kasım 2010 Pazartesi

Telefon Kabini



Bol hardallı sosislisi / sanat galerileri / plakçılar / Metro durakları arasında geçen hayatın en güzel yanını temsil ediyordu / Metronun gelmesiyle yüz insanın tek vücut halinde vagona girmeye çalışması / Arka fonda kendini tekrarlayan Mind The Gap uyarısı / Kenarda, orada burada bırakılan porno ve magazin dergileri / yerde duran kırık bir şemsiye / rayların kenarında sessizce yürüyen sıçan çeteleri / Starbucks bardakları / yarıda bırakılmış sandviçler / telekız ve özel ders ilanları / uzun pardösülü iş adamları / mini etekli lise kızları / bir umut vagona yetişmek için herkese çarparak depar atan orta sınıflı bir adamın evine gitmek için gösterdiği gayret ve bitmek bilmeyen / 60'lı yıllarda kaydedilen ve halen aynı kaydı kullanan gelenekçi bir Mind The gap uyarısının bütün karakterleri / Vagonun son hız hareket etmesiyle birlikte havaya uçan gazeteler ve ilanlar / sanki başka bir orduyu karşılamak üzere aramızdan ayrılıyordu.

Gloucester Road / Knightsbridge / Hyde Park Corner / Green Park / Notting Hill / Ladbroke Grove duraklarından sonra boşalan vagonlar / kendini dışarıya atan orta sınıflılar / bol hardallı sosislisinden sadece 3 ısırık alabilmiş bir adam şanslı sayılabilirdi / Bu yüzden şehrin kendine ait yeni yöntemleri vardı / "5 ısırıkta sosislinizi bitirme yöntemleri: Yeraltı treni ve şehir hayatı" kitabından zengin olan Time Out dergisi yazarı neden Soho'da yaşamıyordu? Aylak Time Out yazarları: Çin mahallesinde iş yapamayan lokantalara girerek sektörün ne kadar boktan olduğuna dair dedikodu yapacaklardı / Nick Hornby gölgesinden kurtulmak istemeyen orta yaşlı adamlara, Soho'da bulunan en meşhur gay barında bile rahat yoktu / Green Carnation adlı gay kulübünde dans etmekten yorulmayan ve yarım saatte bir mavi rujunu tazeleyen lezbiyenin keyfine diyecek yoktu.

Sahne arkasında devam eden Jefferson Airplane klipi eşliğinde çalan David Bowie parçaları ve Glam Rock kuşağının hemen hepsi buradaydı / Mavi renkli mokasen ayakkabılarını giymekten hoşlandıkları anında belli oluyordu / Bu bir tür geçit töreni olmalıydı / bunu herkes biliyordu / Space era dönemine tekabül eden ve tavana asılı dönen disko topuna bakarak kapanan gözlerini izleyen kuşağa karşı özlemler artıyordu / The Old Truman Brewery"de yenen kalın domuz sosislilerin tarif edilemeyen tadı / Ardından kafaya dikilen London Pride birası / Masaya atılan sarma sigaralar / piyasaya çıkan yeni funk compilation albümünün tanıtım partisi / Dyke and the Blazers elemanlarının tatlılığı /

Pazartesi akşamı / gene sosislisini yarıda bırakmak zorunda kalacağını çok iyi bilen adamın cumartesi sabahı bir tür isyan olarak başlamalıydı / Bunun için sabah 6:30da kalkacak / evin karşısındaki büfeden kahvesini alacak / Notting Hill Gate durağı için metroyu kullanacaktı / Bitpazarından her zamanki gibi / 60' başlarında ortaya çıkan İngiliz Beat grupların "toplama" değil / "single" plaklarını arayacaktı / Keyfi yerindeyse belki USSR rozetlerini 4 pounda alıp şapkasına bile takabilirdi / Ardından Chelsea'de çiçekçilere de uğrayabilirdi.

Her neyse / kısacası bu şehri seviyordu / Ve sanırım bir şekilde / sadece bunu anlatmaya çalışıyordu.

21 Kasım 2010 Pazar

Guns / Andy Warhol / Modern Tate



Mart 1967: Velvet Underground'un çıkışı.
Nico'nun yükselişi / Fabrikanın kötü şakası / Edie Sedgwick'in kayboluşu

Mart 1981: Andy Warhol kocaman gözlüklerini bir kez daha takıyor / ifadesiz bakışlar altında bir şekilde gülümsemeyi bir kez daha başarıyor.

18/11/2010

Beady Eye Çılgınlığı / Pretty Green / Rubber Soul

Londra’nın 60’lar mirası belki de ilk defa karanlık bir perdenin arkasına bakma cesaretini gösterebiliyor. Manchester çıkışlı Oasis grubunun bir şekilde kendilerini Beatmania kültürüne dâhil eden Noel ve Liam kardeşlerinin geçen sene aktif Oasis kariyerine son verip ayrıldıklarını biliyoruz. Liam Gallagher, İngiltere’de şişirilmiş ve sınır tanınmamış egosuyla bu günlerde tekrar karşımıza çıktı ve görünen o ki çıkmaya da devam edecek. Geçen hafta Beady Eye grubunun sitesinden bedava olarak indirdiğimiz Bring The Light parçasını bin bir beklentiyle dinledik, yorumladık, tartıştık. Beklenen gerçekleşmedi ve şarkı büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Sıradaki soru ve merak, albümün nasıl olacağı ve Beady Eye grubunun hangi kafalarda gezinerek dinleyicisiyle bir ilişki kuracağıdır.

Beady Eye / Bring The Light (2010)


Tabii ki kimse bir Wonderwall beklemiyordu ama sanırım Oasis dinleyicisi, özlemekte olduğu eski kızgın, kaypak, sarhoş ve bir şekilde Brit olarak tanımlayabileceğimiz post-Beatles modasını bulma peşindeydi. Derdimi cümlelerle anlatmak yerine, biraz Liam Gallagher’ı anlama niyetine maddelerle açıklamak istiyorum.

1)İngiliz basınının senelerdir Oasis grubunu Beatles ile karşılaştırma merakını haklı ve mantıklı buluyorum. Bu bir müzik türü değerlendirilmesi olarak algılanmamalı, daha ötesinde, aktif kitlenin Beat kültürü karşısında senelerdir teslimiyetçi ve fanatik bir tutum içinde davranmasıyla ilgilidir. İngiliz kültürü bunu seviyor ve buna ihtiyacı var; ego meselesi sadece sanatçılar için geçerli değildir, bir Adaya kapanmış kültürün “dışarıdaki” dünyaya gururla göstermeyi sevdiği bir alt kültür meselesidir. Liam Gallagher bunu kullanmıştır ve kanımca gayet de başarılı olmuştur.

2)Oasis ve Blur gibi gruplarda ilk defa karşılaştığımız Britpop akımından sonra, Beady Eye bir akımın öncüsü olmak yerine, 60’ kuşağının eski tüfeklerinden The Who, Kinks ve inatla parmaklarını piyanodan çekmeyen tercihleriyle Gene Vincent tarzıyla karşımıza çıktı. Arka fonda üçlü kadın vokal tercihi yerinde, doğru ve anlaşılır bir şey. Bu anlamda Liam, aslında John Lennon obsesifliğini tekrar bize gösteriyor ve daha önemlisi, bundan utanmadığını ve bunu sevdiğini gösteriyor. Bunda yanlış bir şey göremiyorum ve çok da yakışıyor.

3)Beady Eye üzerine konuşmak için henüz çok erken. Unutmayalım ki çıkış parçası olarak piyasalara sürmemişlerdir Bring The Light parçasını, daha ziyade “acaba ne tepki alacağız” merakı etrafında gezinmişlerdir. Şimdiden bir sürü tepki ve düşünce bombardımanına uğrayan Beady Eye tayfası, aslında istediklerine ulaşmaya başlamışlardır: Beady Eye üzerine konuşturmak ve konuşturmak.

4)İster kızın, ister artist deyin, Liam Gallagher günümüzün müzik sektöründe istediğini yapma lüksüne sahip birçok vokalden sadece biridir ve bunu tabii ki istediği gibi kullanacaktır. Başka bir ifadeyle, uzun vadede Oasis dinleyen aktif kitle, parçayı ilk dinleyişte bir hayal kırıklığına uğrasa da, ertesi gün farkında olmadan parçayı bir daha dinleyecek ve ona alışmayı öğrenecektir. Liam’ın sektöre tekrar geri dönmesi, başlı başına bir heyecan ve beklentidir, bunu da hesaba katmak gerekir.



5)Bunun yanında Liam, Pretty Green isimli markasını geçen Haziran ayında piyasalara sürmüştür. Carnaby Street’in hemen girişinde karşıma çıkan Pretty Green dükkânına girmek tabii ki heyecan verici bir şeydi ve kıyafetler çok güzel. Fiyatların astronomik düzeyde pahalı olmasıysa anlamsız ve gereksiz, ama dediğim gibi, Oasis, son on senedir kitleyi meşgul eden röportajları ve bir şekilde “yaşam tarzı” satmalarıyla İngiltere’de bir tür meşruluk kazanmışlardır. Beatles’ın Rubber Soul kapağındaki fontuyla aynı olmasıysa sadece koca bir fikir vermelidir bize.



Liam Gallagher, iyi ki aramıza geri döndün. Beady Eye grubunun, önümüzdeki aylarda bizi 60’ların İngiltere’sine götüreceğine inanıyorum. Beğenin veya beğenmeyin, bu adamlar bunu böyle yapmak istiyor ve bir dinleyici olarak, Bring The Light parçasının iyi olduğunu düşünüyorum.

Pretty Green: http://www.prettygreen.com/

20 Kasım 2010 Cumartesi

Covent Garden / Psychic Readings



Henüz iki gün önce Bond Street istasyonunda trenin önüne atlayarak intihar eden iş adamı Paul Castle olayından sonra okumalara ara verildi.

Psychic Readings arabasının evi yurdu, ikameti senelerdir aynı yerde. Okuyacağınız birkaç bir şey varsa kağıdınızı arabanın camına bırakın, gece yarısı metronun raylarına konulan sofalara oturarak yüksek ses okuyun.

Herkesin dileği tabii ki kimsenin intihar etmemesi ve okumaların "tuhaflık güzergahını" takip etmeye devam etmesi.

16/11/2010

Soho



Sonuç olarak yağmur yağdı ve insanlar plak dükkânlarına girmek zorunda kaldı.
Arka fonda çalan Iron Butterfly- In-A Gadda-Da-Vida parçasıyla dışarıdaki hava unutuldu.
On yedi dakika süren arayış boşa geçmedi. Arkalarda uyuyordu ve uyandırılmaya ihtiyacı vardı.

16/11/2010

14 Kasım 2010 Pazar

Düşük Bütçeli Filmlerin Dayanılmaz Güzelliği II: Destroy All Monsters, Wild Wild Planet, Something Weird

Sinemada bulunan en devasal patlamış mısır porsiyonunu alan sivilceli ve mutlu çocuk, biraz sonra gireceği salondan sarhoş bir halde çıkacağını bilemezdi. Onu sarhoş edeceği şey alkol değil, koca ekranda karşılaşacağı dev Godzilla’nın dev binalara kafa atarak havada uçuşan helikopterleri ağzıyla tutup çiğnemesi veya kendisine aynı anda yöneltilen yüzlerce füzeyle köşe kapmaca oynayıp binaları teker teker devirmesi olacaktı. Belki de bu yüzden film esnasında salonda oturan yüz insanın sarf ettiği hareket ve mimikler bir zikir ayinini aratmayacaktı: Dışarıda Ay’a ayak basıldı mı basılmadı mı dedikoduları dönedursun, ucuz haberlerle önce yer altı kültürünü, ardından keskin bir dönüşle popüler kültüre hitap etmeye başlayan birçok 60’ dönemi bilim ve uzay dergilerinin yaptığı gibi, bu sefer Ay’a gidilmemesi gerektiğini, aksi takdirde astronotların bir canavar tarafından yenileceğini iddia edecekti. Bununla beraber, Velvet Underground Venus In Furs parçasıyla alt kültürlerin kafasını karıştıracak, kafası “iyi” durumda “Evren patlıyor mu?” makalesini yazan ve kısa sürede zengin olan birçok “uzay dedikoduları yazarlarının” yakaladığı popülerlikle birlikte, bir halk ağzı açık şekilde bütün bu “olayların” ne anlama geldiğini merak edecekti.

Japonya 1968’de vizyonlara giren ve adını bir türlü yazmaya beceremediğim Japon yönetmenin sergilemiş olduğu hayal gücü ve sahneleriyle, belki de düşük bütçeli filmlerin arasında en büyük alkışı hak eden birkaç filmden bir tanesidir. Konu net: Dünya’ya bir şekilde uzaydan gelen canavarlar şehirlere saldırıyor. Godzilla New York’u, Rodan Moskova’yı, Mothra Pekin’i ve Baragon Paris’i istila ediyor. Ardından uzay gemisinden bir tür disko pijamasına benzeyen kıyafetle Japon liderleri çıkıyor, Dünyaya aslında zarar vermek istemediklerini ama bir süreliğine dünyalıların köle olarak yaşayacaklarını söylüyor ve kafalar iyice karışıyor. Acilen bir Uluslar arası toplantı hazırlanıyor ve Dünyanın bütün ülke liderleri kısa bir sürede sonucu bağlıyor: Destroy All Monsters!

Uzun ve boş uğraşlar sonucu bulduğum Wild Wild Planet filmi devasal bir hayal kırıklığı yarattı. Tabii ki beklentilerimi olabildiğince az tuttum, ancak fragmanı bambaşka bir şey söylüyordu: Bir tür uzay istasyonunda, aklını yitirmiş ak saçlı bir profesörün yapmakta olduğu tuhaf deneylerle karşılaşıyoruz. Bütün çalışmalar mükemmel bir insan ırkı yaratma adına olunca, “gereğini yapmak gerekir” kafalarına çok ağırdan giren profesör bir süre sonra bokunu çıkarır ve ortaya ne idüğü belirsiz, sümük gibi insanlar çıkar. Kimi sekiz kolludur, kiminin derisi erir, kimi de aralıksız çığlıklar atarak bir odada delirir. Uzay-korku başlığı altında, denenmiş, inanılmış ve pahasına ne olursa olsun çekimler için her türlü fedakarlık yapılmış.



Ve 67’ senesinde çekilen Something Weird. Medyumlar dünyasında yaşanılan rekabet ve bir takım yaşanılan “tuhaf” olayların perde arkası: Tabii ki potansiyel bir şekilde yükselen LSD merakı ve anlatılan olayların güncel haberlere sıçraması, çoğu dönemin yönetmenini bu tür filmler yapmasına teşvik etmiştir. Ruhani güçlere sahip adamların etraflarını üzmesi bir kenara, bakışlarıyla istediğini yakan ve ani bir şekilde bir cadıya dönüşen fettan kadının hikayesi gerçekten izlenmeyi hak ediyor. Bunun için gereken ortamı yaratmak da bir o kadar önemli; eğer salaş korku filmlerini yedi yirmi dört izleyerek etrafınıza bir zaman sonra yabancıllaşırsanız, korkmayın. Herkese yetecek kadar tuhaflık bulunur.

8 Kasım 2010 Pazartesi

1 Kaza, 1 Şarkı ve Bir Sürü Başka Şey

Uzatmadan başlamak istiyorum:
4 Kasım Perşembe günü bir trafik kazası geçirdim. Kontağı çevirişim, radyonun sesi, güneş gözlüklerimi takışım, hafifçe arabayı yola sokuşum ve havanın o gün ne kadar güzel olduğuna dair ufak düşüncelerim, biraz fantezi, biraz hayal, biraz ıvır zıvır, her şey sıradandı. Okula gitmek üzere Seyrantepe Türk Telekom Stadı’nın yanındaki TEM’den, olabildiğince sağ şeritten ilerliyordum. Tır ve kamyonetlerin sağ şeritten gidişi, bir şekilde beni sol şeritlere doğru gitmemi gerektirdi ve aynı hızla, altı şeridin beşincisinde, tek çizgi ilerlemeye devam ettim. Bir süre sonra tekrar sağ şeride geçmem gerektiğini hissettim, üçüncü şeride geçtim ve Okmeydanı-Taksim-Kemerburgaz sapağına yaklaştığımı anladım. Sapağa girmek için bir şerit daha değiştirmem gerekiyordu, bu yüzden olabildiğince sağ tarafa yaklaşmaya çalıştım, arkadan gelen arabalar buna olanak vermiyordu ve sapağı kaçırmak üzereydim. Sağ ön çaprazımda ilerleyen kamyonetin arkasından gidebilirdim veya sapağı boş verip bir ilerideki sapaklara da sapabilirdim. Bir hışımla, bunun mümkün olabileceğini, biraz daha hızlı gidersem kamyonetin önünden geçebileceğimi düşünerek gaza daha fazla bastım. Birkaç saniye sonra kendimi belki de beş-altı defa dönen ve kontrolden tamamıyla çıkan bir arabanın içinde buldum. Şehir, asfalt, milyonlarca araba, her şey, hızlı ve kesik kesik, bir tür rüya gibi görünmeye başladı. Önümdeki bariyerlere hızlı bir şekilde çarpacağımı anladım ve tutmakta olduğum direksiyonu daha sıkı tuttum. Küçücük ve kısacık bir umutla, bu çarpışmanın arabayı durduracağını düşündüm. Hayır, korkunç bir güm sesiyle çarptığım gibi, biri tarafından altı şeridin ortasına bırakılmış gibi, kontrolsüz bir şekilde geriye savruluyordum. Başımı sağa tarafa çevirip çarpan bir arabanın gelip gelmeyeceğini, sevdiklerimi, geçmişimi, planlarımı ve hiç bir şeyi düşünmeye zaman bulamadığımı anladığım an, belki de o her şeyin hızlıca geliştiği anların içinde, ölmek istemediğimi düşündüm.

Kısa bir süre sonra bir rüyadan uyanmış gibi, yavaşça ve teker teker yanımdan geçip bana hayret ve şaşkınlıkla bakan insanların surat ifadesinden kazanın bittiğini anladım. Renkler, sesler ve görüntüler geri gelmeye başladı, üzerime düşen cam parçacıklarını silkeledim ve uzaklardan iki tane polis arabasının geldiğini gördüm. Gerisi fasa fiso ve bunun edebiyatını yapmak istemiyorum. Sadece çok korktum.

Öte yandan, tıpkı her şeyin sıradan göründüğü bu günlerde olduğu gibi, beş yaşında bir çocuk annesinin “Sakın odama girme!” yasağını kırdığı bir cesaretle, tozlu rafların arkasına gizlenmiş plaklar buluyor ve onlarla ne yapacağını bilmiyor. Onları bir süre tutuyor, kenarlarına dokunuyor, içini açıyor, tozlardan birkaç defa hapşırıyor, kapaklarına bakıyor, eliyle üzerinde gezdiriyor, fotoğraflara tekrar bakıyor, sol gözünü kapatıp sağ gözüyle plakın ortasındaki delikten karşısına bakıyor, sonra onu tekrar yerine koyuyor ve bunlarla ne yapacağını bir türlü anlamıyor. Aynı günün gecesinde plakların ne işe yaradığını düşünüyor, kendisini rengârenk kapakların içinde hayal ediyor ve uyuya kalıyor.

Ertesi gün aynı suçluluk duygusuyla kendisini annesinin odasında buluyor ve tekrar plakları çıkarıp, bu sefer onları en sevdiği kapak sırasına göre yan yana diziyor. Belki de yaşamakta olduğu suçluluk duygusu ve yasağı kırmanın getirdiği bir tür arzu içinde, onları sahiplenmek, tıpkı her çocuğun oyuncaklarla kurduğu ilişki gibi, amaçsız bir şekilde sadece zaman geçirmek istediğini anlıyor. Kısa bir süre sonra uyuya kalıyor ve annesi onu plakların üzerinde yatmış bir halde buluyor. Sessizce bir plak seçiyor, pikabın yanına gidiyor ve en sevdiği parçasını dinlemek üzere kanepesine uzanıyor ve gözünü çocuğundan ayırmadan kısa bir süre sonra o da uyuya kalıyor. Sonra çocuğun babası geliyor ve aynı odada uyuya kalan karısı ve çocuğuna bakarak pikabın yanına gidiyor, sesi kısıyor, çocuğu kucağına alarak yatağına götürüyor.

Aradan seneler geçiyor, çocuk büyüyor, anne-baba yaşlanıyor, kavgalar oluyor, sevişmeler devam ediyor. Birbirine sıkıca bağlanan kocaman ve geniş renkler, üzerinde yattığı plaklar, tanıştığı insanlar, yediği en güzel yemek, yaşadığı en dramatik olay, sevdiği kız, omzuna aldığı arkadaş, girmeye tereddüt ettiği deniz, yaşadığı en güzel yaz, kör kütük sarhoş şekilde söylenen parçalar, ilkleri ve sonları, başlangıçları ve sonuçları, bir takım şeyler ve şeyler oluyor ve hayatı çok seviyor.

Yazmanın yıkanmak olduğunu kabul edebilirsek, bu gece temizlenmek istedim.
Umarım bir şeyler anlatabilmişimdir.

5 Kasım 2010 Cuma

Record Collector V: Messieurs Richard De Bordeaux Et Daniel Beretta / Space Age Paris (1967)

Sosyete güzelleri Nico, Odette, Aurelie, Corinne ve Manon giymekte oldukları aslan kürkleriyle patlayan flaşlara poz vermektedir. Femme Fatale isimli gece kulübü uzun zamandır böyle bir kalabalıkla karşılaşmamıştı. Ağzından purosunu çıkarmayan gece kulübünün sahibi, belki de iki koluna attığı dört kızla pek bir eğleniyordu.



Viceroy, Martini sek, yeşil zeytin, Pop Art: Bachelor Pad Royale açılışı; nazik hanımlar uzun uğraşlar sonucu Paris’e getirilen Andy Warhol tablolarına bakarak patlayan flaşların önüne geçmek ister. Sergi açılışının yapıldığı salonun geniş ve beyaz duvarına yansıtılan koca bir örümceğin ışık oyunları kafaları karıştırır. Arka fonda çalan bir Velvet Underground parçasıyla ortama göre vücut dilini konuşturan deneyimli kadınlar, Femme Fatale isimli gece kulübünün saygıdeğer müdavimiyle tanışmak için aralarında sessiz bir savaş başlatır. Oysa müdavimin New York’tan gelen Nico’yla beraber kulübün arka kapısından çıkacağından henüz habersizdir. Karşılaştıkları dönemin karşısında şaşkınlıklarını gizleyemeyen bu kadınları kurtaracak yegâne şeyin müzik olduğunu söyleyenlerse, muhtemelen Kim Fowley tarafından alınan speed ile tablodan tabloya koşarak aralarında dedikodu yapacaklardı.

Salonda duyulan James Bond Theme parçasıyla havada tuhaf bir koku alınır. Metreslerin gamzelerinde bir oynaklık görülür. Ancak serginin sürprizi halen patlamamıştır: Evinde leopar besleyen ve mümkün olduğunca onunla ilgilenmeye çalışan ressamın tabloları uzun zamandır satılmamıştır ve basın bunu çok iyi biliyordur. Alınan son dedikodulara göre 60’ların sosyetik ikonları bir tür değişime uğramaya başlamış, başlatılan moda ve yaşam tarzının Amerika’ya nazaran daha geriden ilerlediğini savunanlarla Paris entelektüellerin “Bunu konuşmanın yeri burası değil!” açıklamalarıyla bir tür soğuk savaş başlamıştır. Oysa sadece birkaç sene sonra, tablolarda görülen sürreal dünyanın içine zıplayan milyonlarca insan orada yaşamak istemeye başlayacaktır ve bunu bilen de henüz yoktur. Belki de hiçbir zaman olmayacaktır.

Bembeyaz tuvaletin içinde bembeyaz tozunu içine çeken modellerin yapacağı Cha Cha dansıyla keyifler yerine gelecektir. Duvarda asılı kalan örümceğin ışık oyunuysa tutulmamıştır ve basın bunu da yazacaktır. Oysa Walter Wanderley ile Brigitte Bardot’un çok sonraları rezil bir seks partisinde yakalanacak olması da medya için bir eğlence kaynağıdır.

Paris sosyetesinin Bachelor Pad Royale sergisinin açılışında Fransız psyche / pop grubu Messieurs Richard De Bordeaux Et Daniel Beretta ile 1967’de karşılaşması hikâyenin en tuhaf yeriydi. Bir tür “konsept müziği” niyetine sergi salonunun en dip köşesine yerleştirilen grup elemanlarının çalacağı La Drogue parçası, Femme Fatale ekibinin terlemesine yol açacak, kısa bir süre sonra da ahalinin dans etmesine neden olacaktı. Işıklar kısılacak, tablolar unutulacak, kadınlar mavi renkli rujunu tazeleyip pembe ve mor kahküllü peruklarını düzelttikten sonra “l’epoque cosmos / uzay çağı” çığlıklarıyla psychedelic müzikle tanışacaktı.

4 Kasım 2010 Perşembe

Insomnia by Becks: Vol 1 / Sixties Discoveries



Geçen hafta Becks ve Virgin Radio sponsorluğunda düzenlenen, DJ'liğini Murat Beşer'in yaptığı bir tür 60'lar partisinde bulduk kendimizi. Tabii ki heyecanlandık ve daha önce buna benzer partilerin yapıldığını çeşitli yerlerden duyuyorduk, sonunda pılımızı pırtımızı toplayıp The Hall'e gittik.

60'lardan hemen hemen herkesin aşina olacağı parçalarla ısındık, girişte dağıtılan güneş gözlüklerimizi takıp salonun tepesine asılan Ay'ın altında dans ettik, ardından DJ setinin yanına kurulmuş maket roketin yanında daha da ısındık, eğlendik, iyi vakit geçirdik.

Tuvalete giderken karşımıza bir astronotun çıkması, belki de gecenin en güzel sürprizlerinden biriydi. Ama bununla kalmamalıydı, biz de astronot olmak istedik ve sanırım başardık da.



Teşekkürler Becks!

Davetiyeler için Mehmet Tez'e de tekrardan teşekkür etmek istiyorum.

2 Kasım 2010 Salı

Düşük Bütçeli Filmlerin Dayanılmaz Güzelliği: The Diabolical Dr. Z, The Astro-Zombies, Hallucination Generation

Aynı anda içilen yüzlerce sigaranın dumanından ekranı görmekte zorlanan sinema seyircileri, henüz başlamamış filmin heyecanı ve beklentisi arasında yerlerine oturmaya çalışırken, bugün “Gelecek Program” olarak adlandırabileceğimiz fragmanları seyretmek üzeredir. Arka tarafta 35 mm makara film bandını düzeltmeye çalışan kafası güzel şapşal çocuk bile, biraz sonra karşılaşacağı fragmanlarından bihaberdir ve sinema sektöründe bulunmaktan mutludur. Bunun yanında, tuhaf ve anlaşılmaz şeyler oluyordur: Bir tür akımın getirdiği “uzun vadede sarhoş, üretken ve tüketen” bir yer altı kültürünün üst sınıflara hitap ettiği ve genellikle Uzay Çağı olarak başlayan hayal gücünün zorladığı sınırlara ulaşma çabası.



Fransız bir modelin sürdüğü mavi rujuna dikkatle bakan salondaki bütün erkekler, biraz sonra yiyeceği kıpkırmızı çileğin içinde kaybolarak arka fonda çalan pop şarkısını da fark edemeyecekti. Ya da minimal dekorun içine yerleştirilen uzay istasyonu tarzındaki salon bile umurlarında olmayacaktı, zira pikabın yanında bir Fransız psychedelic şarkısıyla kendini kaybederek dans eden kadını süzüp, kendilerini tuhaf fantezilerin içinde bulacaklardı.

Ama film bandı dönmeye devam ettikçe ve ekranın çeşitli yerlerinde oluşan karıncalanmalar arttıkça, asıl hadiseye yaklaşıldığının da farkına varılacaktı: Karşınızda The Diabolical Dr. Z isimli korku filmi!

İspanyol yönetmen Jesus Franco’nun 1961 senesinde çektiği kült filmi The Awful Dr. Orloff, belki de kariyeri açısından önünü açan film olarak görülebilir. 60’ların büyük bir bölümünü yaygın olan uzay merakına yoran ve bunun için çeşitli senaryolar yazdıran Franco’nun The Diabolical Dr. Z filmi de aynı uçuk kafaya girebilir. Ancak filmlerin düşük bütçeli olması, filmlerin kalitesiz ve bu yüzden belki de mükemmel olmasına sebep olmuştur. Zira bir dakikalık fragmanında Diabolic doktor ile Diabolic kızını tanıtan ve ardından “Uyarı! Bu film ancak sinirlerine hâkim olabilecek insanlar içindir!” uyarısını yarı reklam yarı merak uyandırtan taktiğiyle ayakta alkışlanmayı hak eden yüz filminden sadece bir tanesidir.

Amerikan bağımsız film yönetmeni Ted V. Mikels’ın 1968 senesinde çekmiş olduğu The Astro-Zombies filmi de aynı derecede düşük bütçeli, kalitesiz ve kült ötesidir. Gece-gündüz laboratuarında bir takım deneyler yapan çılgın bir profesör, insanüstü varlıklar yaratmak için buna elverişli insanları öldürtüp, onların yetenek ve algılarını kullanmaya çalışır. Uzun uğraşlar sonucu amacına ulaşır ancak sonuçlar beklenildiği gibi olmaz ve ortaya “korkunç yaratıklar” çıkar: The Astro-Zombies! Tabii ki insanları öldüren de güzel görünümlü bir kadındır, öldüreceği insanlara kur yapar. Ve bir şekilde acımasızca öldürdükten sonra onları profesöre getirir ve gereken deneyler yapılır.

Son olarak, gene 1966’da Edward Mann tarafından çekilen Hallucination Generation adlı film, konu ve senaryo açısından değil, daha ziyade böyle bir filmin neden yapıldığıyla ilgili ilginç. Şöyle düşünelim: Basın ve medya kitlelerinin henüz oturmuş bir düzende işlememesi yüzünden, Amerika ve dünyada dominant bir alt kültür haline gelen çeşitli Hippie kültürlerini bir çeşit “tanıtım” veya “kim bunlar, ne yapar, ne içer, ne düşünür” amaçlı bir film olarak görebiliriz. Fragmanından da görüleceği gibi, “Enjoy the Pill Party / Hap Partisinin Keyfini Çıkarın” veya “Do you know the taste of purple? / Mor renginin tadını bilir misin?” gibi toplumların muhafazakâr mecralarına ve henüz kendilerini bu girdabın içinde bulmaya başlayan gençlere seslenen Edward Mann’ın bu belgesel-filmi de izlemeye değer gibi görünüyor.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Top 20 Rain

Hayatını ve ilişkilerini anlatma becerisinde bulunamayan, çeşitli “İlk 20, 10, 5” listelerine başvurarak derdini biraz olsun anlatmaya çalışan insanları severim. Daha ötesinde, konu ile yapılan listenin içeriği arasındaki gizli simetrinin ilişkisi de hoşuma gider. Listenin içeriği ne olursa olsun, konuya dair dolaylı bir şekilde fikir vermesi de eğlenceli bir şeydir. Bu yüzden çeşitli müzik ve edebiyat dergilerin bu tür listelere başvurması, gözümde daima bir tür “kaçamak” gibi gelmiştir: Makaleler yazılır, röportajlar yapılır, sempozyumlar düzenlenir, fikir çatışmaları sürmeye devam eder ama hiçbiri bir insanın kendi iradesiyle yaptığı listeleme yönteminin yerini alamaz. Bu bir iş değil, eğlencedir ve çok da güzeldir.

20) Simon and Garfunkel – Flowers Never Bend With The Rainfall (Columbia, 1966)
“Sevimli” ikili, henüz ilkokulda paylaştıkları “Alice in Wonderland” oyunuyla ebeveynlerin “uygunsuz” uyarısıyla dürtülmüş, 1957’de Tom & Jerry grubuyla liselerin balolarında şahit olunan rezil hikayelerin baş aktörleri olarak plak şirketlerinin dikkatini çekmiştir. 60’lara gelindiğinde, beklenen sabrın karşılığı fazlasıyla gelmiş ve “ikili” olarak takılmaya devam etmişlerdir. Flowers Never Bend With The Rainfall, belki de kaşarlanmanın bir hikâyesi olabilir miydi? Hiç sanmıyorum.

19) Peter, Paul & Mary – Early Morning Rain (Warner Bros., 1965)
Folk müzikte şahit olunan ve bir şekilde “oturmuşluk, sakinlik veya bir dur bakalım” kafasına girenlerin birkaç sene sonra kendilerini Chicago’nun sayılı caz kulüplerindeki siyahilerle caz çalarken bulması, “kusursuz trio” olarak yazılan Peter, Paul ve Mary’nin hikayesini daha da ilginç yapmıştır. Kalktım, dişlerimi fırçaladım ama işe gitmek istemiyorum. Pencereden dışarıya bakıyorum, hayat bir tuhaf ama şarkı güzel galiba…

18) The Guess Who – Rain Dance (RCA, 1971)
Crosby, Stills, Nash and Young ekibinin toplu vokal çerçevesi içerisinde yaydığı “iyi yapıldığı takdirde süper ama kötüyse, gerçekten ortamdan uzaklaşın” ifadesiyle başlayan bu rüzgarın bir “gizli parçası” olarak Rain Dance, iyidir.

17) Lou Christie – Lightning Strikes (Columbia, 1965)
60’ların “güzel suratlı, romantik çocuğu” Lou Christie, belki de vişneli kolasını içtikten sonra Jukebox’a doğru giden güzel bacaklı kızların kalbini çalabilmiş midir? Bence çalmıştır.

16) Janis Joplin – I Can’t Stand The Rain (Columbia, 1969)
Bu zamana kadar sayısız şarkıcının elinden geçen I Can’t Stand The Rain parçasını belki de bu listeye Janis Joplin adı altında koymak istemiş olmam, haritasız duruşu, inişi çıkışlı vokali ve parçaya seyirciye de dâhil etmesiyle normal süresinden çok daha uzun bir yolculuk etmiş olmasıyla açıklanabilirdi.

15) The Temptations – I Wish It Would Rain (Gordy, 1967)
Temptations ekibinin oldu olası iklimle kafayı biraz fazla bozmuş olduğunu düşünmüşümdür. I Got Sunshine On A Cloudy Day parçası gibi, dik duran ve 50’lilerin muhafazakâr ailelerinin çocuklarına verebilecekleri bir tür “tavsiye” havasında ilerleyen melankolik parça, iyidir!

14) Sir Douglas Quintet – The Rains Came (Smash, 1964)
Smash plak şirketinin nazlı cesareti ve birbirinden nefret eden iki prodüktörün kavgasına rağmen, Sir Douglas Quintet, bir tür “single” olarak çıkardıkları parçanın çok sonraları fazlasıyla dinleneceğini henüz bilmiyordu. Hiçbir zaman da bilemeyeceklerdi.

13) The Cascades – Rhythm of the Rain (Valiant, 1962)
Parçanın başına koydukları traji-komik yağmur efektiyle on üçüncü sıraya yerleşebileceğini düşünüyorum; zira yağmurun ritmi ne kadar çalınabilir veya bunun edebiyatı ne kadar yapılır bilemiyorum, ama bir “surf” grubu olarak, böyle bir sahneyi yaşadıklarından eminim.

12) Ray Charles – Come Rain or Come Shine (Atlantic, 1959)
1946’da Harold Arlen ve Johnny Mercer ortaklığıyla St. Louis Woman müzikali için yapılan parça, on üç sene sonra Ray Charles’ın sihirli parmaklarıyla tanışacaktı.

11) The Beatles – Rain (Parlophone, 1966)
Toplu vokallerin “laubali bir anlamda anlaşılmamasını istediğim” ama başarısız olduğunu düşündüğüm Rain parçası, gene de George Harrison’ın süzgecinden geçmediği anlamına gelmez. Britanya’nın bitmek bilmez yağmur törenleri, belki de kaçınılmaz olarak Beatles ekibine bu parçayı sunmuştur.

10) The Rolling Stones – Get Off My Cloud (London, 1965)
60’ların Londra’sına tekabül eden ve “renkli puantiyeli” olarak ifade edilen bu şehrin kaçınılmaz parçası: Hey you! Get Off My Cloud!

9) The Velvet Underground – Hey Mr. Rain (Verve, 1968)
Üçüncü albümleri “Peel Slowly and See”nin belki de en klasik parçalarından biri olan Hey Mr Rain, The Velvets’da şahit olunan ve yoğun LSD dalgasının yarattığı “bu şarkıda neler oluyor, ne olacak ve biz neredeyiz” kafasına girmek isteyenlerin başvuracağı en naif şarkısıdır. Tabi, bence.

8) Elvis Presley – All I Needed Was The Rain (RCA, 1967)
Vişneli kola içme modasının bitmesi, “Kral”ın romantik kafalara girmesini önlemedi, önleyemezdi. Gelenekçi-muhafazakâr ailelerin, çocuklarının önceki gece evden kaçtığını öğrendiklerinde, belki de bu parçayı dinlemeleri olağan bir şey olarak görülmeliydi.

7) The Blues Project – Little Rain (Elektra, 1968)
Blues üzerinden hem samimi, hem de endüstriyel bakımından başarılı sayılmak ne kadar inandırıcıdır bilemeyiz ama Blues Project tayfasının anlatacağı bir şeysi daima olduğu sürece, dinleyicisi onu dinlemeye hazırdır.

6) Jimi Hendrix – Still Raining, Still Shining (Reprise, 1968)
“Electric Ladyland” sarhoşluğuna kapılan milyonlarca insan, belki de bu parçanın çok ileride, Hendrix’in dominant parçaları tarafından kenara itilmiş olabildiğini anlayabilirler. Still Raining, Still Shining, Hendrix’in hem romantizm, hem de haritasız ve açıklanamaz duygularını bir çatı altında toplayabildiğini ve daha ötesinde, basit bir ifadeyle, bunun bir tür müzik türü tarafından geliştiğini görebilir.

5) Deep Purple – One More Rainy Day (Parlophone, 1968)
Birkaç gök gürültüsü ve orgla dinleyicisini karşılayan One More Rainy Day parçası, her ne kadar grubun kendisi için fazla naif bir şarkı olarak kaçtığını düşünsem de, Shades of Deep Purple albümünün seneler geçtikçe önem kazandığını hesaba katmamız gerekir.


4) Creedence Clearwater Revival – Have You Ever Seen The Rain (Fantasy, 1970)
Senelerdir CCR’da alışık olduğumuz “yaramaz adamlar iş başında” havasına girmemiz, belki de üstü açık bir arabaya yağmurun yağdığını bilerek binmek gibi bir şey olarak görülmeliydi. John Fogerty’nin “yırtık sesine” gene “naif” olarak tanımlamak zorunda kaldığım ekibinden keyif alabilmek için, tekrar ve tekrar arkamıza dönüp bu adamları dinlememiz gerekir.

3) Bj Thomas – Raindrops Keep Falling On My Head (Scepter, 1970)
Raindrops Keep Falling On My Head, belki de bir kızla / erkekle gittiğiniz sinemada, çaktırmadan atılan kolun bir tür işitsel ifadesi olarak görüldü. Hamile kalan veya “Ben ne yaptım!” durumuna oldukça fazla giren bir kuşağın, parçayı başka şekilde algılayamaması durumuydu belki de. Bunun için üçüncü sırayı, fazlasıyla hak ettiğini düşünüyorum.

2) Led Zeppelin – The Rain Song (Atlantic, 1973)
Led Zeppelin, her günü, parçası ve albümü başka bir sürpriz sunan, yedikçe yenilen, dinledikçe dinlenilen, doyumsuz kuşağın doyumsuz romantizmine en “derinden” giren Page-Plant ikilisinin, neden senelerdir Heavy Metal, Blues ve Psychedelic üçlemesi etrafında döndüğünü de anlatır gibiydi. Ama dediğim gibi, her parça başka bir sürprizse, The Rain Song, gene başka bir yere götürmüştü beni.

1) The Doors – Riders On The Storm (Elektra, 1971)
Yaklaşık beş sene boyunca The Doors’un prodüktörlüğünü yapmış olan Jack Holzman’ın anlaşılmaz zekâsı sayesinde şekillenen albümlerin meyvelerini yeme zamanıydı: “Benden bu kadar!” restini çektikten sonra, Ray Manzarek’in bir tür panik haliyle yerine getirilen Bruce Botnick, “Light My Fire” parçasında yapılan uygulamayı tersine çevirerek, “Uzunsa uzun, ne yapalım!” isyanıyla yedi dakikalık kaydını koydurtmuştur. Manzarek’in piyanosu ve Jim Morrison’ın vokali arasında gidip gelen bu yağmur damlaları, uzun senelerdir ne tür bir havada dinlenirse dinlensin, The Doors hakkında fikir veren en iyi parçadır ve kalmaya da devam edecektir.

31 Ekim 2010 Pazar

Kim Fowley is the ultimate underground animal!

“İyi” müzik yaptığını iddia eden ve 60’lardan başlayarak kariyerini bu çizgide tutan müzisyen sayısı kaçtır acaba? Ya da başka bir deyişle, “deneysel, psychedelic ve türler arasında gidip gelen bir müzik yapmayı tercih ediyorum” ifadeleriyle medyayı tavlayan binlerce sanatçı ve grubun bugün nerede durduğu hakkında bir fikrimiz var mı? En kötü ihtimal uyuşturucu ve şöhret dünyasında boğulup hayatlarının bitmesine tanık olanlar, Hall of Fame kapılarında isimlerini kazdırttılar ve en iyi ihtimal bugün, 60’larda “çok çılgınlık” yaptıklarını iddia ettiler. Ama sanatsal ifadenizi 60’ların herhangi bir döneminde yansıtsanız bile, bir şekilde bir anlatım becerisinde bulunup deyim yerindeyse “işi yırtmışsınızdır”. İşlerin ne kadar kaliteli olduğunu tartışmak bir vakit kaybıdır, yapılan yapılmıştır.



Kim Fowley nedir, ne iş yapar ve nasıl algılanmalıdır? Bu sorunun cevabını halen pek de bilen yoktur. Tozlu rafların tozlu dergileri, onu ilk defa Los Angeles’ta bulunan ve henüz pek de bilinmeyen bir plak şirketinin ortak yapımcısı olarak tanıtır.

1960 senesinde yirmi yaşındasınız, müziği seviyorsunuz, ortalıkta dönüp dolaşan olayların farkındasınız ve aktif şekilde gündemi takip ederek bir şekilde kendinizi “bu cereyanın” içinde buluyorsunuz: Yürümekte olduğunuz sokağın bir köşesinde asılı duran afişi görüyorsunuz, pek de alışık olunmayan psychedelic fontla yazılmış dört grubun ismini okuyorsunuz, afişi yırtıp cebinize koyuyorsunuz ve akşam gidecek bir konseriniz olduğu için sevinip birkaç arkadaşınızı da davet ediyorsunuz. Akşam vakti gittiğiniz konserde çalan gruplara bakıyorsunuz: Sahne performansı, giyim-kuşam-makyaj-duruş-hareketler, müzik türü, vokal seçimi, davulların girişi, gitar riffleri ve bir takım başka şeylere gözünüz takılıyor. Bir yandan içtiğiniz içkinin ve tütünün sarhoşluğu ve bir yandan teker teker sahneye çıkan grupların çaldığı bu “alışık olunmayan” müzik arasında gidip geliyorsunuz, gecenin bitmesiyle birlikte arkadaşlarınızla sokağa çıkıyorsunuz ve kendinizi karışık bir kafayla yakalıyorsunuz. Onu takip eden birkaç dakika sonra, çok da düşünmeden şöyle bir şey diyorsunuz: “Biz de deneyelim mi?” Ve ilerleyen birkaç gün sonra bunun başka bir şey olduğunu anlıyorsunuz: Ne olduğu hakkında bir fikrinizin olmadığı bir müzikle karşılaşmak, tıpkı güzel bir kızı/erkeği yatağa attıktan sonra onunla nasıl baş edeceğini bilememek gibi, hem panik, hem heyecan, hem de karşı konulamaz bir erotizm ve üretme çabası beslemez mi? Müzik ve seks, uyuşturucu ve edebiyat, alt kültür ve endüstri, belki de hiçbir zaman bu denli yan yana durmayacaktı. Ucundan tuttuğunuz ipi sonuna kadar kendinize doğru çekmeye öyle bir hazırsınız ki, kimse sizi durduracak gücü bulamayacaktır.



Bu noktada, Kim Fowley’i diğerlerinden ayıran bir özellik yoktur. Ama ebedi silahı, genç ve meraklı bir gencin, 60’larla çakışan üretkenliğin sınır tanımaz gücüdür. Cebini doldurmak için anlaştığı gruplar, Fowley’e her gün ayrı bir hayal gücü verecek, tıpkı iğneyle kuyu kazar gibi, yavaş yavaş, tanıyarak ve öğrenerek geliştireceği bir “dünyanın” kapısını dinleyiciye açmak için hazırlıklarını tamamlayacaktı. Ve bunun için öncellikle, San Francisco’ya, 1965 senesinde taşınmaya karar vererek başlayacaktı.

Haight-Ashbury caddesinde karşılaştıkları hikâyenin sadece bir başka tarafı: San Francisco Cronicle gazetesinden gördüğü Hippielerin resimleri, onu gerçek hayatta bambaşka fikirlere bırakacaktı ve bu işin söylendiği gibi hayalperest ve ütopik bir başkaldırının ötesinde, birbirinden ayrılarak aktif halde, tıpkı birer mantar gibi geliştiğini ve büyüdüğünü görecekti: Hare Krishnacılar, nudist grupları, uyuşturucu çeteleri, İsa olduğunu iddia eden cemaatler, vejetaryenler ve henüz Bob Dylan tarafından gelişmekte olan “Evimiz yoldur,” felsefesinin gezginleriyle tanışacaktı. Jack Kerouac, Allen Ginsberg ve William S. Burroughs üçlüsünün yarattığı edebiyatta kaybolacak, “entelektüel tüketici” olarak tanınan dominant kesimden hoşlanmadığını,”herkes bir şeyler yapıyorsa, ben de yapmalıyım” düşüncesiyle kendini tanıtmaya karar verecekti.

Belki de bu yüzden, Kim Fowley hakkındaki çıkış yolumu, biraz sırıtarak, dinleyiciye çok da iyi bir müzik sunmadığını ama müziğini, onun ötesinde değerlendirmemiz gerektiğini düşünerek buluyorum. Fowley, kendisini piyasalara albüm satışlarıyla değil, ürettiği “single” parçalarıyla göstermiştir ve ortaya ilginç bir tablo çıkmıştır: Bir yandan piyasalara hâkim olan “single parça kültürünü” ve alt kültürlerde mantar gibi gelişen uyuşturucu etkenini kendince harmanlayarak 60’lara ismini yazdırmıştır. Ancak müzik ve uyuşturucunun dinleyiciye “istenildiği gibi” tanıtılmak istenmesi, underground/yer altı kültürünün kapılarını açmasıyla mümkün olabilirdi: Rock eleştirmeni Lester Bangs ve korsan yayın yapan Radio Caroline tarafından fark edilen Kim Fowley, istediğine ulaşır ve kendi reklamını bu ortamda yapar. Gece vakti korsan yayın yapan Radio Caroline, açılış cümlesi olarak “Kim Fowley is the ultimate underground animal!” kaydını tercih eder ve kısa bir süre sonra, dinleyici Kim Fowley’i yaptığı müzikle değil, daha ziyade parçalarında fark edilen ve bir şekilde “kötü iyi” diyebileceğimiz, LSD ve diğer uyuşturucuların ne türde etki ettiğini anlatan “deneysel” parçalarla tanımaya başlar.

1961’de Paul Revere and The Raiders grubunun “Like Long Hair”, 62’de B. Bumble and The Stingers ve onu takip eden senelerde The Murmaids ve The Hellions gibi “yer altı psychedelic / beatnik” grupların prodüktörlüğünü yapan Fowley, en sonunda 1965’te “The Trip” parçasını kendi prodüktörlüğü altında piyasalara çıkarır ve şarkı çok tutulur. Parçanın kendisi bir buçuk-iki dakika arasında sürse de, bu denli kısa bir süre içinde sığdırdığı yoğun psychedelic öğeleriyle dikkat çeker. Zaten bir prodüktör olarak yerel basından tanınmaya başlanan Kim Fowley, artık sadece yer altı grupların “keşfedicisi” olarak değil, aynı zamanda kulağa nasıl gelirse gelsin, bir kuşağın “küçük anlatıcısı” olarak benimsenmeye başlanır.

“The Trip” parçasında fark edilir, Kim Fowley’nin aslında bir vokal tarafı yoktur, şarkı söyleme becerisi olmadığı gibi, parçalarında bunu kullanmaya da niyeti yoktur gibi: Daha ziyade bir tür “anlatıcı” olarak çıkar karşımıza. Parçanın adı gibi, LSD çılgınlığının San Francisco ve Los Angeles’ın belirli mahallelerinde yoğun olarak kullanıldığı ve bir tür alt kültürün oluşmasında etkin bir rolü olan başka bir yaşam tarzının gölgeleri görülmeye başlanır. Kim Fowley, bu anlamda bir tür “sembolik” ifade durumuna düşer: Dediğim gibi, ne yaparsanız yapın, derdinizi bir şekilde anlatabildiğiniz sürece, karşınızdaki dinleyici ve tüketici tayfa, sizi “o şekilde” tanımaya dünden razıdır; eğer Dünya yuvarlak bir yerse, onu disko topuna benzetenlerle anlaşabilirdiniz.



Kim Fowley’nin 1968’de çıkardığı ilk ve tek albümü “Outrageous”, belki de müziğin sadece belirli salt kurallarıyla yapılmak zorunda olmadığını, onun ötesinde, anlatacağı bir şeyleri olan bir sürü insanın vazgeçilmez araçlarından bir tanesi haline geldiğini gösterir gibiydi. Albüm şans eseri karşıma çıktığında, neyle karşılaşacağımı bilemiyordum çünkü işin içinde Kim Fowley vardı: Daima bilinmeyeni, tuhaf olanı ve gri rengin içinde gidip gelen bir havayı olabildiğince korkutucu ve eğlenceli bir şekilde “anlatan”, psychedelic müziğin zor zanaatını kesik beat öğeleriyle doldurarak dinleyiciyi içinde tutan ve aslında her şeyin bir tür macera olduğunu gösteren albüm olarak değerlendirmemiz gerektiğini anlıyordum. Bu anlamda, müzikal açıdan karşılaşacağım hayal kırıklığı ve “Böyle bir şey nasıl dinlenilir ki?” tepkilerinden oldukça uzak tuttum kendimi. “Bubble Gum” parçası, aralarından en “dinlenesi” olarak gösterilebilir, eğer illa Kim Fowley tarafından bir şarkı dinlemek isterseniz. Bunun yanında “Up” parçası, deneysel bir çalışmanın ötesinde sınırları gerçekten zorlayan ve dinlerken rahatsız olabileceğiniz bir havada ilerletir kendini: LSD kullanan milyonlarca insanın üç aşağı beş yukarı karşılaşacağı aynı görsel öğeleri bir şekilde işitsel bir ifadeye yorumlaması açısından bence çok ilginç. Ama ne kadar dayanılır buna, ona birlikte karar verelim.

“Flower Drum Drum” parçası ise, piyasalara single olarak çıkmıştır ve belki de Fowley’nin “iyi işleri arasında” gösterilebilecek bir yerde olarak yorumlanabilir.

Ama Kim Fowley’i müzik açısından değerlendirirken, bütün dönemi kapsayan küçük karakterleri de hesaba katmak gerekir ve belki de makaleyi zor yapan nedenlerin arasında bu vardır; David Bowie tarzı makyajı, 60’ların minimal modasıyla uyuşturucuların baş gösterdiği yaşam tarzının aynı çatı altında toplanarak bir tür “düşünme ve yaşama tarzını” anlamak gerekir sanırım.

70’lerin ikinci yarısında bir kız grubu olarak çıkan ve Kim Fowley tarafından keşfedilip piyasalara sunulan The Runaways grubuyla yaşadığı macerayı da unutmamak gerekir.

Kim Fowley bugün 71 yaşındadır ve görenlerin anlattıklarına göre suratını hala boyamadan sokağa çıkmıyor.