22 Eylül 2010 Çarşamba

Time To Landing : 69 min 56 sec

Record Collector IV: Liverpool Five, The Cicadelics, The Sparkles

Gece, üçü çeyrek geçiyor, açık kalan televizyonun ekranından görünen milyonlarca karıncanın hışırtı sesiyle uyanıyorum, uzattığım ayaklarımın dibinde yarım kalmış ton balıklı bir sandviç, yanında kocaman bir pet şişe, içine atılmış birkaç küllük, çizik plaktan duyulan cızırtı sesi ve korkunç bir baş ağrısı. Majezik, Cataflam, yarım tablet Prozac, fondip gazoz. Yalın ayaküstüne bastığım soğuk koridoru geçiyorum, uzaklardan bir yanıp bir sönen sokak lambası, zamansız aralıklarla öten birkaç köpek ve pikaptan devam eden cızırtı sesi. Işıkları açsam daha mı iyi olurum, uyumaya mı çalışsam, kibritler nerede, saat kaçtı, yarın ne yapmam gerekiyor? Olası bir depremde nereye sığınırdım acaba, her an deprem olabilir paranoyası, traş mı olsam, başım neden dönmeye başladı, acaba bu bir edebiyat yarışması mı? Çizik plakı elime aldım, üzerinden kalkan tozla birlikte hapşırdım, havaya milyonlarca baloncuk yayıldı, plakı kazağımla sildim, tekrar yerine koydum, başlat tuşuna bastım ve ortaya bu makale çıktı. Herkese merhaba.



Abbey Road’un zebra çizgileriyle sarhoş olan milyonlarca insanın maksimum desibel gürültüsüne tekabül eden 1963 senesinin sonlarında ortaya çıkan Liverpool Five grubunun hiçbir elemanı, adından zıt, Liverpoollu değildir. Doğma büyüme Londra’dan gelen beş elemanın neden Liverpool Five ismini tercih ettiklerini bilen yok. Şeytani yanım Beatles sarhoşluğundan istifade amaçlı olduğunu söylese de, yaptıkları “basit ve güzel” müzikle grup ismini anında unutturup müziğe odaklı bir tutumla kendini tanıtmayı başarıyor. 50’lilerin tüfeklerinden Chuck Berry, Eddie Cochran ve Gene Vincent tarzında kullanılan yoğun Amerikan Rüyası tadındaki “bluesy” tarafıyla Kinks, Hollies ve Small Faces gibi bir “yere yetişecekmiş gibi” acele eden “beat” müziğini en eğlenceli şekilde birleştiren Liverpool Five’ın hayatıma girmesi miydi uykularımı kaçıran? İngiltere dışında daha başarılı sayılan Liverpool Five’ın Hollanda, Almanya, İsviçre ve Avusturya turnesinden sonra Japonya’da düzenlenen Olimpiyat Yarışları’na davet edilmesiyle hop Amerika’ya zıplayarak kariyerlerinde taban yapmıştır. Temmuz 1965’te Los Angeles’ın Hollywood Bowl sahnesinde The Byrds ve The Beach Boys’un ön grubu olarak çıkmaları bize çok fikir veriyor. Umarım konser sonrasında Whisky a Go Go mekânına uğranmış ve Jim Morrison’ın kovulmasından hemen bir sene önceki müziğin California’da ne kadar eğlenceli (!) olduğunu görmüşlerdir. Bir British Invasion grubundan çok daha öte olduklarını inandığım Liverpool Five’ın She’s Mine parçasıyla kariyerlerinde yükselmiş ve ardından takip eden Let the Sunshine In ve Heart parçasıyla da içimi gıdıklamış, kafamı karıştırmayı başarmıştır ( plak She’s Mine parçasının solo kısmında takılı kalsaydı belki de mışıl mışıl uyumaya devam ederdim ).

Tadına doyamadığım psychedelic müziğin daha uzun seneler hayatımda olacağını gün be gün daha iyi anlıyorum. Sadece birkaç senede patlayan ve biten devasal bir üretkenliğin tozlu arşivlerinde bulmaya devam edeceğim bu gruplarından bir tanesi de The Cicadelics: We’re Gonna Love This Way parçası, plakın üzerinde yanlış yazılan PSYCHİDELİC SOUND etiketi, acaba bilerek yapılmış bir şey midir, yoksa “bir anda” patlayan üretkenliğin sarhoşluğuna mı kapılmıştır? Öyle veya böyle, grubun adı da ağzımızdan aynı telaffuzla çıksa da, parçanın yoğun fuzz, psych ve beat öğeleriyle kaplanmış olması, uykusuzluk adında insanın kendine yapacağı en kötü şeydir. Ama uykusuz kalmasını seviyor ve sabah akşam üç parçanın etrafında vakit geçirmekten memnunsanız, kulübe hoş geldiniz!



Fuzz ve psych demişken, haftayı kurtaracak uyumlu üçlünün tamamlanması adına, karşıma çıkan The Sparkles grubunun aynı sarhoşluğa kapıldığı kesin söylenir: No Friend of Mine parçası, “kızgın aylak” bir adama benzetmek zorunda kaldığım müzikle kendini dinletmeyi başarıyor. Garage türüne ucundan yanak almayı seven Sparkles tayfasının kariyeri tıpkı bir Brezilya dizisine benzediği için, o işlere girmeden, “son ses – kocaman kulaklık” ikilisiyle idare eden bir çıkış parçası diyebilirim.

18 Eylül 2010 Cumartesi

The Soft Parade



The Doors’u albümüne göre değil, rastgele, kazara ve bilindik parçalarını dinleyen bir müzikseverin listesindeki kaç şarkı acaba The Soft Parade albümündendir? En iyi ihtimal iki parmağı geçmez, kötüsüyse, albümden haberi bile yoktur. Dinleyici kitlesinin dördüncü stüdyo albümünden beklentisi, belki de The Doors ile dinleyici arasında gerçekleşen yüksek derecedeki hassas ve mahrem ilişki ile anlaşılabilirdi. Ama albümün çıkmasından bu yana geçen kırk bir senelik serüvenden sonra, The Doors ve Rock çatısı altında ilgi alanını potansiyel bir anlamda devam ettiren kitlenin hala bu albümü “en kötüler” kategorisine koyması, bu makalenin çıkış noktasını belirleyecek ve en kısa yoldan bunun nedenini anlatmaya çalışacağım.

The Doors / Wild Child (1969)


Ama öncesinde belirtmek gerekir ki, The Doors, 1969’a gelindiğinde tabiri caizse “bekâretini kaybetmiş bir grup” konumuna girmiştir. İlk zamanlarında görülen ama zamanla çevreyi rahatsız etmeye başlayan Jim Morrison’ın tutumu, en başta olmak üzere grup içerisindeki ilişkiyi rahatsız etmiştir. İdare etmek, Morrison’ın anlayacağı üslup ve hareketlerle baş etmek, artık ne grup elemanların başvurmak istediği, ne de dinleyici kitlesinin şahit olmak isteyeceği bir durum haline gelmiştir, hele ki olaylı Miami konserinden sonra… Bu anlamda, The Doors’un 1966’da doyasıya sergilediği görkemli ve renkli Sunset Strip rüyası, yerini metalik, acı ve kızgın bir duruşa bırakarak belki de hippie counterculture ve altmışlar çatısı altında üretilen Rock müziğin ne kadar kısa zamanda başlayıp ne kadar kısa zamanda tüketildiğine dair bir fikir de vermiştir. Buradan yola çıkarsak, “bekaretini kaybetmiş grup” ifadesi, bir grubun artık gelişmesi, farklı şeyler denemeye çalışması veya eskisine nazaran daha kompleks müzik tercihlerine başvurması anlamına gelebilir; ama The Doors tayfasında bu prosedür başarılı bir sonla sonlanmamıştır. The Soft Parade albümünde, “gelişim” adı altında denenmiş farklı müzik kombinasyonlarına rastlarız. Sorun, müziğin tercihi değil, dinleyiciyi içine alamadığı gibi, inandırıcı ve ikna edici olmamasıdır.

Albümün favori parçası “Touch Me” klibinde görüldüğü gibi, The Doors tayfasının bir bando ekibiyle çalması dinleyicinin alışık olmadığı ve hiçbir zaman da beğenmeyeceği bir tercih olmuştur. Jim Morrison’ın Frank Sinatra hayranlığını ele alarak konuşursak, vokal tercihini üç albüme nazaran daha ağırbaşlı ve “görmüş geçirmiş” bir edayla söylemesi, parçalarda görülen ritimlerin uzun vadede sıkıcı olması ve bütün bunların yanında, sözlerin her zamanki gibi erotik, baştan çıkarıcı ve psychedelic türüne yakışabilecek şekilde yazılmasıyla oluşan bir uyumsuzluk da söz konusudur.

The Doors / Touch Me (1969)


Dört albümün çıkmasında büyük rolü olan gizli kahraman Paul Rothchild’in sabırla sürdürdüğü başarılı prodüktörlüğünü unutmamak gerekir. Zira The Soft Parade albümünden sonra “benden bu kadar” ayağı çekmiş, pılını pırtını toplayıp San Francisco’ya taşınmış, Koreli bir kadınla evlenip beş çocuk yapmış ve isimlerini The Doors’un parçalarından birkaçını vererek Jim Morrison’a karşı duyduğu aşk-nefret ilişkisini kendi çapında sonlanmıştır. Konuyu dağıtmadan geri dönelim.



The Soft Parade’in beğenilmemesi, tanınan bir grubu aynı şekilde tanımaya devam etmek istemekle bir ilgisinin olmadığını düşünüyorum. Evet, The Doors’u ilk albümünden keşfettiğim zamanlarına zıt bir havada kaydedilen albüme karşı duyulan öfkeyi anlayabiliyorum, ama Jim Morrison ve altmışlar çatısı altında, şöhret ve uyuşturucunun etkin olduğu bir endüstride The Soft Parade’in piyasalara sürülebilmesi, halen bana mucize gibi geliyor. Akabinde gelen iki albümün ( Morrison Hotel, L.A. Woman ) başarısının püf noktasını ilerleyen zamanlarda değinmek isterim; asıl soru The Soft Parade albümüne nasıl yaklaşmamız gerektiğidir: The Doors’un havasını az buz soluyan bir insan, Jim Morrison’ın vokalinde yatan hayvani, kızgın, yaramaz ve oyunsal havasını bilir, Ray Manzarek’in upuzun parmaklarından akan psychedelic ve bluesy ezgisine anında sakıt olur, uzun vadede The Doors’u diğerlerinden ayırmayı sever, çünkü işin içinde Jim Morrison’ın ayırt edici ve norm dışı haritası vardır ve hayat Morrison olduğu sürece anlamsız ama anlamlıdır.

The Doors Woodstock’a çağrılmaz, Soft Parade albümü, insanların üç sene içinde Doors hakkında bildiği her şeyi sıfırlayarak yeni bir sayfaya geçme çağrısı gibi algılanır, panik olunur, Jim Morrison medyaya “Jimbo” olarak tanıtılmaya başlanır, müzik fazlasıyla “denenmiş, üzerinde oynanmış, zorlanmış” olarak eleştirilir. Minimal, basit, temel, sade, çıplak, asıl, süslenmemiş ve samimi müziğin rengi kaybolmuştur. 1969, The Doors’u sevmez.



İkinci kısmın son şarkısı The Soft Parade toplam sekiz dakikalık bir kayıttan oluşur, parçanın tamamı farklı beş bölümle birbirinden ayrılır. Bir, Morrison’ın kaypak sesiyle açılır, iki, nara atmaya başlar, üç, açılış sekansına geri döner, dört, alışık olmadığımız yetmişlerin “space-era-disco” havasına bürünür ve beş, albümün ismi gibi, bir kabaret gösterisine girer gibi, gene kaypak ve gevşek bir piyano önderliğinde toplu vokalle sona erer ve akabinde “This is the trip, the best part, i really like,” diye parçanın geri kalanını aynı ritimde sürdürür ve bitirir. Bu, The End ve Light My Fire gibi parçalardan bildiğimiz üzere uzun bir parçadır ama parça kendinden kopuktur, herhangi bir dönüş veya tekrarlama olmadan, birbirinden tamamen bağımsız ve farklı bölümlere ayrılmış toplama bir şarkıdır.

Albümün üçüncü parçası Shaman’s Blues, en başından “sızlayan” bir gitar ile hipnotik caz beat arasında gidip gelen, kendini tekrarlamayı çok seven bir organ basla dinleyiciyi anında kendini çeker, fakat parça gene ikna edici midir?

Wishful Sinful, JA’de sık sık karşılaştığımız gibi, belirli bir duygusal haritası olmadan ama içindeki mahremiyeti utanmadan kitleye seslendirmekten zevk alan klasik bir “It’s all happening” çağrısıdır.

Ancak kırk sene sonra albüme konulan Push Push parçası keyiflidir, “kokteyl müziği” eleştirisini çok almıştır.

Yazıyı The Soft Parade albümünün ne kadar başarısız olduğunu söyleyerek bitirmek istemem. Sanırım karşımıza gene aynı açıklama çıkacak: Bu adamlar bunu böyle istedi ve böyle oldu.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Waiting for the Sun



“60’ları anlatan biri, 60’ları yaşamamış demektir,” düşüncesi, git gide azalan ve her gün biraz daha ikna edici olmayan bir beyan gibime geliyor. Altında yatan mesaj açık ve net: Bir şekilde belirli bir yaşam tarzı içine giren binlerce insanın bunu demesi, ya artık çocukları ve sorumluluğu olan bir ailesi vardır, ya da geçmişte yaşanan bir takım kararların gölgesiyle baş edemiyordur. Beyanı başka bir dile tercüme edersek, belki de daha iyi anlaşabiliriz: Anılar, olaylar ve insanlar kaybolsa, yerini hayatınızı kaplayacak kadar dolu ve uzun bir film şeridi alsa ve anlatacağınız bütün “şeyler” sadece belirli “karelerden” oluşsa, sanırım o zaman 60’lardan “sağ kurtulabilmiş” insanların ne demeye çalıştıklarını daha iyi anlayabiliriz. Ne güzel, “sağ kurtulabilmiş” insanları dinleyerek, bilmediğimiz bir mağaranın içine tıpkı pili bir an evvel bitebilecek bir fenerle girmek gibi, halen ve belki de hiçbir zaman bilmeyeceğimiz bu dünyanın ne olduğunu anlamak ve eğlenmek, keyif almak ve paylaşabilmek için biraz daha fazla Doors dinleyecek, masanın başında uyuya kalacak ve ertesi sabahın ilk ışıklarında ağzımızda kalan acı bir metalik tatla uyanarak hiçbir zaman yaşayamayacağımız bu dönemi “yaşar” gibi yapacağız. Bu, ikna edici olmadığı gibi acıklı ve gereksiz bir şey. Ama benim bildiğim bir şey var: The Doors 1968’de üçüncü albümlerini çıkardıklarında, Jim Morrison üç sene sonra öleceğini bilmiyordu ve hayat halen her şeye mümkün bir yer gibi görünüyordu.

Waiting for the Sun’u, Jim Morrison’ın The Doors çatısı altında sürdürdüğü kariyerinde, neden dominant bir pozisyona sahip oluğuna dair fikirlerin çözülmeye başlandığı bir albüm olarak görmüşümdür. Birbirinden farklı bölümlere ayrılmış çeşitli şiirleri Celebration of the Lizard başlığı altında toplayan Morrison, bu şiirleri üçüncü albüme koymak ister. Fakat şiirlerin toplam süresi, bağlı oldukları plak şirketinin süresini aşmaktadır ve bunun yanında, Ray Manzarek ve John Densmore da bu işe pek sıcak bakmamıştır. Onlara göre, The Doors, tıpkı ilk albümlerindeki gibi, kısa, net ve vurucu bir kolektif çalışmayla bir şeyler ortaya koymalılardı. Jim Morrison’ın dominant yapısı elbet ki olacaktı ve bu beni rahatsız eden bir durum değil: Sahne performansı, seçtiği elbiseler, vokal tarzı ve bir tür “tiyatro oyunu”na benzeyen gösterisi, The Doors’un ileriki zamanlarda nasıl bir grup olarak akıllarda kalacağına dair sağlıklı bir fikir vermiştir. Ama konu albüm çıkarmak olunca, Jim Morrison’ın salt kendi yazdığı şiirlere yer verilmesine ve albümün pek de alışık olunmadığı bir tür “deneysel şiirler toplamı” gibi piyasaya sürülmesi bir risk taşıyordu ve doğal olarak, diğer grup elemanları bunu kabul etmedi. The Doors, Ray Manzarek’in elektronik orguyla ve John Densmore’un haritasız bir çizgiyle ilerlediği davul ritimleriyle hayat bulmalı, Jim Morrison’a diğerlerine nazaran daha naif yaklaşan Robby Krieger’ın riffleri ve Morrison’ın etkin vokaliyle devam etmeliydi. Öyle de oldu.



Müzik dünyası, The Doors’un nasıl bir çizgide ilerleyeceğini hiçbir zaman bilemedi ve sanırım dinleyici kitlesinin bu gruba karşı beslediği fanatikliğin başlıca nedeni de buydu. “Her an her şey olabilir” veya “The End gibi bir parçayı ilk albümlerine koyabilmiş bu adamların ileriki senelerde ne yapacaklarını merak etmek bile heyecan verici” türden benimsenmiş bir kabul durumu söz konusuydu. Bu anlamda, Waiting for the Sun, artık The Doors tayfasının daha esnek, daha rahat ve daha “ahlak dışı” olmalarına kapı aralayan bir albüm olarak da bakılabilirdi.

Hello, I Love You, Love Street, Wintertime Love, My Wild Love, We Could Be So Good Together ve Spanish Caravan parçalarının aynı albümde yer alması bir sürpriz veya tesadüf eseri olamazdı. Bu anlamda, The Doors gibi aykırı ve ahlak dışı bir grubun, üçüncü albüme kadar “iyi müzikle” dinleyici kitlesini ikna etmiş olması mükemmel bir şeydi. Fakat bu albümdeki parçaların sözleri ve müziği, çoğu kriteri ve dinleyici kitlesini ikna edememiş, üstüne üstün bir tür hayal kırıklığına da uğratmıştır. Ray Manzarek ve Jim Morrison’u iki senedir konserlerinde izleyen ve hippie counterculture adı altında biriktirilen muhalefetin ve aykırılığın başlıca meyvelerini The Doors’tan yiyen bir dinleyici kitlesinin, birden bire “toz pembe” bir aşk hikâyesine dönüşen grubun imajına alışmak kolay olmadığı gibi, herkesin alıştığı ve tanıdığı The Doors bu olmamalıydı.

Aklımıza tabii ki hemen Jim Morrison’ın Celebration of the Lizard toplaması gelmelidir. Şayet Morrison’ın toplamaları konulsaydı, albümün piyasadaki değeri ne olurdu ve daha önemlisi, dördüncü albümün sonucu ne olabilirdi?

Celebration of the Lizard toplamasından sadece Not to Touch the Earth parçasını koyan grup elemanları, acaba verdikleri karalarından pişmanlık duymuş mudur? Ağır ve ikna edici bir trip yaşatan parçanın özü, bize The Doors’la nasıl tanıştığımızı ve nasıl görmeye devam etmek istediğimizi hatırlatmıştır. Ama bunları yazan sadece The Doors dinleyen birinden başkası değildir ve bu noktada kitlenin ne düşündüğü sadece arka planda yankılanan cılız bir sestir, böyle olması da gerekiyor ( Bob Dylan’ın “değişen” müziği ne kadar insanın canını acıtmış olsa da, bazen “bu adamlar bunu böyle istedi o yüzden böyle oldu” açıklamasından öteye gitmemek gerekir )

Albümün son parçası Five to One, bir tür şaka gibi, sanki bambaşka bir albümden gelmişçesine konulan bir havada çalınmıştır. Acaba albümün tamamı, Five to One gibi kızgın ve sarhoş bir ilerleyişte tamamlansaydı, belki de kitlenin dördüncü albümden beklentisi daha fazla olurdu. Son parçaya kadar “cici bir aşk hikâyesini yakışıklı bir çocuktan” dinleyen dinleyici, en sonunda bir sürprizle karşılaşır gibi, alakasız ve bambaşka bir Jim Morrison’la ( belki de görmek istedikleri Morrison’la ) vedalaşarak, albümü satın almak için bir nebze ikna olmuşa benzemiştir.

Albümün çıkış tarihinden sonra single olarak Hello, I Love You parçasını seçmeleri, benim gözümde en büyük hayal kırıklığı olmuştur.

Eminim 60’ları yaşayan ve halen “hatırlayan” insanlar, Celebration of the Lizard toplamasının neden konulmadığını da hatırlayabiliyordur.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Petrol Ofisi Reklamları

Turuncu renkli kandil lambalarını pencerelerinin kenarında tutarak gelen geçenleri seyreden teyzelerin oğulları, içeride, odalarında, bir tür suç işler gibi yattıkları yataklarından bir an önce kalkarak güne başlama derdi içindedirler. Ne zaman ki cadde boyunca bir aşağı bir yukarı gidip gelen başıboş çetelerin uykusu gelse, o teyzeler Barış Manço tarzında lambalarına püf deyip kendi odalarına geçer ve bir an önce sabahın gelmesini, tıpkı çocukları gibi, aynı heyecan ve sabırsızlıkla bekler.

Petrol Ofisi belki de Türkiye’de yaşanılan “yeniliğin” insanlar üzerinde ne kadar sabırsız, teslimiyetçi ve heyecanlı bir iz bıraktığının bir kanıtı gibidir. Araba ve petrol; o kadar yeni, o kadar görülmemiş ve o kadar cazip bir olaydır ki, üzerine yapılacak her türlü reklam, dedikodu ve haber birer altın madeni gibi değerli ve mühim bir şeydir. Tabii bununla kalmaz, bir kere araba ve petrol oldu mu, her şey mümkündür ve bunun için her türlü reklam yapılacaktır! Hodri meydan!



İlk fotoğraftaki çağrışım, belki de petrol dediğimiz şeyin kırk beş sene önce ne kadar yeni bir şey olduğunu gösterir gibidir. Kadın ağzını açmıştır, arkadaşı boruyu tutup sanki ağzının içine benzin dökecektir. Aklınıza gelen şeyi görür gibiyim ama bunları yazan sadece iki bin on senesinde yaşayan ve altmışları takip edemeden rahat edemeyen biridir. Fotoğraftaki kadının pornografik çağrışımını o zamanlar göremeyenler ile bugün yaşayan ve kadının verdiği pozuna salya sümük gülerek içten bir yok artık demesinin açıklaması ne olabilir? Her şeyin yeni ve taze, ulaşılması zor ve gayret isteyen koşullar altında olması, belki de bizleri altmışlara karşı duyduğumuz merakın bir başka tarafını gösterir gibidir. Reklam panolarını bugünkülerle karşılaştırsak evet malzeme çıkar, ama sanırım konu bu değil.



İkinci fotoğraf ise Tophane’de çekilmiştir, arkasındaki camii Nusretiye Camii. Arabanın içinde bekleyen bir adam ile arabaya binecek olan “sarışın” bir bayan konsepti, altında yatan mesaj sizce ne olabilir?



Üçüncü fotoğrafta gene bir bayan vardır, muhtemelen Hayat dergisine yollanacak resimdeki arabanın plakasında H yazılı ( hususi araba ), arkasında benzin depolanmaktadır. Nerede çekildiğine dair bir fikrim yok.