6 Eylül 2010 Pazartesi

Waiting for the Sun



“60’ları anlatan biri, 60’ları yaşamamış demektir,” düşüncesi, git gide azalan ve her gün biraz daha ikna edici olmayan bir beyan gibime geliyor. Altında yatan mesaj açık ve net: Bir şekilde belirli bir yaşam tarzı içine giren binlerce insanın bunu demesi, ya artık çocukları ve sorumluluğu olan bir ailesi vardır, ya da geçmişte yaşanan bir takım kararların gölgesiyle baş edemiyordur. Beyanı başka bir dile tercüme edersek, belki de daha iyi anlaşabiliriz: Anılar, olaylar ve insanlar kaybolsa, yerini hayatınızı kaplayacak kadar dolu ve uzun bir film şeridi alsa ve anlatacağınız bütün “şeyler” sadece belirli “karelerden” oluşsa, sanırım o zaman 60’lardan “sağ kurtulabilmiş” insanların ne demeye çalıştıklarını daha iyi anlayabiliriz. Ne güzel, “sağ kurtulabilmiş” insanları dinleyerek, bilmediğimiz bir mağaranın içine tıpkı pili bir an evvel bitebilecek bir fenerle girmek gibi, halen ve belki de hiçbir zaman bilmeyeceğimiz bu dünyanın ne olduğunu anlamak ve eğlenmek, keyif almak ve paylaşabilmek için biraz daha fazla Doors dinleyecek, masanın başında uyuya kalacak ve ertesi sabahın ilk ışıklarında ağzımızda kalan acı bir metalik tatla uyanarak hiçbir zaman yaşayamayacağımız bu dönemi “yaşar” gibi yapacağız. Bu, ikna edici olmadığı gibi acıklı ve gereksiz bir şey. Ama benim bildiğim bir şey var: The Doors 1968’de üçüncü albümlerini çıkardıklarında, Jim Morrison üç sene sonra öleceğini bilmiyordu ve hayat halen her şeye mümkün bir yer gibi görünüyordu.

Waiting for the Sun’u, Jim Morrison’ın The Doors çatısı altında sürdürdüğü kariyerinde, neden dominant bir pozisyona sahip oluğuna dair fikirlerin çözülmeye başlandığı bir albüm olarak görmüşümdür. Birbirinden farklı bölümlere ayrılmış çeşitli şiirleri Celebration of the Lizard başlığı altında toplayan Morrison, bu şiirleri üçüncü albüme koymak ister. Fakat şiirlerin toplam süresi, bağlı oldukları plak şirketinin süresini aşmaktadır ve bunun yanında, Ray Manzarek ve John Densmore da bu işe pek sıcak bakmamıştır. Onlara göre, The Doors, tıpkı ilk albümlerindeki gibi, kısa, net ve vurucu bir kolektif çalışmayla bir şeyler ortaya koymalılardı. Jim Morrison’ın dominant yapısı elbet ki olacaktı ve bu beni rahatsız eden bir durum değil: Sahne performansı, seçtiği elbiseler, vokal tarzı ve bir tür “tiyatro oyunu”na benzeyen gösterisi, The Doors’un ileriki zamanlarda nasıl bir grup olarak akıllarda kalacağına dair sağlıklı bir fikir vermiştir. Ama konu albüm çıkarmak olunca, Jim Morrison’ın salt kendi yazdığı şiirlere yer verilmesine ve albümün pek de alışık olunmadığı bir tür “deneysel şiirler toplamı” gibi piyasaya sürülmesi bir risk taşıyordu ve doğal olarak, diğer grup elemanları bunu kabul etmedi. The Doors, Ray Manzarek’in elektronik orguyla ve John Densmore’un haritasız bir çizgiyle ilerlediği davul ritimleriyle hayat bulmalı, Jim Morrison’a diğerlerine nazaran daha naif yaklaşan Robby Krieger’ın riffleri ve Morrison’ın etkin vokaliyle devam etmeliydi. Öyle de oldu.



Müzik dünyası, The Doors’un nasıl bir çizgide ilerleyeceğini hiçbir zaman bilemedi ve sanırım dinleyici kitlesinin bu gruba karşı beslediği fanatikliğin başlıca nedeni de buydu. “Her an her şey olabilir” veya “The End gibi bir parçayı ilk albümlerine koyabilmiş bu adamların ileriki senelerde ne yapacaklarını merak etmek bile heyecan verici” türden benimsenmiş bir kabul durumu söz konusuydu. Bu anlamda, Waiting for the Sun, artık The Doors tayfasının daha esnek, daha rahat ve daha “ahlak dışı” olmalarına kapı aralayan bir albüm olarak da bakılabilirdi.

Hello, I Love You, Love Street, Wintertime Love, My Wild Love, We Could Be So Good Together ve Spanish Caravan parçalarının aynı albümde yer alması bir sürpriz veya tesadüf eseri olamazdı. Bu anlamda, The Doors gibi aykırı ve ahlak dışı bir grubun, üçüncü albüme kadar “iyi müzikle” dinleyici kitlesini ikna etmiş olması mükemmel bir şeydi. Fakat bu albümdeki parçaların sözleri ve müziği, çoğu kriteri ve dinleyici kitlesini ikna edememiş, üstüne üstün bir tür hayal kırıklığına da uğratmıştır. Ray Manzarek ve Jim Morrison’u iki senedir konserlerinde izleyen ve hippie counterculture adı altında biriktirilen muhalefetin ve aykırılığın başlıca meyvelerini The Doors’tan yiyen bir dinleyici kitlesinin, birden bire “toz pembe” bir aşk hikâyesine dönüşen grubun imajına alışmak kolay olmadığı gibi, herkesin alıştığı ve tanıdığı The Doors bu olmamalıydı.

Aklımıza tabii ki hemen Jim Morrison’ın Celebration of the Lizard toplaması gelmelidir. Şayet Morrison’ın toplamaları konulsaydı, albümün piyasadaki değeri ne olurdu ve daha önemlisi, dördüncü albümün sonucu ne olabilirdi?

Celebration of the Lizard toplamasından sadece Not to Touch the Earth parçasını koyan grup elemanları, acaba verdikleri karalarından pişmanlık duymuş mudur? Ağır ve ikna edici bir trip yaşatan parçanın özü, bize The Doors’la nasıl tanıştığımızı ve nasıl görmeye devam etmek istediğimizi hatırlatmıştır. Ama bunları yazan sadece The Doors dinleyen birinden başkası değildir ve bu noktada kitlenin ne düşündüğü sadece arka planda yankılanan cılız bir sestir, böyle olması da gerekiyor ( Bob Dylan’ın “değişen” müziği ne kadar insanın canını acıtmış olsa da, bazen “bu adamlar bunu böyle istedi o yüzden böyle oldu” açıklamasından öteye gitmemek gerekir )

Albümün son parçası Five to One, bir tür şaka gibi, sanki bambaşka bir albümden gelmişçesine konulan bir havada çalınmıştır. Acaba albümün tamamı, Five to One gibi kızgın ve sarhoş bir ilerleyişte tamamlansaydı, belki de kitlenin dördüncü albümden beklentisi daha fazla olurdu. Son parçaya kadar “cici bir aşk hikâyesini yakışıklı bir çocuktan” dinleyen dinleyici, en sonunda bir sürprizle karşılaşır gibi, alakasız ve bambaşka bir Jim Morrison’la ( belki de görmek istedikleri Morrison’la ) vedalaşarak, albümü satın almak için bir nebze ikna olmuşa benzemiştir.

Albümün çıkış tarihinden sonra single olarak Hello, I Love You parçasını seçmeleri, benim gözümde en büyük hayal kırıklığı olmuştur.

Eminim 60’ları yaşayan ve halen “hatırlayan” insanlar, Celebration of the Lizard toplamasının neden konulmadığını da hatırlayabiliyordur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder