29 Şubat 2012 Çarşamba

POND / Beard, Wives, Denim





Son albümü ‘Innerspeaker’ ile tanınan Avustralyalı psychedelic pop grubu Tame Impala’dan bildiğimiz Jay Watson ve Nick Albrook’un ikinci grubu olarak tanınan Pond, 6 Mart’ta ilk albümünü piyasalara çıkarıyor. Önümüzdeki aylarda Avustralya’da turneye çıkacak olan Pond, büyük ihtimalle Haziran döneminde “dinlenmeye çekilip” Tame Impala için projelerini arttıracak.

Biçimsiz ve yankılı gitar tınıları albüm hakkında anında fikir veriyor. Boğuk ve melodi içinde melodi barındıran ses akustiğini kuvvetli bir şekilde “havada dağılan” vokaliyle tamamlayan Pond, 2012’de adını duyacağımız gruplar arasında yerini aldı. Açılış parçası ‘Fantastic Explosion of Time’ ile 60’ ortalarına tekabül eden İngiliz gruplarından ciddi ilhamlar almışa benzeyen topluluk, ‘Mysteries’ parçasıyla da iddiasını gösteriyor.

2008’de myspace sitesinden tanımaya başladığımız grubun diğer elemanları Joseph Orion Mc Jam, Paisley Adams ve Wiry B. Buddha, Avustralya’nın belirli bir zümresine hitap eden ‘underground’ müziğiyle tanındı. Tame Impala’nın ani ve beklenmedik çıkışı, zaten avuç kadar müzisyenin “kulak benzerliği” ve arkadaş ortamının desteği arasında kendini farklı ve yeni projelere bıraktı, şimdilik.

Beraber çalışmak ve müzik alış verişinde bulunmak kaçınılmaz göründü. Maddi destek ve reklam geliri bakımından görevi üstlenmiş olan spinningtopmusic.com sitesi, şu günlerde epey yoğun görünüyor. Avustralya’nın son beş senede dünyaya tanıtmaya başlattığı psychedelic pop grupları, önünü alamayan bir hızla dikkatleri üstünde toplamaya başladı. Bir başka progressive / psychedelic topluluk olan The Laurels ile turneye çıkacak olmaları heyecan verici.

16 Şubat 2012 Perşembe

The Black Keys / El Camino



Aileler hafta sonu için evleri terk ettiklerinde, günler öncesinden planlanan “kayıt günleri” için toplanan iki çocuk, birkaç saat içinde garajda duran fazlalıkları dışarı çıkarıp ortalığı toplar. Önlerindeki iki günde dünyayı değiştirmek, kafaları karıştırmak, gürültü yapmak ve her şeyden önce, bir müzik grubu olmak için girecekleri amansız yolculuk başlamak üzeredir. Her şeyi çok iyi biliyor gibidirler, bir yandan da hiç bir şeyden haberleri yoktur. Küçücük garaja sığdırdıkları malzemeleri, uzun ve sessiz gecelerin bekleyişi gibidir. Önü boş özgür bir alanda başlayan davul ve elektrogitar ritimleri, garaj müziğinin sonu gelmez macerasını başlatır. 2001 senesinden beri çalan ve yedinci albümlerini çıkaran the Black Keys, Danger Mouse’un ortak çalışmasıyla beraber garage, rockabily ve blues müziğini dansla tanıştırdı.


Dan Auerbach ve Patrick Carney, geçen hafta NME’e yaptığı açıklamada “geç gelen şöhretin” sinir bozucu olduğunu belirtti. Doğrudur, El Camino albümünün piyasalara sürülmesinden bir hafta sonra US Billboard 200 listesine 2 numaradan ve Lonely Boy parçasıyla İngiltere ve ABD’da 1 numaradan giriş yapıp yerini koruyan the Black Keys, bunun nedenini dinleyiciye sordu. Bu zamana kadar neredeydiniz?

“Sadık” dinleyicisine karşı beklenileni tam olarak veremediğini yazan Rolling Stone ise, Şubat ortalarında kapak konusu yaptıkları Black Keys hakkında detaylı bir haber yazdı. Sadık ile “mainstream” dinleyici arasında bölünen(!) kitlenin şikâyet ve beğeni ifadelerinin orta bir yol çizmemesi, El Camino albümünün “gürültüsünü” ve “başarısını” ortaya koymaktadır.

Hakkında konuştuğumuz “şöhret hikâyesi” bir albümle gelen başarının tohumları değildir. Birkaç sene öncesinde duvarlarda Sex Pistols ve White Stripes posterleri olan köhne ve punk barların playlistlerinde duran Black Keys, son aylarda yerini başka yerlere de bırakmaya başladı. El ele tutuşan kızlar, tokalarını üçüncü parçadan sonra çıkarıp kafalarını yukarıya doğru çıkarırken, Dan Auerbach alçakgönüllü tavrıyla sağ elini havaya kaldırıp penasını yavaşça gitarına değdirip spot ışıklarını sahneye getirdi. Rock müzik, dans edince bir başka güzeldi.

The Black Keys / Gold On The Ceiling


El Camino, diğer albümlere nazaran ( “Nova Baby”, “Mind Eraser”, “Stop Stop” ) daha keskin çizgilerle indie türüne yakın parçalarla çıkıyor karşımıza ve insanlar uzun bir süre sonra Black Keys dinlerken kendilerini dans ederken buluyor. Bu şaşırtıcı bir şey, çünkü Hendrixvari gitar ve sert davullarla ortak bir paydada birleşen ikili, “ilk ve son kez” beraber çalıştıkları Danger Mouse’un katkısıyla ortaya dans edilebilir bir rock müzik sundu. “Sadık” dinleyicisini son albümde kaybetmesi doğal olduğu kadar gereği olmayan bir mücadeledir. “Gold On the Ceiling”, “Little Black Submarines” ve “Mind Eraser” gibi parçalar, Black Keys ikilisinin ilk albümlerini anımsatıyor: Hikâye içinde hikâye üreten vokali olgun ve doğru yerlerde karşılayan elektrogitar ve Patrick Carney’nin tamamlayıcı – gazı veren – davul atakları, uzun vadede bu adamları sevmemizin asıl sebeplerinden bir tanesi gibime geliyor.

“Lonely Boy” çılgınlığı ise, tam da ihtiyacımızın olduğu bir parça olarak çıktı karşımıza: Müziğe göre dudak ve vücut hareketlerini uydurtan, dans etmeye karşı duyulan yoğun arzunun tuhaf bir şekilde hiçbir zaman doygunluğa ulaşamama fikri, bize, günümüzün Pulp Fiction ve Saturday Night Fever dansını bir kez daha sundu. Klip tek bir çekimde gerçekleşti, Derrick T. doğaçlama dans etti ve ardından internete viral olarak sunuldu, bir gecede 400,000 kez seyredildi. 2011’e veda ederken, Black Keys yılın en iyilerine girmiş oldu.

The Black Keys / Lonely Boy

Noel Gallagher’s High Flying Birds



On beş senelik Oasis rüyası, diğer günlerden hiçbir farkı olmayan bir gecede, Liam Gallagher’ın V Festivali’nde konser öncesi Noel’la yaşadığı kavgayla sona ermiş, yerini soğuk ve derin bir sessizlik almıştı. Rock müziğinin derinliklerinde beslenen, öznesini bir Adaya kapanmış kültüründe bulan ve alçakgönüllü tavrından çok uzak bir yerlerde durmayı alışkanlık edinmiş 90’ların İngiliz grupları, uzun bir süreliğine, “sahip oldukları” coğrafyanın sınırları içerisinde kalarak sıkıcı (!) hayatlarını tuhaf bir şekilde Sex, Drugs & RocknRoll üçgenine uydurdu ve geniş bir kitleye seslendi. Bunların öncü isimlerinden biri olan Oasis, patlayan flaşlar, magazin haberleri, sahne arkası dedikoduları ve çıkarılan yeni albümler arasında buharlaştı, kayboldu ve ortalıktan bir süreliğine yok oldu.

Ancak geri dönüş çabuk gerçekleşti: Gallagher kardeşleri artık kendi yolundan gidecekti. Liam Gallagher, zaman kaybetmeden üç Oasis elemanını yanına aldı ve kendi deyişiyle “60’lardan beslenen en iyi grubuz” açıklamasıyla Beady Eye adı altında ‘Different Gear, Still Speeding’ albümünü çıkarttı. Öte yandan, ağabey Noel Gallagher da çok geçmeden stüdyo albümü hazırlıklarına başladı. Basında sızan “kimleri bir araya getiriyor?” sorusu çok merak edildi. Basın toplantıları, albüm afişleri ve röportajlar arasında 17 Ekim’de albüm piyasalara sürüldü.



Grubun ilginç kadrosu anında dikkat çekti. Oasis’ta uzun süreliğine piyano çalan Mike Rowe, ‘The Lemon Trees’ grubundan bildiğimiz davulcu Jeremy Stacey, ‘The Zutons’ta bas çalan Russell Pritchard, gitarist Tim Smith ve merkezde şarkı başına gitar değiştiren Noel Gallagher: Birbirine Rock ve Folk-Country öğeleriyle bağlanan, Psychedelic tınılarını çekinmeden parçalara dâhil eden ve Oasis’ta özlem duyduğumuz şarkı sözleriyle dinleyiciye adeta bir ‘kulak festivali’ sunan Noel Gallagher ve Yüksek Uçan Kuşları, aynı zamanda alçakgönüllü ama iddialı duruşuyla kısa zamanda dinleyicisinin kalbine girdi.

Albümün en dikkat çeken ve aynı zamanda piyasalara ‘hit single’ olarak sürülen ‘The Death of You and Me’ parçası, Oasis günlerinden alışık olmadığımız bir tercihle çıktı karşımıza. Noel’in kaypak sesi, tuhaf bir şekilde arka fona konulan ‘barok pop’ ile uyum içinde, parçanın son demlerinde kullanılan trompet ise ilginç.

Noel Gallagher / The Death of You and Me


Favoriler arasında gösterilen ‘If I Had A Gun’ parçası, Noel Gallagher’ın aynı zamanda bir söz yazarı olarak ne kadar iddialı olduğunu bir kez daha gösterdi. Rock ve Psychedelic tercihlerini dinleyicisine “iyi harmanlayarak” sunan Noel, duygusal yoğunluğu tadında bırakıyor ve belki de bu yüzden daha fazlasını istiyoruz.

Noel Gallagher / If I Had a Gun


Dans ve Rock türünün aynı anda kullanılabildiğini kanıtlayan parça “AKA…What a Life!” Noel’in kariyerinde pek sık rastlamadığımız bir tercih. “UK Indie” listesine üç numaradan giriş yapan parça, aynı zamanda üç hafta boyunca yerini korudu.

Dinleyici tarafında beklentiler kuşkusuz yüksek. Bu beklentilerin ne kadarı “Oasis özleminden” kaynaklanıyor tartışılır, ancak kendini belli eden bir tablo var: Noel Gallagher bundan sonra kariyerini farklı tabanlar ve tercihlerle ilerletecek. “Daha çok solo lazımdı” veya “Liam vokalde olsaydı daha iyi olurdu” gibi eleştiriler çok normal. Ancak unutulmaması gereken en önemli nokta, Noel’in on beş senelik yoğun kariyerinin belki de ‘olgunluk’ kısmına geçmesidir. “Klişe” ve “popüler” olana karşı duyulan haz ve ihtiyaç bundan sonra MP3 dosyalarından karşılanacak, çünkü Oasis’in sesini ve havasını Noel Gallagher’ın albümünde aramak hem yanlış, hem de zaman kaybı gibi geliyor bana. Yeni ve farklı şeylere yelken açmak, iki taraf için, hem müzisyene, hem de dinleyiciye lezzetli ve keyifli bir macera sunacaktır.