29 Kasım 2010 Pazartesi

Kabataş Vapur İskelesi / Haziran 1969



Haberin kendisi bütün olayı anlattığı için fotoğrafı koymakla yetiniyorum. Sadece, yazılan haberle resim arasındaki tuhaf ilişki ve tabii ki, resmin sağ tarafında bulunan memurun kalkan sağ eline dikkat çekmek isterim.

17/6/1969
Orta yaşlı bir kadın, bu sabah Kabataş Arabalı Vapur iskelesinde genç erkeklerin bile cesaret edemeyeceği bir hareket yapmış, hareket etmekte olan vapura atlamıştır. İskeleye koşarak gelen orta yaşlı kadın, memurların arkasından bağırıp çağırmasına hiç aldırış etmeden, kapağını kapamakta olan arabalı vapura atlamıştır. Kadının bu hareketini dehşetle seyreden yolcular sonra kendisini alkışlamışlardır. Fotoğrafta, hareketi ile herkesin bakışlarını üzerinde toplayan kadın vapura atlarken görülmektedir. Foto Haber Ajansı

25 Kasım 2010 Perşembe

High Society / Mind-altering drugs in history and culture



Türkçe karşılığını “ilaç” veya “uyuşturucu” olarak kullansak da, etki ve deneyimlerin aslında bu iki kelimenin ötesinde yattığını görebiliriz. Bir adam düşünün ki uzun vadede hayatını belirli “törencikler” doğrultusunda yaşayabiliyor. Kahve, çay, alkol, sigara, kafein ve seks gibi küçük ayrıntılarda saklanan “mutluluk” kıvılcımlarına ihtiyacı var, onlar olmadan yaptığı her şey bir tür eksiklik olarak kabul edilecek, günlük yaşantısında kendisini motive eden bütün karakterler çığlık atarak “Bir an önce bizi bulmalısın!” feryatları arasında şekil alacaktı.

“Drug” kelimesinin tam olarak karşılığı olmaması, belki de toplumların “zihin karıştıran karakterlerle” nasıl tanışıp nasıl etkileşmiş olduklarıyla ilgilidir. Başka ifadeyle, Batı’nın gözünden daha çok “oryantal kültürlerin mistik dünyası” şeklinde algılanan Doğu kültürü ve aynı şekilde, zamanında Hayat dergisinin uzun bir süre için “Batı’nın çılgın eğlencesi LSD!” şeklinde algılanan lisan, kültür ve ahlaki değerlerin nasıl tartılıp algılandığı meselesidir. Yer, zaman ve toplumların içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durumlar, bir şekilde karşı karşıya kalınan “drug” dünyası karşısında çeşitli yaşam tarzları üretmekte ve tüketmektedir.

Toplam altı başlık altında değerlendirilen High Society sergisi, belki de insanların bir takım bağımlılık ve ihtiyaçlara karşı ne kadar meraklı, zaaf durumunda bulunmaktan aslında rahatsız olmayan ve hayatlarımızın içinde ne derece etkin bir konumda bulunduğunu söylüyor. Başına fes takmış bir tırtıl nargilesini içmeye devam etsin, “drug” dünyasının aktif bir şekilde tavana vurması ve alt kültürleri en güzel yerlerinden yakalayıp bir 60’lar kültürü yaratması açısından, içine kapsayabileceğimiz Hare Krishna felsefesinin Batı’yla tanışması, Nudist Groups, Jesus Freaks ve Groupies gibi “dönemsel ve kısa vadeli” anların self-experimentation bölümüne konulması çok zevkliydi.

Öte yandan mesleği “psychedelic researcher” olan Thomas Lyttle, bizleri blotter art olarak tanımlayabileceğimiz akımın içine sokuyor. LSD ile aynı yasak maddeyi içeren ve zamanında Asyalıların resim çizmek için kullandığı bir tür kâğıdın şans eseri ressamları sarhoş etmesiyle ortaya çıkan başka bir hikâye.

High Society, toplumların ortak alışkanlıkların farklı dönem ve geçmiş deneyimleriyle bir şekilde bir araya gelebileceğini söylüyor, Alice in Wonderland masalıyla da veda ediyor.

High Society: http://www.wellcomecollection.org/whats-on/exhibitions/high-society.aspx

22 Kasım 2010 Pazartesi

Telefon Kabini



Bol hardallı sosislisi / sanat galerileri / plakçılar / Metro durakları arasında geçen hayatın en güzel yanını temsil ediyordu / Metronun gelmesiyle yüz insanın tek vücut halinde vagona girmeye çalışması / Arka fonda kendini tekrarlayan Mind The Gap uyarısı / Kenarda, orada burada bırakılan porno ve magazin dergileri / yerde duran kırık bir şemsiye / rayların kenarında sessizce yürüyen sıçan çeteleri / Starbucks bardakları / yarıda bırakılmış sandviçler / telekız ve özel ders ilanları / uzun pardösülü iş adamları / mini etekli lise kızları / bir umut vagona yetişmek için herkese çarparak depar atan orta sınıflı bir adamın evine gitmek için gösterdiği gayret ve bitmek bilmeyen / 60'lı yıllarda kaydedilen ve halen aynı kaydı kullanan gelenekçi bir Mind The gap uyarısının bütün karakterleri / Vagonun son hız hareket etmesiyle birlikte havaya uçan gazeteler ve ilanlar / sanki başka bir orduyu karşılamak üzere aramızdan ayrılıyordu.

Gloucester Road / Knightsbridge / Hyde Park Corner / Green Park / Notting Hill / Ladbroke Grove duraklarından sonra boşalan vagonlar / kendini dışarıya atan orta sınıflılar / bol hardallı sosislisinden sadece 3 ısırık alabilmiş bir adam şanslı sayılabilirdi / Bu yüzden şehrin kendine ait yeni yöntemleri vardı / "5 ısırıkta sosislinizi bitirme yöntemleri: Yeraltı treni ve şehir hayatı" kitabından zengin olan Time Out dergisi yazarı neden Soho'da yaşamıyordu? Aylak Time Out yazarları: Çin mahallesinde iş yapamayan lokantalara girerek sektörün ne kadar boktan olduğuna dair dedikodu yapacaklardı / Nick Hornby gölgesinden kurtulmak istemeyen orta yaşlı adamlara, Soho'da bulunan en meşhur gay barında bile rahat yoktu / Green Carnation adlı gay kulübünde dans etmekten yorulmayan ve yarım saatte bir mavi rujunu tazeleyen lezbiyenin keyfine diyecek yoktu.

Sahne arkasında devam eden Jefferson Airplane klipi eşliğinde çalan David Bowie parçaları ve Glam Rock kuşağının hemen hepsi buradaydı / Mavi renkli mokasen ayakkabılarını giymekten hoşlandıkları anında belli oluyordu / Bu bir tür geçit töreni olmalıydı / bunu herkes biliyordu / Space era dönemine tekabül eden ve tavana asılı dönen disko topuna bakarak kapanan gözlerini izleyen kuşağa karşı özlemler artıyordu / The Old Truman Brewery"de yenen kalın domuz sosislilerin tarif edilemeyen tadı / Ardından kafaya dikilen London Pride birası / Masaya atılan sarma sigaralar / piyasaya çıkan yeni funk compilation albümünün tanıtım partisi / Dyke and the Blazers elemanlarının tatlılığı /

Pazartesi akşamı / gene sosislisini yarıda bırakmak zorunda kalacağını çok iyi bilen adamın cumartesi sabahı bir tür isyan olarak başlamalıydı / Bunun için sabah 6:30da kalkacak / evin karşısındaki büfeden kahvesini alacak / Notting Hill Gate durağı için metroyu kullanacaktı / Bitpazarından her zamanki gibi / 60' başlarında ortaya çıkan İngiliz Beat grupların "toplama" değil / "single" plaklarını arayacaktı / Keyfi yerindeyse belki USSR rozetlerini 4 pounda alıp şapkasına bile takabilirdi / Ardından Chelsea'de çiçekçilere de uğrayabilirdi.

Her neyse / kısacası bu şehri seviyordu / Ve sanırım bir şekilde / sadece bunu anlatmaya çalışıyordu.

21 Kasım 2010 Pazar

Guns / Andy Warhol / Modern Tate



Mart 1967: Velvet Underground'un çıkışı.
Nico'nun yükselişi / Fabrikanın kötü şakası / Edie Sedgwick'in kayboluşu

Mart 1981: Andy Warhol kocaman gözlüklerini bir kez daha takıyor / ifadesiz bakışlar altında bir şekilde gülümsemeyi bir kez daha başarıyor.

18/11/2010

Beady Eye Çılgınlığı / Pretty Green / Rubber Soul

Londra’nın 60’lar mirası belki de ilk defa karanlık bir perdenin arkasına bakma cesaretini gösterebiliyor. Manchester çıkışlı Oasis grubunun bir şekilde kendilerini Beatmania kültürüne dâhil eden Noel ve Liam kardeşlerinin geçen sene aktif Oasis kariyerine son verip ayrıldıklarını biliyoruz. Liam Gallagher, İngiltere’de şişirilmiş ve sınır tanınmamış egosuyla bu günlerde tekrar karşımıza çıktı ve görünen o ki çıkmaya da devam edecek. Geçen hafta Beady Eye grubunun sitesinden bedava olarak indirdiğimiz Bring The Light parçasını bin bir beklentiyle dinledik, yorumladık, tartıştık. Beklenen gerçekleşmedi ve şarkı büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Sıradaki soru ve merak, albümün nasıl olacağı ve Beady Eye grubunun hangi kafalarda gezinerek dinleyicisiyle bir ilişki kuracağıdır.

Beady Eye / Bring The Light (2010)


Tabii ki kimse bir Wonderwall beklemiyordu ama sanırım Oasis dinleyicisi, özlemekte olduğu eski kızgın, kaypak, sarhoş ve bir şekilde Brit olarak tanımlayabileceğimiz post-Beatles modasını bulma peşindeydi. Derdimi cümlelerle anlatmak yerine, biraz Liam Gallagher’ı anlama niyetine maddelerle açıklamak istiyorum.

1)İngiliz basınının senelerdir Oasis grubunu Beatles ile karşılaştırma merakını haklı ve mantıklı buluyorum. Bu bir müzik türü değerlendirilmesi olarak algılanmamalı, daha ötesinde, aktif kitlenin Beat kültürü karşısında senelerdir teslimiyetçi ve fanatik bir tutum içinde davranmasıyla ilgilidir. İngiliz kültürü bunu seviyor ve buna ihtiyacı var; ego meselesi sadece sanatçılar için geçerli değildir, bir Adaya kapanmış kültürün “dışarıdaki” dünyaya gururla göstermeyi sevdiği bir alt kültür meselesidir. Liam Gallagher bunu kullanmıştır ve kanımca gayet de başarılı olmuştur.

2)Oasis ve Blur gibi gruplarda ilk defa karşılaştığımız Britpop akımından sonra, Beady Eye bir akımın öncüsü olmak yerine, 60’ kuşağının eski tüfeklerinden The Who, Kinks ve inatla parmaklarını piyanodan çekmeyen tercihleriyle Gene Vincent tarzıyla karşımıza çıktı. Arka fonda üçlü kadın vokal tercihi yerinde, doğru ve anlaşılır bir şey. Bu anlamda Liam, aslında John Lennon obsesifliğini tekrar bize gösteriyor ve daha önemlisi, bundan utanmadığını ve bunu sevdiğini gösteriyor. Bunda yanlış bir şey göremiyorum ve çok da yakışıyor.

3)Beady Eye üzerine konuşmak için henüz çok erken. Unutmayalım ki çıkış parçası olarak piyasalara sürmemişlerdir Bring The Light parçasını, daha ziyade “acaba ne tepki alacağız” merakı etrafında gezinmişlerdir. Şimdiden bir sürü tepki ve düşünce bombardımanına uğrayan Beady Eye tayfası, aslında istediklerine ulaşmaya başlamışlardır: Beady Eye üzerine konuşturmak ve konuşturmak.

4)İster kızın, ister artist deyin, Liam Gallagher günümüzün müzik sektöründe istediğini yapma lüksüne sahip birçok vokalden sadece biridir ve bunu tabii ki istediği gibi kullanacaktır. Başka bir ifadeyle, uzun vadede Oasis dinleyen aktif kitle, parçayı ilk dinleyişte bir hayal kırıklığına uğrasa da, ertesi gün farkında olmadan parçayı bir daha dinleyecek ve ona alışmayı öğrenecektir. Liam’ın sektöre tekrar geri dönmesi, başlı başına bir heyecan ve beklentidir, bunu da hesaba katmak gerekir.



5)Bunun yanında Liam, Pretty Green isimli markasını geçen Haziran ayında piyasalara sürmüştür. Carnaby Street’in hemen girişinde karşıma çıkan Pretty Green dükkânına girmek tabii ki heyecan verici bir şeydi ve kıyafetler çok güzel. Fiyatların astronomik düzeyde pahalı olmasıysa anlamsız ve gereksiz, ama dediğim gibi, Oasis, son on senedir kitleyi meşgul eden röportajları ve bir şekilde “yaşam tarzı” satmalarıyla İngiltere’de bir tür meşruluk kazanmışlardır. Beatles’ın Rubber Soul kapağındaki fontuyla aynı olmasıysa sadece koca bir fikir vermelidir bize.



Liam Gallagher, iyi ki aramıza geri döndün. Beady Eye grubunun, önümüzdeki aylarda bizi 60’ların İngiltere’sine götüreceğine inanıyorum. Beğenin veya beğenmeyin, bu adamlar bunu böyle yapmak istiyor ve bir dinleyici olarak, Bring The Light parçasının iyi olduğunu düşünüyorum.

Pretty Green: http://www.prettygreen.com/

20 Kasım 2010 Cumartesi

Covent Garden / Psychic Readings



Henüz iki gün önce Bond Street istasyonunda trenin önüne atlayarak intihar eden iş adamı Paul Castle olayından sonra okumalara ara verildi.

Psychic Readings arabasının evi yurdu, ikameti senelerdir aynı yerde. Okuyacağınız birkaç bir şey varsa kağıdınızı arabanın camına bırakın, gece yarısı metronun raylarına konulan sofalara oturarak yüksek ses okuyun.

Herkesin dileği tabii ki kimsenin intihar etmemesi ve okumaların "tuhaflık güzergahını" takip etmeye devam etmesi.

16/11/2010

Soho



Sonuç olarak yağmur yağdı ve insanlar plak dükkânlarına girmek zorunda kaldı.
Arka fonda çalan Iron Butterfly- In-A Gadda-Da-Vida parçasıyla dışarıdaki hava unutuldu.
On yedi dakika süren arayış boşa geçmedi. Arkalarda uyuyordu ve uyandırılmaya ihtiyacı vardı.

16/11/2010

14 Kasım 2010 Pazar

Düşük Bütçeli Filmlerin Dayanılmaz Güzelliği II: Destroy All Monsters, Wild Wild Planet, Something Weird

Sinemada bulunan en devasal patlamış mısır porsiyonunu alan sivilceli ve mutlu çocuk, biraz sonra gireceği salondan sarhoş bir halde çıkacağını bilemezdi. Onu sarhoş edeceği şey alkol değil, koca ekranda karşılaşacağı dev Godzilla’nın dev binalara kafa atarak havada uçuşan helikopterleri ağzıyla tutup çiğnemesi veya kendisine aynı anda yöneltilen yüzlerce füzeyle köşe kapmaca oynayıp binaları teker teker devirmesi olacaktı. Belki de bu yüzden film esnasında salonda oturan yüz insanın sarf ettiği hareket ve mimikler bir zikir ayinini aratmayacaktı: Dışarıda Ay’a ayak basıldı mı basılmadı mı dedikoduları dönedursun, ucuz haberlerle önce yer altı kültürünü, ardından keskin bir dönüşle popüler kültüre hitap etmeye başlayan birçok 60’ dönemi bilim ve uzay dergilerinin yaptığı gibi, bu sefer Ay’a gidilmemesi gerektiğini, aksi takdirde astronotların bir canavar tarafından yenileceğini iddia edecekti. Bununla beraber, Velvet Underground Venus In Furs parçasıyla alt kültürlerin kafasını karıştıracak, kafası “iyi” durumda “Evren patlıyor mu?” makalesini yazan ve kısa sürede zengin olan birçok “uzay dedikoduları yazarlarının” yakaladığı popülerlikle birlikte, bir halk ağzı açık şekilde bütün bu “olayların” ne anlama geldiğini merak edecekti.

Japonya 1968’de vizyonlara giren ve adını bir türlü yazmaya beceremediğim Japon yönetmenin sergilemiş olduğu hayal gücü ve sahneleriyle, belki de düşük bütçeli filmlerin arasında en büyük alkışı hak eden birkaç filmden bir tanesidir. Konu net: Dünya’ya bir şekilde uzaydan gelen canavarlar şehirlere saldırıyor. Godzilla New York’u, Rodan Moskova’yı, Mothra Pekin’i ve Baragon Paris’i istila ediyor. Ardından uzay gemisinden bir tür disko pijamasına benzeyen kıyafetle Japon liderleri çıkıyor, Dünyaya aslında zarar vermek istemediklerini ama bir süreliğine dünyalıların köle olarak yaşayacaklarını söylüyor ve kafalar iyice karışıyor. Acilen bir Uluslar arası toplantı hazırlanıyor ve Dünyanın bütün ülke liderleri kısa bir sürede sonucu bağlıyor: Destroy All Monsters!

Uzun ve boş uğraşlar sonucu bulduğum Wild Wild Planet filmi devasal bir hayal kırıklığı yarattı. Tabii ki beklentilerimi olabildiğince az tuttum, ancak fragmanı bambaşka bir şey söylüyordu: Bir tür uzay istasyonunda, aklını yitirmiş ak saçlı bir profesörün yapmakta olduğu tuhaf deneylerle karşılaşıyoruz. Bütün çalışmalar mükemmel bir insan ırkı yaratma adına olunca, “gereğini yapmak gerekir” kafalarına çok ağırdan giren profesör bir süre sonra bokunu çıkarır ve ortaya ne idüğü belirsiz, sümük gibi insanlar çıkar. Kimi sekiz kolludur, kiminin derisi erir, kimi de aralıksız çığlıklar atarak bir odada delirir. Uzay-korku başlığı altında, denenmiş, inanılmış ve pahasına ne olursa olsun çekimler için her türlü fedakarlık yapılmış.



Ve 67’ senesinde çekilen Something Weird. Medyumlar dünyasında yaşanılan rekabet ve bir takım yaşanılan “tuhaf” olayların perde arkası: Tabii ki potansiyel bir şekilde yükselen LSD merakı ve anlatılan olayların güncel haberlere sıçraması, çoğu dönemin yönetmenini bu tür filmler yapmasına teşvik etmiştir. Ruhani güçlere sahip adamların etraflarını üzmesi bir kenara, bakışlarıyla istediğini yakan ve ani bir şekilde bir cadıya dönüşen fettan kadının hikayesi gerçekten izlenmeyi hak ediyor. Bunun için gereken ortamı yaratmak da bir o kadar önemli; eğer salaş korku filmlerini yedi yirmi dört izleyerek etrafınıza bir zaman sonra yabancıllaşırsanız, korkmayın. Herkese yetecek kadar tuhaflık bulunur.

8 Kasım 2010 Pazartesi

1 Kaza, 1 Şarkı ve Bir Sürü Başka Şey

Uzatmadan başlamak istiyorum:
4 Kasım Perşembe günü bir trafik kazası geçirdim. Kontağı çevirişim, radyonun sesi, güneş gözlüklerimi takışım, hafifçe arabayı yola sokuşum ve havanın o gün ne kadar güzel olduğuna dair ufak düşüncelerim, biraz fantezi, biraz hayal, biraz ıvır zıvır, her şey sıradandı. Okula gitmek üzere Seyrantepe Türk Telekom Stadı’nın yanındaki TEM’den, olabildiğince sağ şeritten ilerliyordum. Tır ve kamyonetlerin sağ şeritten gidişi, bir şekilde beni sol şeritlere doğru gitmemi gerektirdi ve aynı hızla, altı şeridin beşincisinde, tek çizgi ilerlemeye devam ettim. Bir süre sonra tekrar sağ şeride geçmem gerektiğini hissettim, üçüncü şeride geçtim ve Okmeydanı-Taksim-Kemerburgaz sapağına yaklaştığımı anladım. Sapağa girmek için bir şerit daha değiştirmem gerekiyordu, bu yüzden olabildiğince sağ tarafa yaklaşmaya çalıştım, arkadan gelen arabalar buna olanak vermiyordu ve sapağı kaçırmak üzereydim. Sağ ön çaprazımda ilerleyen kamyonetin arkasından gidebilirdim veya sapağı boş verip bir ilerideki sapaklara da sapabilirdim. Bir hışımla, bunun mümkün olabileceğini, biraz daha hızlı gidersem kamyonetin önünden geçebileceğimi düşünerek gaza daha fazla bastım. Birkaç saniye sonra kendimi belki de beş-altı defa dönen ve kontrolden tamamıyla çıkan bir arabanın içinde buldum. Şehir, asfalt, milyonlarca araba, her şey, hızlı ve kesik kesik, bir tür rüya gibi görünmeye başladı. Önümdeki bariyerlere hızlı bir şekilde çarpacağımı anladım ve tutmakta olduğum direksiyonu daha sıkı tuttum. Küçücük ve kısacık bir umutla, bu çarpışmanın arabayı durduracağını düşündüm. Hayır, korkunç bir güm sesiyle çarptığım gibi, biri tarafından altı şeridin ortasına bırakılmış gibi, kontrolsüz bir şekilde geriye savruluyordum. Başımı sağa tarafa çevirip çarpan bir arabanın gelip gelmeyeceğini, sevdiklerimi, geçmişimi, planlarımı ve hiç bir şeyi düşünmeye zaman bulamadığımı anladığım an, belki de o her şeyin hızlıca geliştiği anların içinde, ölmek istemediğimi düşündüm.

Kısa bir süre sonra bir rüyadan uyanmış gibi, yavaşça ve teker teker yanımdan geçip bana hayret ve şaşkınlıkla bakan insanların surat ifadesinden kazanın bittiğini anladım. Renkler, sesler ve görüntüler geri gelmeye başladı, üzerime düşen cam parçacıklarını silkeledim ve uzaklardan iki tane polis arabasının geldiğini gördüm. Gerisi fasa fiso ve bunun edebiyatını yapmak istemiyorum. Sadece çok korktum.

Öte yandan, tıpkı her şeyin sıradan göründüğü bu günlerde olduğu gibi, beş yaşında bir çocuk annesinin “Sakın odama girme!” yasağını kırdığı bir cesaretle, tozlu rafların arkasına gizlenmiş plaklar buluyor ve onlarla ne yapacağını bilmiyor. Onları bir süre tutuyor, kenarlarına dokunuyor, içini açıyor, tozlardan birkaç defa hapşırıyor, kapaklarına bakıyor, eliyle üzerinde gezdiriyor, fotoğraflara tekrar bakıyor, sol gözünü kapatıp sağ gözüyle plakın ortasındaki delikten karşısına bakıyor, sonra onu tekrar yerine koyuyor ve bunlarla ne yapacağını bir türlü anlamıyor. Aynı günün gecesinde plakların ne işe yaradığını düşünüyor, kendisini rengârenk kapakların içinde hayal ediyor ve uyuya kalıyor.

Ertesi gün aynı suçluluk duygusuyla kendisini annesinin odasında buluyor ve tekrar plakları çıkarıp, bu sefer onları en sevdiği kapak sırasına göre yan yana diziyor. Belki de yaşamakta olduğu suçluluk duygusu ve yasağı kırmanın getirdiği bir tür arzu içinde, onları sahiplenmek, tıpkı her çocuğun oyuncaklarla kurduğu ilişki gibi, amaçsız bir şekilde sadece zaman geçirmek istediğini anlıyor. Kısa bir süre sonra uyuya kalıyor ve annesi onu plakların üzerinde yatmış bir halde buluyor. Sessizce bir plak seçiyor, pikabın yanına gidiyor ve en sevdiği parçasını dinlemek üzere kanepesine uzanıyor ve gözünü çocuğundan ayırmadan kısa bir süre sonra o da uyuya kalıyor. Sonra çocuğun babası geliyor ve aynı odada uyuya kalan karısı ve çocuğuna bakarak pikabın yanına gidiyor, sesi kısıyor, çocuğu kucağına alarak yatağına götürüyor.

Aradan seneler geçiyor, çocuk büyüyor, anne-baba yaşlanıyor, kavgalar oluyor, sevişmeler devam ediyor. Birbirine sıkıca bağlanan kocaman ve geniş renkler, üzerinde yattığı plaklar, tanıştığı insanlar, yediği en güzel yemek, yaşadığı en dramatik olay, sevdiği kız, omzuna aldığı arkadaş, girmeye tereddüt ettiği deniz, yaşadığı en güzel yaz, kör kütük sarhoş şekilde söylenen parçalar, ilkleri ve sonları, başlangıçları ve sonuçları, bir takım şeyler ve şeyler oluyor ve hayatı çok seviyor.

Yazmanın yıkanmak olduğunu kabul edebilirsek, bu gece temizlenmek istedim.
Umarım bir şeyler anlatabilmişimdir.

5 Kasım 2010 Cuma

Record Collector V: Messieurs Richard De Bordeaux Et Daniel Beretta / Space Age Paris (1967)

Sosyete güzelleri Nico, Odette, Aurelie, Corinne ve Manon giymekte oldukları aslan kürkleriyle patlayan flaşlara poz vermektedir. Femme Fatale isimli gece kulübü uzun zamandır böyle bir kalabalıkla karşılaşmamıştı. Ağzından purosunu çıkarmayan gece kulübünün sahibi, belki de iki koluna attığı dört kızla pek bir eğleniyordu.



Viceroy, Martini sek, yeşil zeytin, Pop Art: Bachelor Pad Royale açılışı; nazik hanımlar uzun uğraşlar sonucu Paris’e getirilen Andy Warhol tablolarına bakarak patlayan flaşların önüne geçmek ister. Sergi açılışının yapıldığı salonun geniş ve beyaz duvarına yansıtılan koca bir örümceğin ışık oyunları kafaları karıştırır. Arka fonda çalan bir Velvet Underground parçasıyla ortama göre vücut dilini konuşturan deneyimli kadınlar, Femme Fatale isimli gece kulübünün saygıdeğer müdavimiyle tanışmak için aralarında sessiz bir savaş başlatır. Oysa müdavimin New York’tan gelen Nico’yla beraber kulübün arka kapısından çıkacağından henüz habersizdir. Karşılaştıkları dönemin karşısında şaşkınlıklarını gizleyemeyen bu kadınları kurtaracak yegâne şeyin müzik olduğunu söyleyenlerse, muhtemelen Kim Fowley tarafından alınan speed ile tablodan tabloya koşarak aralarında dedikodu yapacaklardı.

Salonda duyulan James Bond Theme parçasıyla havada tuhaf bir koku alınır. Metreslerin gamzelerinde bir oynaklık görülür. Ancak serginin sürprizi halen patlamamıştır: Evinde leopar besleyen ve mümkün olduğunca onunla ilgilenmeye çalışan ressamın tabloları uzun zamandır satılmamıştır ve basın bunu çok iyi biliyordur. Alınan son dedikodulara göre 60’ların sosyetik ikonları bir tür değişime uğramaya başlamış, başlatılan moda ve yaşam tarzının Amerika’ya nazaran daha geriden ilerlediğini savunanlarla Paris entelektüellerin “Bunu konuşmanın yeri burası değil!” açıklamalarıyla bir tür soğuk savaş başlamıştır. Oysa sadece birkaç sene sonra, tablolarda görülen sürreal dünyanın içine zıplayan milyonlarca insan orada yaşamak istemeye başlayacaktır ve bunu bilen de henüz yoktur. Belki de hiçbir zaman olmayacaktır.

Bembeyaz tuvaletin içinde bembeyaz tozunu içine çeken modellerin yapacağı Cha Cha dansıyla keyifler yerine gelecektir. Duvarda asılı kalan örümceğin ışık oyunuysa tutulmamıştır ve basın bunu da yazacaktır. Oysa Walter Wanderley ile Brigitte Bardot’un çok sonraları rezil bir seks partisinde yakalanacak olması da medya için bir eğlence kaynağıdır.

Paris sosyetesinin Bachelor Pad Royale sergisinin açılışında Fransız psyche / pop grubu Messieurs Richard De Bordeaux Et Daniel Beretta ile 1967’de karşılaşması hikâyenin en tuhaf yeriydi. Bir tür “konsept müziği” niyetine sergi salonunun en dip köşesine yerleştirilen grup elemanlarının çalacağı La Drogue parçası, Femme Fatale ekibinin terlemesine yol açacak, kısa bir süre sonra da ahalinin dans etmesine neden olacaktı. Işıklar kısılacak, tablolar unutulacak, kadınlar mavi renkli rujunu tazeleyip pembe ve mor kahküllü peruklarını düzelttikten sonra “l’epoque cosmos / uzay çağı” çığlıklarıyla psychedelic müzikle tanışacaktı.

4 Kasım 2010 Perşembe

Insomnia by Becks: Vol 1 / Sixties Discoveries



Geçen hafta Becks ve Virgin Radio sponsorluğunda düzenlenen, DJ'liğini Murat Beşer'in yaptığı bir tür 60'lar partisinde bulduk kendimizi. Tabii ki heyecanlandık ve daha önce buna benzer partilerin yapıldığını çeşitli yerlerden duyuyorduk, sonunda pılımızı pırtımızı toplayıp The Hall'e gittik.

60'lardan hemen hemen herkesin aşina olacağı parçalarla ısındık, girişte dağıtılan güneş gözlüklerimizi takıp salonun tepesine asılan Ay'ın altında dans ettik, ardından DJ setinin yanına kurulmuş maket roketin yanında daha da ısındık, eğlendik, iyi vakit geçirdik.

Tuvalete giderken karşımıza bir astronotun çıkması, belki de gecenin en güzel sürprizlerinden biriydi. Ama bununla kalmamalıydı, biz de astronot olmak istedik ve sanırım başardık da.



Teşekkürler Becks!

Davetiyeler için Mehmet Tez'e de tekrardan teşekkür etmek istiyorum.

2 Kasım 2010 Salı

Düşük Bütçeli Filmlerin Dayanılmaz Güzelliği: The Diabolical Dr. Z, The Astro-Zombies, Hallucination Generation

Aynı anda içilen yüzlerce sigaranın dumanından ekranı görmekte zorlanan sinema seyircileri, henüz başlamamış filmin heyecanı ve beklentisi arasında yerlerine oturmaya çalışırken, bugün “Gelecek Program” olarak adlandırabileceğimiz fragmanları seyretmek üzeredir. Arka tarafta 35 mm makara film bandını düzeltmeye çalışan kafası güzel şapşal çocuk bile, biraz sonra karşılaşacağı fragmanlarından bihaberdir ve sinema sektöründe bulunmaktan mutludur. Bunun yanında, tuhaf ve anlaşılmaz şeyler oluyordur: Bir tür akımın getirdiği “uzun vadede sarhoş, üretken ve tüketen” bir yer altı kültürünün üst sınıflara hitap ettiği ve genellikle Uzay Çağı olarak başlayan hayal gücünün zorladığı sınırlara ulaşma çabası.



Fransız bir modelin sürdüğü mavi rujuna dikkatle bakan salondaki bütün erkekler, biraz sonra yiyeceği kıpkırmızı çileğin içinde kaybolarak arka fonda çalan pop şarkısını da fark edemeyecekti. Ya da minimal dekorun içine yerleştirilen uzay istasyonu tarzındaki salon bile umurlarında olmayacaktı, zira pikabın yanında bir Fransız psychedelic şarkısıyla kendini kaybederek dans eden kadını süzüp, kendilerini tuhaf fantezilerin içinde bulacaklardı.

Ama film bandı dönmeye devam ettikçe ve ekranın çeşitli yerlerinde oluşan karıncalanmalar arttıkça, asıl hadiseye yaklaşıldığının da farkına varılacaktı: Karşınızda The Diabolical Dr. Z isimli korku filmi!

İspanyol yönetmen Jesus Franco’nun 1961 senesinde çektiği kült filmi The Awful Dr. Orloff, belki de kariyeri açısından önünü açan film olarak görülebilir. 60’ların büyük bir bölümünü yaygın olan uzay merakına yoran ve bunun için çeşitli senaryolar yazdıran Franco’nun The Diabolical Dr. Z filmi de aynı uçuk kafaya girebilir. Ancak filmlerin düşük bütçeli olması, filmlerin kalitesiz ve bu yüzden belki de mükemmel olmasına sebep olmuştur. Zira bir dakikalık fragmanında Diabolic doktor ile Diabolic kızını tanıtan ve ardından “Uyarı! Bu film ancak sinirlerine hâkim olabilecek insanlar içindir!” uyarısını yarı reklam yarı merak uyandırtan taktiğiyle ayakta alkışlanmayı hak eden yüz filminden sadece bir tanesidir.

Amerikan bağımsız film yönetmeni Ted V. Mikels’ın 1968 senesinde çekmiş olduğu The Astro-Zombies filmi de aynı derecede düşük bütçeli, kalitesiz ve kült ötesidir. Gece-gündüz laboratuarında bir takım deneyler yapan çılgın bir profesör, insanüstü varlıklar yaratmak için buna elverişli insanları öldürtüp, onların yetenek ve algılarını kullanmaya çalışır. Uzun uğraşlar sonucu amacına ulaşır ancak sonuçlar beklenildiği gibi olmaz ve ortaya “korkunç yaratıklar” çıkar: The Astro-Zombies! Tabii ki insanları öldüren de güzel görünümlü bir kadındır, öldüreceği insanlara kur yapar. Ve bir şekilde acımasızca öldürdükten sonra onları profesöre getirir ve gereken deneyler yapılır.

Son olarak, gene 1966’da Edward Mann tarafından çekilen Hallucination Generation adlı film, konu ve senaryo açısından değil, daha ziyade böyle bir filmin neden yapıldığıyla ilgili ilginç. Şöyle düşünelim: Basın ve medya kitlelerinin henüz oturmuş bir düzende işlememesi yüzünden, Amerika ve dünyada dominant bir alt kültür haline gelen çeşitli Hippie kültürlerini bir çeşit “tanıtım” veya “kim bunlar, ne yapar, ne içer, ne düşünür” amaçlı bir film olarak görebiliriz. Fragmanından da görüleceği gibi, “Enjoy the Pill Party / Hap Partisinin Keyfini Çıkarın” veya “Do you know the taste of purple? / Mor renginin tadını bilir misin?” gibi toplumların muhafazakâr mecralarına ve henüz kendilerini bu girdabın içinde bulmaya başlayan gençlere seslenen Edward Mann’ın bu belgesel-filmi de izlemeye değer gibi görünüyor.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Top 20 Rain

Hayatını ve ilişkilerini anlatma becerisinde bulunamayan, çeşitli “İlk 20, 10, 5” listelerine başvurarak derdini biraz olsun anlatmaya çalışan insanları severim. Daha ötesinde, konu ile yapılan listenin içeriği arasındaki gizli simetrinin ilişkisi de hoşuma gider. Listenin içeriği ne olursa olsun, konuya dair dolaylı bir şekilde fikir vermesi de eğlenceli bir şeydir. Bu yüzden çeşitli müzik ve edebiyat dergilerin bu tür listelere başvurması, gözümde daima bir tür “kaçamak” gibi gelmiştir: Makaleler yazılır, röportajlar yapılır, sempozyumlar düzenlenir, fikir çatışmaları sürmeye devam eder ama hiçbiri bir insanın kendi iradesiyle yaptığı listeleme yönteminin yerini alamaz. Bu bir iş değil, eğlencedir ve çok da güzeldir.

20) Simon and Garfunkel – Flowers Never Bend With The Rainfall (Columbia, 1966)
“Sevimli” ikili, henüz ilkokulda paylaştıkları “Alice in Wonderland” oyunuyla ebeveynlerin “uygunsuz” uyarısıyla dürtülmüş, 1957’de Tom & Jerry grubuyla liselerin balolarında şahit olunan rezil hikayelerin baş aktörleri olarak plak şirketlerinin dikkatini çekmiştir. 60’lara gelindiğinde, beklenen sabrın karşılığı fazlasıyla gelmiş ve “ikili” olarak takılmaya devam etmişlerdir. Flowers Never Bend With The Rainfall, belki de kaşarlanmanın bir hikâyesi olabilir miydi? Hiç sanmıyorum.

19) Peter, Paul & Mary – Early Morning Rain (Warner Bros., 1965)
Folk müzikte şahit olunan ve bir şekilde “oturmuşluk, sakinlik veya bir dur bakalım” kafasına girenlerin birkaç sene sonra kendilerini Chicago’nun sayılı caz kulüplerindeki siyahilerle caz çalarken bulması, “kusursuz trio” olarak yazılan Peter, Paul ve Mary’nin hikayesini daha da ilginç yapmıştır. Kalktım, dişlerimi fırçaladım ama işe gitmek istemiyorum. Pencereden dışarıya bakıyorum, hayat bir tuhaf ama şarkı güzel galiba…

18) The Guess Who – Rain Dance (RCA, 1971)
Crosby, Stills, Nash and Young ekibinin toplu vokal çerçevesi içerisinde yaydığı “iyi yapıldığı takdirde süper ama kötüyse, gerçekten ortamdan uzaklaşın” ifadesiyle başlayan bu rüzgarın bir “gizli parçası” olarak Rain Dance, iyidir.

17) Lou Christie – Lightning Strikes (Columbia, 1965)
60’ların “güzel suratlı, romantik çocuğu” Lou Christie, belki de vişneli kolasını içtikten sonra Jukebox’a doğru giden güzel bacaklı kızların kalbini çalabilmiş midir? Bence çalmıştır.

16) Janis Joplin – I Can’t Stand The Rain (Columbia, 1969)
Bu zamana kadar sayısız şarkıcının elinden geçen I Can’t Stand The Rain parçasını belki de bu listeye Janis Joplin adı altında koymak istemiş olmam, haritasız duruşu, inişi çıkışlı vokali ve parçaya seyirciye de dâhil etmesiyle normal süresinden çok daha uzun bir yolculuk etmiş olmasıyla açıklanabilirdi.

15) The Temptations – I Wish It Would Rain (Gordy, 1967)
Temptations ekibinin oldu olası iklimle kafayı biraz fazla bozmuş olduğunu düşünmüşümdür. I Got Sunshine On A Cloudy Day parçası gibi, dik duran ve 50’lilerin muhafazakâr ailelerinin çocuklarına verebilecekleri bir tür “tavsiye” havasında ilerleyen melankolik parça, iyidir!

14) Sir Douglas Quintet – The Rains Came (Smash, 1964)
Smash plak şirketinin nazlı cesareti ve birbirinden nefret eden iki prodüktörün kavgasına rağmen, Sir Douglas Quintet, bir tür “single” olarak çıkardıkları parçanın çok sonraları fazlasıyla dinleneceğini henüz bilmiyordu. Hiçbir zaman da bilemeyeceklerdi.

13) The Cascades – Rhythm of the Rain (Valiant, 1962)
Parçanın başına koydukları traji-komik yağmur efektiyle on üçüncü sıraya yerleşebileceğini düşünüyorum; zira yağmurun ritmi ne kadar çalınabilir veya bunun edebiyatı ne kadar yapılır bilemiyorum, ama bir “surf” grubu olarak, böyle bir sahneyi yaşadıklarından eminim.

12) Ray Charles – Come Rain or Come Shine (Atlantic, 1959)
1946’da Harold Arlen ve Johnny Mercer ortaklığıyla St. Louis Woman müzikali için yapılan parça, on üç sene sonra Ray Charles’ın sihirli parmaklarıyla tanışacaktı.

11) The Beatles – Rain (Parlophone, 1966)
Toplu vokallerin “laubali bir anlamda anlaşılmamasını istediğim” ama başarısız olduğunu düşündüğüm Rain parçası, gene de George Harrison’ın süzgecinden geçmediği anlamına gelmez. Britanya’nın bitmek bilmez yağmur törenleri, belki de kaçınılmaz olarak Beatles ekibine bu parçayı sunmuştur.

10) The Rolling Stones – Get Off My Cloud (London, 1965)
60’ların Londra’sına tekabül eden ve “renkli puantiyeli” olarak ifade edilen bu şehrin kaçınılmaz parçası: Hey you! Get Off My Cloud!

9) The Velvet Underground – Hey Mr. Rain (Verve, 1968)
Üçüncü albümleri “Peel Slowly and See”nin belki de en klasik parçalarından biri olan Hey Mr Rain, The Velvets’da şahit olunan ve yoğun LSD dalgasının yarattığı “bu şarkıda neler oluyor, ne olacak ve biz neredeyiz” kafasına girmek isteyenlerin başvuracağı en naif şarkısıdır. Tabi, bence.

8) Elvis Presley – All I Needed Was The Rain (RCA, 1967)
Vişneli kola içme modasının bitmesi, “Kral”ın romantik kafalara girmesini önlemedi, önleyemezdi. Gelenekçi-muhafazakâr ailelerin, çocuklarının önceki gece evden kaçtığını öğrendiklerinde, belki de bu parçayı dinlemeleri olağan bir şey olarak görülmeliydi.

7) The Blues Project – Little Rain (Elektra, 1968)
Blues üzerinden hem samimi, hem de endüstriyel bakımından başarılı sayılmak ne kadar inandırıcıdır bilemeyiz ama Blues Project tayfasının anlatacağı bir şeysi daima olduğu sürece, dinleyicisi onu dinlemeye hazırdır.

6) Jimi Hendrix – Still Raining, Still Shining (Reprise, 1968)
“Electric Ladyland” sarhoşluğuna kapılan milyonlarca insan, belki de bu parçanın çok ileride, Hendrix’in dominant parçaları tarafından kenara itilmiş olabildiğini anlayabilirler. Still Raining, Still Shining, Hendrix’in hem romantizm, hem de haritasız ve açıklanamaz duygularını bir çatı altında toplayabildiğini ve daha ötesinde, basit bir ifadeyle, bunun bir tür müzik türü tarafından geliştiğini görebilir.

5) Deep Purple – One More Rainy Day (Parlophone, 1968)
Birkaç gök gürültüsü ve orgla dinleyicisini karşılayan One More Rainy Day parçası, her ne kadar grubun kendisi için fazla naif bir şarkı olarak kaçtığını düşünsem de, Shades of Deep Purple albümünün seneler geçtikçe önem kazandığını hesaba katmamız gerekir.


4) Creedence Clearwater Revival – Have You Ever Seen The Rain (Fantasy, 1970)
Senelerdir CCR’da alışık olduğumuz “yaramaz adamlar iş başında” havasına girmemiz, belki de üstü açık bir arabaya yağmurun yağdığını bilerek binmek gibi bir şey olarak görülmeliydi. John Fogerty’nin “yırtık sesine” gene “naif” olarak tanımlamak zorunda kaldığım ekibinden keyif alabilmek için, tekrar ve tekrar arkamıza dönüp bu adamları dinlememiz gerekir.

3) Bj Thomas – Raindrops Keep Falling On My Head (Scepter, 1970)
Raindrops Keep Falling On My Head, belki de bir kızla / erkekle gittiğiniz sinemada, çaktırmadan atılan kolun bir tür işitsel ifadesi olarak görüldü. Hamile kalan veya “Ben ne yaptım!” durumuna oldukça fazla giren bir kuşağın, parçayı başka şekilde algılayamaması durumuydu belki de. Bunun için üçüncü sırayı, fazlasıyla hak ettiğini düşünüyorum.

2) Led Zeppelin – The Rain Song (Atlantic, 1973)
Led Zeppelin, her günü, parçası ve albümü başka bir sürpriz sunan, yedikçe yenilen, dinledikçe dinlenilen, doyumsuz kuşağın doyumsuz romantizmine en “derinden” giren Page-Plant ikilisinin, neden senelerdir Heavy Metal, Blues ve Psychedelic üçlemesi etrafında döndüğünü de anlatır gibiydi. Ama dediğim gibi, her parça başka bir sürprizse, The Rain Song, gene başka bir yere götürmüştü beni.

1) The Doors – Riders On The Storm (Elektra, 1971)
Yaklaşık beş sene boyunca The Doors’un prodüktörlüğünü yapmış olan Jack Holzman’ın anlaşılmaz zekâsı sayesinde şekillenen albümlerin meyvelerini yeme zamanıydı: “Benden bu kadar!” restini çektikten sonra, Ray Manzarek’in bir tür panik haliyle yerine getirilen Bruce Botnick, “Light My Fire” parçasında yapılan uygulamayı tersine çevirerek, “Uzunsa uzun, ne yapalım!” isyanıyla yedi dakikalık kaydını koydurtmuştur. Manzarek’in piyanosu ve Jim Morrison’ın vokali arasında gidip gelen bu yağmur damlaları, uzun senelerdir ne tür bir havada dinlenirse dinlensin, The Doors hakkında fikir veren en iyi parçadır ve kalmaya da devam edecektir.